Küresel ısınmanın varlığı ve tehlikeleri konusunda dünya kamuoyunda iyi-kötü bir konsensus oluşmuş durumda. Yapılan tüm bilimsel çalışmalar ve net, tartışmaya yer bırakmayacak ölçümlere karşın hâlâ çatlak sesler olsa da, geldiğimiz konsensusu önemsiyorum. Çatlak sesler, ispatlanmış olgulara karşı bile hep olacaktır. Ne de olsa insanlar komplo teorilerinden saf gerçeklere kıyasla daha çok hoşlanıyor, daha çok prim veriyorlar. Ama en nihayetinde gerçekleri çok uzun süre eğip bükme güçleri de yok.
Konumuza dönersek, varılan konsensusla beraber dünya, gereken hızda olmasa da, küresel ısınmanın kontrol altına alınması konusunda bir dizi eylem planı oluşturmayı başardı.
Bu eylem planlarından ilki 1997'de kabul edilip 2005'te yürürlüğe giden Kyoto Protokolü, diğeri ise geçtiğimiz günlerde devreye alınan Sınırda Karbon Düzenleme Mekanizması.
Çok kısaca Kyoto Protokolünün hedeflerine göz atalım:
- Sera gazı emisyonlarının 1990 yılındaki değerlere göre ortalama yüzde 5 azaltılması,
- Isınma, ulaşım ve endüstride enerji verimliliğinin artırılması,
- Çöp depolamada çevreci yaklaşımların temel alınması,
- Fosil yakıtlar yerine alternatif enerji kaynaklarının tercih edilmesi,
- Çimento, kireç, demir çelik gibi yüksek enerji talebi olan sektörlerde atık işlemlerinin düzenlenmesi,
- Termik santrallerde daha az karbon üreten teknolojilerin devreye alınması,
- Yüksek miktarda yakıt tüketen ve karbon üretenlerden fazla vergi alınması.
Bir diğer somut eylem planı ise Avrupa Birliği'nin 1 Ekim 2023 itibariyle ilk fazı resmen yürürlüğe girmiş olan Sınırda Karbon Düzenleme Mekanizması (SKDM). Avrupa Yeşil Mutabakatı ile belirlenen bu mekanizma ile kıta uzun vadede karbon nötr olmayı, yani sera gazı emisyonlarını önemsiz miktarlara indirmeyi amaçlıyor.
SKDM tam olarak devreye girdiğinde AB'de yerleşik ithalatçıların karbon emisyonu yüksek sektörlerden yaptıkları ithalat için karbon sertifikası adı altında bir ödeme yapmaları gerekecek. Yapılacak ödeme de ithal edilen ürünün üretiminde salınan sera gazıyla doğru orantılı olacak.
Bu durumun bir sonucu olarak temiz enerji ile üretim yapıp AB'ye ihracat yapacak firmalar yüksek karbon salınımı yapan rakiplerine kıyasla rekabet avantajı kazanacaklar.
Ülkemizde devletin de desteğiyle ciddi bir gelişme içerisinde olan yenilenebilir enerji üretimine verilen önemin bir sebebi de işte bu SKDM mekanizması.
Her iki girişimi de çok önemsemek ve başarıya ulaşmalarını canı gönülden dilemekle birlikte yazının konusu doğrudan Kyoto Protokolü ya da SKDM olmadığından bu konularda daha fazla detaya girmeyeceğim.
Karbon salınımı konusunda devletlerin tüm sorumluluğu şirketlere yüklemesi doğru mu, yeterli mi?
Asıl dikkatinizi çekmek istediğim husus her iki mekanizmada da asıl sorumluluğun ilk etapta şirketlere yükleniyor oluşu. Yani şirketler karbon salınımının sınırlandırılması için gerekli tedbirleri almakla, gerekirse ek mali yükümlülüklere katlanmakla mükellefler. En nihayetinde şirketlerin katlanacakları maliyetleri tüketicilere yansıtacakları kesin olsa da tek sorumlu olarak üreticileri tutmak biraz sorunlu bir yaklaşım.
Karbon salınımını tek başına şirketler mi yapıyor?
Karbon salınımı üretim esnasında yaşanıyor olsa da tüm sorumluluğu üreticilere yıkmak doğru değil. Çünkü yapılan üretimin tek bir amacı var: Tüketim. Yani tüketiciler olarak aslında karbon salınımından doğrudan biz sorumluyuz. Üretim yapan şirketlerden daha çok…
Unutmayalım ki tüketimimizi kıstığımız anda üretim sırasında ortaya çıkan karbon salınımını bir anda sıfırlamış oluyoruz. Hiçbir mekanizmaya, vergilendirmeye, denetime ihtiyaç kalmadan…
Tek sorunumuz karbon salınımı mı?
Küresel ısınma elbette çok ciddi bir tehdit ve topyekûn mücadele edilmesi gereken bir olgu. Ancak açlıktan, yoksulluğa, işsizlikten eşitsizliğe, temiz su kaynaklarının azalmasından, okyanuslarımızı kaplayan plastiklere, düzgün bertaraf edilmediği için toprak, su ve hava kirliliğine yani çevresel felaketlere yol açan atıklarımıza kadar bir çok başka sorunumuz da var. Ve bu sorunlarımızın istisnasız tamamı tek bir olgu ile ilgili. Tüketim kültürü. Ya da tüketim kültürümüzdeki çarpıklık, aşırılık.
Tüketim kültürüne vurulacak bir darbe iklim kriziyle mücadelemizi kolaylaştıracağı gibi diğer ekonomik ve çevresel sorunlarımızın çözümüne de büyük katkı sağlayacak.
Çöplerin çevreci yaklaşımlarla depolanması ve çöp kaynaklı sera gazı salınımlarının azaltılması küresel ısınma ile mücadelenin önemli ayaklarından biri. Oysa çöp depolamanın çevre ile uyumlu olması ancak ikincil bir önlem/zorunluluk olmalı. Ana amacımızı çöp çıktımızı azaltmak olarak belirlemek durumundayız. Daha az tüketim demek daha az atık demek. Daha az atık daha az kirlilik, daha az çevresel felaket, daha çok temiz su, hava ve toprak demek.
Tek kullanımlık ürünlerden kaçınmaktan tutun da ambalajlı ürün kullanımını azaltmak, eşyalarımızı ekonomik ömrünü tamamlamadığı halde sırf modası geçti diye çöpe atmaktan vazgeçmeye kadar bu konuda yapabileceğimiz o kadar çok şey var ki…
Sadece ambalaj atıklarımız bile korkunç boyutlarda. Bir an için bu atıkları doğaya bırakma hakkımızın olmadığını ve evlerimizde saklayacağımızı düşünelim. Bu senaryoda her yıl kendi hacmimizden çok daha büyük bir hacmi plastik atıklara ayırmak ve çok geçmeden kendi evimizi terk etmek zorunda kalırdık. Farkında olmasak da bu denli yaygın bir plastik tüketimimiz var.
Tüketimimizi azaltmanın insanlık adına faydalı birçok sonucu daha var şüphesiz.
Daha az tüketim demek üretim kapasitemizin yeniden düzenlenmesi, daha az ihtiyaç duyulmaya başlanan ürünler yerine gıda gibi temel ihtiyaç malzemelerine odaklanılması, açlık, susuzluk, yoksulluk gibi insani sorunlarımızda bir umut ışığı yaratılması demek. Biyodizel amaçlı kanola bitkisi üretmek yerine temel gıda üretmek neden mümkün olmasın? İhtiyaç olduğunda binlerce kilometre öteden en ücra köye kadar petrol ürünleri ulaştırılabilirken susuzluğun giderilememesi mümkün mü?
Daha az tüketim demek dünya kaynaklarının yanında kişisel kaynaklarımızın da çok daha verimli kullanılması demek. İhtiyaç dışı tüketimin kişisel kaynaklarımızın boşa harcanmasına yol açması bizi daha çok çalışmaya mecbur bırakıyor. Yok yere yaşadığımız maddi sıkıntılar stresimizi artırıyor. Tasarruf etmemizin önüne geçmesi emeklilik yaşımızı sürekli öteliyor. Bunların yanında, her alışveriş ayrı bir zaman kaybı ve efor anlamına geliyor. Kısacası aynı işi görecek farklı ürünleri kullanmak için yaşamımızı feda ediyoruz. Bunun yerine eşyalarımızı amaç değil araç olarak görüp yaşayacağımız deneyimlere odaklanmak, kaynaklarımızı mutlu olacağımız unutulmaz anılar oluşturmaya yönlendirmek çok daha anlamlı.
Bu düşünce tarzı kapitalizmin kucağına doğmuş bizler için olağan dışı görünüyor olabilir. Ama küresel ısınma da, yaşadığımız ekonomik ve çevresel sorunlar da kapitalizmin doğrudan birer sonucu. Dolayısıyla bu sorunlarla da ancak sınırsız tüketim ütopyası olan Kapitalizm'in bize çizmiş olduğu sınırların dışına çıkarak mücadele edebiliriz.
Bu çerçeveden bakıldığında devletlerin sadece üreticilerle ilgili kararlar alarak küresel ısınma ile mücadele etmesi, sonuca ulaşmayı zorlaştıran ve geciktiren bir yöntem. Ek olarak tüketicilerin bilinçlendirilerek ve gerekli teşvikler sağlanarak her boyutuyla tüketim kültünün zayıflatılması, insanlık ve dünya üzerinde yaşayan tüm canlıların yaşam hakkına en temel destek, en büyük katkı olacaktır.
Giray Kömürcü kimdir?Giray Kömürcü 1982 yılında İzmit'te doğdu. İlkokulu Değirmendere Donanma İlköğretim okulunda, Ortaokulu Gölcük Anadolu Lisesinde, liseyi İstanbul Atatürk Fen Lisesinde okudu. Sabancı Üniversitesi Mikroelektronik Mühendisliği 2005 mezunu olan Giray Kömürcü aynı alandaki doktora çalışmalarını 2014 yılında Boğaziçi Üniversitesinde tamamladı. Halen Elektronik sektöründe tasarım sorumlusu olarak çalışmalarını sürdürüyor. Bunun yanında ekonomi ile yakından ilgileniyor, yatırımcılığın yanı sıra çevreye duyarlı, eşitlikçi bir ekonomi üzerine çalışmalarını sürdürüyor. Nasıl Bir Gelecek? isimli kitabı 2020 yılı Mart ayında Aganta Yayınevi aracılığıyla okurla buluştu. İlgi alanları arasında dağcılık ve kampçılık başta olmak üzere doğa sporları ile seyahat ve fotoğrafçılık yer almaktadır. Evli ve iki çocuk babasıdır. |