Dört bölümlük yazı dizimizin şu ana kadar yayımlanan ilk iki bölümünde Koronavirüs'ün yaratacağı kalıcı etkilere değinmiş ve bunların dünyamıza yansımalarını ön görmeye çalışmıştık. Üçüncü bölümde ise salgın öncesi durumumuzu ortaya koyduk. Bu son bölümde ise salgın sonrası olası senaryoları tartışmaya çalışacağız.
Daha önce de ifade ettiğimiz gibi sürekli artan bir tüketim kapitalizmin ayakta kalması için bir zorunluluk. Küçülen ya da büyümeyen bir ekonomide faizle sürekli artan borçların ödenebilmesi, yeni yatırımlar yapılabilmesi, yeni iş sahalarının açılması mümkün değil. Buna karşın Sanayi Devrimi'nden bugüne hızla artan tüketimin artık sürdürülemez boyuta geldiği de bir diğer gerçek. Küresel ısınma ve çevresel felaketler gibi olgular yaşam tarzımızı acilen değiştirmemiz gerektiğinin en önemli göstergeleri. Kaldı ki bir türlü çözülemeyen açlık, işsizlik, yoksulluk gibi insani problemler de tüketim odaklı bir sistemin başarısızlığını açıkça ortaya koyuyor.
Bu durumda kendi içinde çelişen bir durumla karşı karşıya olduğumuzu ifade edebiliriz. Ekonomik sistemimizi sürdürebilmek için tüketimi arttırmaya, dünyamızın yaşanabilir koşullarını korumak içinse azaltmaya ihtiyacımız var. Koronavirüs etkisiyle birçok sektörün çalışma şeklinden alışveriş alışkanlıklarımıza kadar geniş bir çerçevede tüketimi azaltacak yönde değişiklikler olabileceğini ifade etmiştik. İnsanların eşya biriktirmektense deneyimlere yöneleceği bir yaşam tarzının bu süreçle beraber yayılması bir diğer olası sonuç. Tüm bunlar tüketimin gelecekte kapitalizmin gerektirdiği ölçüde artamayacağının bir göstergesi. Bir başka deyişle kapitalizm için en temel felaket senaryosu. Dünyamız içinse kaçınılmaz bir gereklilik.
İşsizliğin sürekli yüksek seyrettiği, tüketimin azaldığı, ekonomik büyümenin sürdürülemez hale geldiği bir ekonomide iki farklı senaryo gündeme gelebilir. Bunlardan ilki daha vahşi, daha acımasız bir kapitalizmin tahakkümünü sürdürmesi. Sürekli artan nüfusun işgücü arzını arttırmasının düşen işgücü talebiyle birleşmesi, çalışan ücretlerinde zaten geçmişten beri süregelen düşüşü hızlandıracaktır. Çalışanların işverenlere karşı pazarlık güçlerini kaybetmeleri ister istemez toplumdaki eşitsizliği daha da arttıracak ve yoksullukla mücadele edenlere yenilerinin eklenmesiyle sonuçlanacaktır. Bu koşullar kapitalizmin her daim ideali olan daha düşük maaşlara olanak sağlayacak kadar yüksek, ama toplum genelinin hâlâ tüketici kimliğini sürdürebileceği kadar da düşük bir işsizliğin sürdürülmesine imkan verecek.
İş bulmakta zorlanan kişilerin iş güvencesi olmadan, kayıtdışı çalışmak zorunda kalmasının yaratacağı insani sıkıntıların yanında bu durumun devletlerin de işini zorlaştıracağı muhakkak. Zaten yaşlanan nüfusları nedeniyle sıkıntı yaşayan birçok Avrupa ülkesinin sosyal devlet olmayı sürdürmeleri çok daha zor hale gelecek. Onların da havlu atması ise ABD tipi vahşi kapitalizmin giderek yerleşmesine imkan tanıyacak. Devletler güç kaybederken uzun süredir gücü elinde tutan sermaye güçlenmeye devam edecek. Bu süreçte medya da şimdiki rolünü oynamayı sürdürecek. Reklamlar aracılığıyla insanlara gösterilecek havuçla geniş kitleler sürekli çalışmaya kanalize edilecek. Sistemin mükemmelliği, fırsat eşitliği, çalışan herkesin zengin olabileceği vurgulanacak. Yoksulluğun suçlusu olarak da tembel olmaları gerekçesiyle yoksulların bizzat kendisi ilan edilecek.
Distopya olarak nitelendirebileceğimiz bu senaryoda bizi yine tüketimin ne pahasına olursa olsun azdırılmaya çalışıldığı, küresel ısınma, çevre kirliliği gibi sorunların hasıraltı edildiği, küçük bir insan topluluğunun elinde tuttuğu tüm doğal kaynak ve zenginliklerin daha da arttığı, milyarlarca insanın hayatının ise daha da kötüye gittiği bir gelecek bekliyor olacak.
Alternatif senaryoda ise kapitalizmin artık insanlığın ihtiyaçlarını karşılayamadığının anlaşılması ile ekonomik sistemimizin hızlı bir dönüşüme uğraması söz konusu. Bu senaryoda tüketim miktarımızın dünya kaynaklarıyla orantılı bir seviyeye indirilmesi çevresel problemlerin kontrol altına alınabilmesi için ilk adım olarak karşımıza çıkıyor. Yaşanacak bir zihniyet devrimi sonucu tüketimin azaltılması sadece çevresel problemlerin değil açlık ve yoksulluk gibi insani problemlerin çözülebilmesi için de kritik önem taşıyor. "Nasıl Bir Gelecek?"te anlatıldığı gibi bugün ekonominin önceliği yoksulların ihtiyaçları değil tüketim gücüne sahip olanların istekleri. Bu istekler azaldıkça yoksullar için yapılabilecekler giderek daha fazla gündeme gelecektir.
"Açlık ve yetersiz beslenme sorununun temelinde dünyanın bu nüfusu besleyebilecek kaynaklara sahip olmaması değil, kapitalizmin bu soruna bakış açısının olduğunun bir başka göstergesi de son dönemde Amerika ve Avusturalya başta olmak üzere hemen her kıtada geniş alanlarda gıda üretimine son verilip kanola gibi endüstriyel bitkilerin yetiştirilmesine geçilmesidir. Yarın daha fazla kazanç getirecek olsa en temel gıda maddelerinin dahi üretimini kısıp farklı ürünlerin yetiştirilmesine geçecek bir ekonomik sisteme sahibiz. Sorunlarımızın önemli bir kısmının özünde de bu ekonomik sistemin izlerine rastlamamız elbette çok doğal. Keza savaşlara ya da lüks tüketime harcanan emek, para ve doğal kaynaklar birçok sorunu çözmek için fazlasıyla yeterli olsa da tercihlerimizi bu yönde kullanamıyoruz."
Tüketim düşüşünün yaratacağı işsizlik probleminin çözülebilmesi için iki farklı mekanizmanın devreye girmesi olası görünüyor. İlki, insanların tüketimlerini azaltmalarının çalışma sürelerini de kısmaya imkan tanıyacak olmasıdır. En nihayetinde harcamak üzere çalışan insanların tüketim ihtiyaçları düştükçe çalışma sürelerini de kısaltmaları mümkün olacaktır. Az çalışmak az tüketmek ve hayata zaman ayırmak kulağa fena gelmiyor olsa gerek. İnsanların çalışma sürelerinin kısalması daha çok çalışanın iş bulmasına imkan sağlayıp işsizliği azaltıcı yönde etki edecektir. Bu yönde gelişmeler şimdiden bazı ülkelerde gündeme taşınmaya başladı bile. Finlandiya Başbakanı Sanna Marin 2020 yılı ocak ayında yaptığı açıklamada haftalık 40 saatlik çalışmanın 4 gün 6’şar saat olmak üzere 24’e indirilmesini önermiş ve "Bence aileler kültür faaliyetlerine, sevdiklerine hobilerine daha fazla vakit ayırmayı hak ediyor. Bu amaçla Finlandiya'da çalışma saatlerinin yeniden düzene sokulması önemli" İfadeleriyle amacını açıklamıştır.
Sanayi Devrimi'yle başlayan, otomasyon ve yapay zeka ile artmaya devam eden üretim verimliliği bir noktadan sonra işsizliğin ortadan kalkmasını yani tam istihdama ulaşılmasını imkansız kılıyor. Çalışma saatlerini yarı yarıya kısaltsak bile gerek üretimin insan gücüne ihtiyacının düşmesi gerekse bahsettiğimiz sebeplerle tüketimin azalması işsizliğin sona ermesini imkansız kılıyor. Bu noktada tüm insanların yaşam hakkından yola çıkarak herkese temel ihtiyaçlarını karşılayabilecekleri ölçüde minimum bir gelir sağlanması önem arz ediyor. Evrensel temel gelir olarak adlandırılan bu olgu 200 yıla yakın süredir tartışılmakta ve ufak çaplı olarak yer yer denenmektedir. Hatta ABD başkanları Nixon ve Carter tarafından tüm ülkede uygulanması için önerilmiş ancak bir türlü Kongre onayı alamamıştır. O günden bugüne Paul Krugman, Martin Wolf gibi dünyaca bilinen ekonomistler ile New York Times, Financial Times, Economist gibi gazete ve dergilerce ele alınan evrensel temel gelir hakkında son açıklama ise İspanya’dan geldi. Koronavirüs salgını dolasıyla alınacak ekonomik önlemlere ihtiyaç sahiplerine karşılıksız ve sürekli minimum bir gelir sağlanmasının da eklendiği ülkede mayıs ayında yasalaşmanın tamamlanması ile ödemelerin başlaması hedefleniyor.
Evrensel temel gelire yapılan eleştirilerin başındaysa insanları tembelliğe sevk edeceği ve verimliliklerini düşüreceği iddiaları geliyor. Bugüne kadar yapılan küçük denemelerde toplanan veriler ise bu iddiaları destekler nitelikte değil. İnsanların büyük çoğunluğunun çalışmayı bırakıp sadece temel ihtiyaçlarını karşılayabilecekleri minimum bir gelir için hayat standartlarından vazgeçmelerini beklememiz için hiçbir sebep yok. Aksine toplumun en yoksul kesimine sağlanabilecek temel gelirin onları adeta hayattan koparan şartları iyileştirip topluma kazandırması muhtemel.
Çok kısaca değindiğimiz tüketimin azalması ve evrensel temel gelir vahşi kapitalizme alternatif senaryonun iki önemli ayağı. Ancak elbette ki yepyeni bir ekonomik sistemin bunlardan ibaret olması düşünülemez. Charles Eisenstein’ın Kutsal Ekonomi kitabında detaylı olarak anlattığı Armağan Ekonomisi, Thomas Piketty’nin Kapital isimli eserinde detaylandırdığı vergi reformu, sürekli borçları büyüten, zenginin daha zengin fakirin daha fakir olmasına hizmet eden faizin ortadan kalkması, işletmelerin çevreye verdikleri zararların karbon kotası benzeri yöntemlerle maliyetlere yansıtılması gibi unsurlar daha insani, daha çevreci, zenginliklerin eskiye kıyasla daha çok paylaşıldığı, deneyimlerin maddeciliğe üstün gelmeye başladığı post-kapitalist hatta anti-kapitalist diye nitelendirebileceğimiz bir çağda yerlerini alacaklardır.
Bugüne kadar sadece kapitalist sisteme şahit olmuş insanlar olarak bizlere alternatif senaryo çok ütopik ve imkansızmış gibi gelebilir. Ancak unutmayalım ki insanlık tarihi bunun gibi birçok devrimle dolu. Algılamakta zorlansak da avcılık toplayıcılıktan tarıma geçiş, köleliğin kaldırılması gibi birçok olay da öncesinde tahayyül bile edilemezdi. Benzer şekilde günlük 16 saate varan çalışma sürelerinin 8 saate indirilmesi çok zor ve çetin bir mücadele sonunda elde edilerek insanlığın kazanımlarına eklenmiştir. Bundan sonra da tarih öngörmekte zorlandığımız olayları yazmaya devam edecek.
Koronavirüs'ün yaratacağı etkilerden yola çıkıp günümüzdeki durumumuza değindiğimiz yazı dizimizin bu son bölümünde de geleceğe dair olası senaryoları tartışmaya çalıştık. Neresinden bakarsak bakalım salgın hızla sona erse bile gelecek geçmişten çok farklı olacak. Dünyamızın sorunlarını göz önüne aldığımızda olmalı da!
Bizler kadar çocuklarımız ve gelecek nesiller de yaşanabilir bir dünyayı hakediyor. Bunun için de yepyeni hayaller kurmak, yeni hedefler peşinde koşmak, geçmişin bilincinde olup yüzümüzü geleceğe dönmek zorundayız.