Son olarak Rusya-Ukrayna savaşında da şahit olduğumuz gibi dünyanın içinde bulunduğu problemlerle ilgili çözümler ağırlıklı olarak merkez bankaları ve hükümetlerin ekonomi alanında attığı adımlar üzerinden tartışılıyor. FED, Avrupa, İngiltere ve Japonya başta olmak üzere merkez bankalarının basacağı para miktarı, yani bilgisayar ortamında değiştirecekleri bitler, bu bitlere uygulanacak faiz oranı, hükümetlerin kamu harcamalarını artırıp artırmayacakları, vatandaşlara yükleyecekleri vergiler ve ihraç edecekleri tahviller gibi, gerçek sorunlara ve insanların büyük çoğunluğuna dokunmaktan uzak, sadece parayı manipüle etmek üzerine yoğunlaşan bu konularla sorunlarımızın çözülmesini beklemek boş umutlara bel bağlamak demek.
Tarih de bunu doğruluyor. İçinde bulunduğumuz ekonomik sistem her daim krizler yaratmış. Hem de bir öncekini aratır nitelikte krizler. FED'in parasal genişlemeyi tarihte görülmemiş devasa seviyelere taşıdığı, faizleri neredeyse yüzde 0 seviyesinde tuttuğu bugün bile dünya krizin eşiğinden uzaklaşabilmiş değil. Aksine ABD dolarını kâğıt parçasına çevirebilecek ve istisnasız herkesi kötü etkileyecek bir kasırganın ortaya çıkmasının sadece an meselesi olduğuna dair çok ciddi kanıtlar ve görüşler mevcut. Türev ürünlerin büyüklüğü, ABD bütçe açıklarının taşınamaz boyutlara varması, Asya'nın son dönemdeki büyüme motoru görevini sürdürmekte zorlanmaya başlaması, ABD'nin başını çektiği ticaret savaşları, gelişmekte olan ülkelerin bir türlü güvenilir ekonomilere dönüşememesi gibi hususlar beklenen kasırganın habercisi olarak görülüyor. Sadece bu açıdan baktığımızda bile tartışılan çözüm önerilerinin sorunları ötelemek ve büyütmekten ibaret olduğunu söylemek zor değil. Gerçek ve köklü bir çözüm ise tepeden inme değil vatandaşlardan gücünü alan yeni bir zihniyetle mümkün olabilir.
Hâkim olan yanlış bir algı da kapitalizmin herkes için iyi olduğudur. Bu tezi savunmak için kapitalizmin istediği denetimsiz serbest piyasa özgürlüğün kendisi gibi sunuluyor. Oysa bu sistem toplumun büyük kısmını bir anlamda köleleştiren bir düzendir. Özgürlük ancak sermaye sahiplerinin şarta bağlı olmaksızın daha çok para kazanma özgürlüğüdür. Kapitalizm geliştikçe açlığın, yoksulluğun ortadan kalkacağı iddialarıysa koca bir yalandan başka bir şey değildir. Şurası açık ki açlıktan ölümlerin nedeni kıtlık değil parasızlıktır. Dünyanın gıda rekoltesi tüm insanları beslemeye yeterlidir. Buna karşın fakirlik tüm savaşlardan, cinayetlerden daha çok sayıda insanı öldürmektedir. Gandhi'nin, "Vahşetin en ölümcül hali fakirliktir" sözü de bu durumla tamı tamına örtüşen bir ifadedir.
George Orwell 1984 adlı romanında totaliter bir rejim tarif eder. Bu rejimde iktidar her zaman haklıdır ve asla yanılmaz. Bu yanılmazlığın sürdürülebilmesi için tarih bile sık sık değiştirilir, yeniden yazılır. Vatandaşların sürekli iktidarın yanında yer almasını temin etmek için bir korku iklimi yaratılır. Düşmanlarla savaş halinde olunduğu sanal gerçekliği de bu korku ikliminin bir parçasıdır. Düşmanlar değişir ama savaş kalıcıdır. Yalanlarla yönetilen bu rejimde gerçeklik algısı da yok olur ve olayların bile gerçekleştiği şekilde kaydedilmesi mümkün olmaz. Bunun yerine yöneticilerin güçlerini korumaları için olayların nasıl kaydedilmesi gerekiyorsa o şekilde kaydedilmeleri ve gerekirse bu kayıtların da tekrar tekrar değiştirilmesi rutin bir uygulamadır. İnsanların ne düşündüğünü kontrol etmenin elzem olduğu bu rejimde medyanın tek işlevi de budur. Yine de düşünülmesi istenmeyenleri düşünen biri çıkarsa sürekli izlemede olan Büyük Birader (Big Brother) tarafından fark edilir ve gereği yapılır. Yazıldığı 1949 yılından bugüne kadar romanı okuyan hemen herkes dünya üzerindeki siyasi iklimin romanda yansıtılan distopik rejimle çok benzer olduğunu düşünmeden edemez.
1984'te tasavvur edilen vatandaş-devlet ilişkisinin bugünle tek benzerliği günümüzdeki siyasi iklim de değildir. Kapitalizm-insan ilişkisi de buna çok benzer bir ilişkidir. Başta reklamlar aracılığıyla pompalanan yoksunluk hissi ve onun bir sonucu olan tüketim isteği, bu tüketim isteğinin karşılanabilmesi için hangi iş olursa olsun daha çok ve daha çok çalışmanın tek çıkar yol olarak sunulması, dünün mükemmel ürünlerinin bugün kullanılmasının adeta utanç vesilesi haline sokulması... Temelde bugünkü ekonomik sistemimiz de 1984'e benzer şekilde başta tüketim alanı olmak üzere bireylerin neyi, ne zaman ve nasıl düşünmesi, nasıl hissetmesi ve nasıl hareket etmesi gerektiğini mümkün olduğunca dayatmaya çalışmaktadır. Tüm bireylerin aynılaşması, toplumun çatlak ses olmaksızın aynı istikamette yürümesi ve mümkünse düşünmemesi bir diğer hedeftir. Bu şekilde baktığımızda da 1984'ün distopya olmaktan çıkıp gerçeğe dönüştüğünü görüyoruz. Ya da daha doğrusu yaşadığımız gerçeğin distopyaya dönüştüğünü...
Sadece kurumsal değil bireysel ve toplumsal yaklaşımlarımızda da sorunlu noktalar var. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki tarihte en çok şeye sahip olan nesiliz ama halen çok daha fazlası için arayış içindeyiz. Sadece bu gerçek bile bir yerlerde yanlış yaptığımızı ve temel bir zihniyet değişikliğine ihtiyacımız olduğunu kanıtlar nitelikte. Yuval Noah Harari'nin Homo Deus: Yarının Kısa Bir Tarihi kitabındaki, "İnsanlık tarihinde ilk kez, insanlar az yemekten çok, çok yemekten ölüyor ve askerlerin, teröristlerin ve katillerin öldürdüğünden daha fazla insan intihar ediyor" sözleriyle ortaya koyduğu çarpık durum da yine aynı zihniyet değişikliği ihtiyacına işaret ediyor.
Bu ya da benzeri konular gündeme geldiğinde genelde insan doğası sorumlu tutulur. İnsanın hırslı, doyumsuz ve hep daha fazlasını isteyen bir yapıya sahip olduğu ifade edilir. Oysa sorunları insan doğasına atmak doğru bir yaklaşım değil. Genetik kodlarımız elbette çok önemli ve birçok özelliğimizi belirliyor. Ancak insanın içsel dinamiklerinin doğuştan kötü olduğunu söylemek büyük haksızlık olur. Daha doğru bir ifade, insanın davranışlarını kötüleştirenin yetiştirilme tarzı ve içinde yaşadığı toplumun kültürel kodları olduğudur.
Benzer alanlarda görev yapan genlerden hangisinin aktive olacağının bile küçüklükte yaşananlarca belirlenebildiği yapılan araştırmalarla ortaya konmuş durumda. Yani bir anlamda çevresel faktörler genetiğe bile etki ediyor. Dolayısıyla insanların birbirleriyle ve doğayla olan uyumsuzluğunu fıtratına yükleyip değişemeyeceğini söylemek kendimizi çözümsüzlüğe hapsetmek demektir.
Sorunların çözümünü siyasete bırakıp kendimizi soyutlamamız da önümüzdeki bir diğer engel. Siyaset toplum için yapılan bir görevdir ve er ya da geç toplumun isteklerine cevap vermek zorundadır. Dolayısıyla çözümün siyasette değil sistemin kendisinin yani bizim değişmemizde yattığını söylemek yanlış olmaz.
İyi ya da kötü siyasetçiler vardır ancak en nihayetinde hepsi bu sistem çerçevesinde çalışır. Zaten siyasetçilerin çoğunluğu da zengindir ya da arkalarında zengin şirketler vardır. Sistemin devamından yana çalışmaları normaldir. Biz bu sistemin parçası olmayı reddettiğimizdeyse sistemden yarar sağlayanların değirmenine su taşımamış oluruz. Karşı çıkmanın en temel yolu da zihniyetimizi değiştirmektir.
Tüketimimizi mercek altına alıp ihtiyaca yönelik hale getirmek değişmeye başlamak için çok güzel bir nokta. Bugün maalesef hayatımızdaki boşluğu eşyalarla doldurmaya çalışıyor, çoğu zaman kazandığımızdan daha fazlasını harcıyoruz.
Evlerimiz ihtiyacımız olandan çok daha büyük. Yapılan araştırmalar evlerimizin ancak yüzde 40'ını verimli kullandığımızı gösteriyor. Yani ev alırken ya da kiralarken gereksiz ve yüklü bir maliyete katlanıyoruz. Eşyalarla donatırken ve ısıtırken de öyle. Temizlerken daha çok yoruluyoruz, eskidikçe daha çok tamirat yapıyoruz. Kısacası hayatımızın değerli zamanını ve kaynağını ihtiyacımız olandan, hakkıyla kullanabileceğimizden daha fazlasına sahip olabilmek için harcıyoruz.
Bir an durup düşünelim. Hayalimizdeki arabaya, eve, telefona kavuştuğumuzda, en lüks saati ya da çantayı aldığımızda tatmin olacak mıyız? Mutlak bir mutluluğa mı ulaşacağız? Tabii ki hayır. İçine düşeceğimiz boşluk duygusuyla yeni hedefler koymak zorunda kalacağız. Yatımız yoksa almanın, varsa bir boy büyüğünü edinmenin bizi mutlu edeceğini zannedeceğiz. Ama hiçbir zaman hedefe ulaştık demeyeceğiz. Çünkü bizi hayata bağlayan hedeflerimizdir. Hedefe ulaşmak bir anlamda hayatın anlamının kaybolması, yaşam sevincinin azalması demektir.
O halde yapılması gereken: Hedeflerimizi değiştirmek.
Jim Carrey hedeflerimizin yanlış olduğunu, "Umarım bir gün herkes paraya ve şöhrete kavuşur... Ve böylece aradıklarının bu olmadığını anlar" sözleriyle ifade etmiş. Yapmamız gereken anlık tatmin sağlayan maddi hedeflerimizi ömür boyu bizi mutlu edecek amaçlara evirmeye çalışmak.
Yeni amaçlar herkes için farklı olabilir ve farklı olması da hepimizin yararına aslında. Kimisi hayata tutunmakta zorlanan bir çocuğun elinden tutar ve onun başarılarıyla mutlu olur, kimisi bir evsize gönlünü açar, kimisi enerjisini çevreyi, hayvanları korumaya harcar, kimisi yaşlı ya da hasta bakımına yönelir. Bu tip amaçların kişinin mutluluğu yanında toplumun faydasına da hizmet ettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Ne var ki yaşayageldiğimiz sistemde alışkanlıklarımız bağımlılıklarımız haline geldiğinden bu dönüşümü başarmak hiç de kolay değil. Ancak yavaş yavaş da olsa bu zihniyet değişimini gerçekleştirebilmek dünyamızın yaşadığı sıkıntılara en önemli faydayı sağlayacak.
Değiştirmemiz gereken bir davranışımız da elimizdeki paraya göre harcamama alışkanlığımız. Bir ürün almak istediğimizde o anki alım gücümüz, buna çoğu zaman kredi limitimiz de dahil, ihtiyaç duyduğumuz ürünün fiyatından fazlaysa daha pahalı ve daha fazla fonksiyona sahip olanlarına yöneliyoruz. Örneğin, araba alacaksak ve ihtiyacımızı karşılayacak olanın fiyatı alım gücümüzden düşükse bir üst modeli ya da daha donanımlı versiyonları tercih ediyoruz. Televizyon alacaksak hemen bir boy büyük modelle ilgilenmeye başlıyoruz. Bu alışkanlık nedeniyle kaynaklarımızı verimsiz harcıyor, bir anlamda finansal olarak özgür olabileceğimiz rahat bir geleceği farkında olmadan elimizin tersiyle itiyoruz.
Başarının sahip olunan maddiyatla ölçüldüğü bir zihniyetten topluma katkıyla ölçüldüğü bir zihniyete geçiş, insanların içinde bulunduğu kötü koşulların ortadan kalkmasına büyük fayda sağlayacağı gibi çevresel sorunların da önünün alınmasında kritik öneme sahip. Bizi içinde bulunduğumuz sorunlar yumağına kadar getiren de değerler sistemimizin çarpıklığı.
Günümüzde iş maalesef birçok insanın hayatının ana ekseni. Hayatımızdan aslan payını işimizin ya da işverenimizin alması normal karşılanıyor. Geçmişte yoğun mücadeleler ve ağır kayıplarla çalışma saatleri kısalmış olsa da durum hâlâ böyle. Sanayi, elektronik ve bilişimde yaşanan gelişmeler sayesinde üretim verimliliği yüzlerce kat arttığı halde çok yoğun çalışmaya devam ediyoruz.
Çalışmaya harcanan zaman yemek yapma, yürüme, bisiklete binme gibi zevkleri elimizden alıyor. "Paramız var ama zamanımız yok, en iyisi hazır yiyelim, taksiye binelim" demeye başlıyoruz. Önce çalışıp para kazanmak için zaman harcıyor, sonra da zaman kazanmak için para harcıyoruz. Adeta tekerleği döndüren fareler gibiyiz. Yarın bir gün yoğun çalışma temposu içinde yemek yemeğe gerek kalmasa ve hapla beslenebilecek olsak bunu iyi bir gelişme addedeceğiz. Oysa bu yaklaşımla yaşamın keyifli yanlarından, yani bir nevi kendisinden feragat etmiş oluyoruz. Bu çarpık yaklaşımın alternatifiyse ihtiyacımız kadar harcamak, daha az çalışmak, zamanımızı daha çok kendimize ayırmak olarak özetlenebilir. Bu sayede bilgiye, sevgiye, kültüre, sanata, kitaba daha çok zaman ayırıp enerjimizi sömüren maddiyatçı bakışa dur diyebiliriz.
Bu yaklaşımın olumlu bir başka yönü de otomasyonla azalan işgücü talebinin çalışma saatleri azaltılınca arzın da azalmasıyla dengelenebilecek olmasıdır. Aslında uzun zamandır Bertrand Russel, Arthur C. Clarke gibi düşünürler çalışma saatlerinin düşeceği, hatta çalışmanın ortadan kalkacağı tezini savunuyor. Örneğin, "Geleceğin hedefi tam kapasiteli işsizliktir, oyun oynayabilelim diye" sözleriyle Clarke işsizliğin ortadan kalktığı değil, herkesin işsiz olduğu ama elbette tüm ihtiyaçların karşılandığı ütopik bir gelecek hayal etmiştir. Bu hayal henüz gerçeğe dönüşmemiş olsa da yapay zekâ, makine öğrenmesi gibi gelişmelerle uzun vadede daha kısa süreler çalıştığımız bir dünya mümkün görünüyor.
Yalnız şu var ki otomasyon ve benzeri nedenlerle çalışma saatlerinin azalması özellikle düşük maaş ya da saatlik ücretle çalışanlar için sorun oluşturabilir. Ayın sonunu nasıl getireceğini düşünmek zorunda olanlar için serbest zaman da çok bir şey ifade etmez. Bu noktada evrensel temel gelirin devreye girip herkesin en azından temel ihtiyaçlarının karşılanması sorunun çözümüne katkıda bulunacaktır.
Yaşanan problemlerin temel nedenlerinden biri de insanın doğayla bütünlüğünü ve uyumunu kaybetmiş olmasıdır. Doğayı sömürülecek bir mecra olarak gördükçe düşmanlaştırmış, sadece nasıl paraya dönüştürebileceğini düşünmeye başlamıştır. Doğayı koruma düşüncesi bile çoğu zaman hafta sonu gidip stres atılabilecek yeşil alanların varlığını sürdürmesi, yani yine kişinin çıkarı üzerinedir. Oysa doğa düşmanımız değil dostumuz ve yaşamımızı sürdürmemizin temel kaynağıdır. Sadece evimizin yakınındaki orman değil okyanustaki plankton da hepimiz için değerlidir. İnsana faydası olsun ya da olmasın her türün yaşam hakkı kutsaldır. Yavaş yavaş tekrar yeşeren bu zihniyetin toplumda hâkim olması sorunlarımızın çözümü için de temel gerekliliklerden biridir.
Doğayla olan uyumsuzluğa bir örnek de milyonlarca yılda oluşan fosil yakıtların büyük bölümünü iki yüzyıl içinde tüketmiş olmamız. Bu hızlı tüketim nedeniyle bugünkü üretim hızına ulaşmış bulunuyoruz. Ama artık bu şekilde devam etmemiz mümkün değil. Aynı enerji kullanımını sürdürmek ya da artırmak için nükleer, güneş, rüzgâr gibi enerjilere yüklenmemiz lazım. Ancak onların da dezavantajları var. Nükleer ara ara şahit olduğumuz üzere olası kazalarla telafisi mümkün olmayan sonuçlar doğuran bir teknoloji. Güneş enerjisi, panellerinin üretiminde kullanılan, insan sağlığı ve çevre için zararlı ağır metaller dolayısıyla tahribata neden oluyor. Ayrıca bu paneller ışığı yansıttıklarından su gibi algılanıyor ve birçok canlının yumurtalarını bırakıp kötü etkilenmesine neden olabiliyor. Rüzgâr türbinleri çıkardıkları ses dolayısıyla çevre köylerde gürültüye sebep olmak, kuş sürülerine zarar vermek, çevrelerinde 2-3oC'yi bulan sıcaklık değişimleri yaratmak gibi etkilere sahip. Güneş ve rüzgâr enerjilerinin bir ortak zararı da fosil yakıtlar kadar olmasa bile küresel ısınmaya katkıda bulunmaları. Yapılan araştırmalar bu etkinin 0,24oC'ye kadar çıkabileceğini gösteriyor. Dolayısıyla enerji tüketimini bir gelişmişlik göstergesi olarak görüp sınırsız enerji tüketimi hayalinden ve hedefinden vazgeçmemiz gerekiyor. En azından yan etkisi olmayan enerji üretim teknolojileri geliştirilene kadar.
Matrix (1999) filminde sanal gerçeklik ürünü Ajan Smith ile makinelerden kaçmayı başaran insanların lideri Morpheus arasında geçen bir konuşmada Ajan Smith, insanların onun midesini bulandırmasının nedeninin çevreleriyle doğal bir denge geliştirememeleri olduğunu söyler ve insanoğlunu gezegenin kanseri olarak tanımlar. İnsanlık tarihine baktığımızda gerçekten de dünyayla etkileşimimizde doğal bir denge geliştirebildiğimizi söylemek mümkün değil. Aksine ona uyum sağlamak yerine onu kendi isteklerimiz için alabildiğine değiştirmeyi tercih ediyoruz. Ama artık dünyamızın tüm bu isteklerimize cevap veremeyeceğini görmüş durumdayız. Onunla uyum içerisinde yaşamayı tercih etmediğimiz sürece gelecekte karşılaşacağımız sıkıntıların boyutunu büyütüyoruz. Bugün doğaya uyum sağlamak nefsimize zor geliyor ama Aborjinler gibi kapitalizm öncesi birçok topluluk bunu başardı aslında. Bugün de zaman zaman aynı amaca hizmet eden örnekler görmek mümkün. Ekvador'da 2008 yılında yapılan bir anayasa değişikliğiyle yağmur ormanları güvence altına alındı. Bu örneklerin çoğalması hem daha iyi bir dünya hedefine ulaşmamız hem de moral ve motivasyonumuzu yüksek tutabilmemiz adına büyük öneme sahip.
Bahsettiğimiz zihniyet değişikliklerinin gerçekleşmesi şu anki bakış açımızla çok zor görünse de orta ya da uzun vadede toplumun olgu ve olaylara bakış açısında isteyerek ya da mecburen yaşanacak değişikliklerle gayet olası. Unutmayalım ki avcılık ve toplayıcılıktan tarım toplumuna geçiş ve tarımdan sanayi toplumuna geçiş çok ciddi zihniyet değişiklikleriyle birlikte yaşandı. Kapitalizmden kapitalizm sonrasına geçiş de elbette yine bir zihniyet değişikliğiyle gerçekleşecek. Şu anda böyle bir değişime ihtimal verememe nedenimiz de halen esiri olduğumuz kapitalist zihinle düşünüyor olmamız. Benzer şekilde avcı toplayıcı bir toplumda da tarım toplumunu tahayyül etmek çok uzun süre boyunca imkânsızdı ama nihayetinde bu devrim gerçekleşti.
Referans:
Nasıl Bir Gelecek?
Giray Kömürcü