Uzun süredir içinde bulunduğumuz Koronavirüs sürecinde alınacak önlemlerin dozu Türkiye'de olduğu gibi dünyada da yoğun olarak tartışılıyor. Ekonomilerin kapatılıp kapatılmaması, sokağa çıkma yasaklarının ne düzeyde uygulanacağı, yurt dışı seyahatlerin durumu, turizm faaliyetlerinin kısıtlanıp kısıtlanmaması gibi konularda ne ülkeler arası ne de ülkelerin kendi içlerinde bir fikir birliğine varılabiliyor.
Normalleşmeyi savunan ve ısrarla tekrar ekonominin kapatılmaması için çaba sarf edenlerin başında ABD Başkanı Trump geliyor. Sık sık eyalet valilerine yaşamı normale döndürmeleri hususunda tehditler savurmaktan geri kalmayan başkanın ülkesinde vaka sayısının kontrol altına alınmasını bırakın son günlerde 40 bine varan yeni vakayla rekorlar kırılıyor. Trump'ın bu durumun farkında olmaması da olasılık dahilinde değil şüphesiz. Ancak farkında olduğu bir diğer gerçek var ki ekonomik büyümenin sekteye uğramasının sadece kendi başkanlığına değil tüm ABD vatandaşlarının da refahına mal olacak olması.
Burada ekonomik sistemimize çok kısaca değinmekte fayda var. Kredi, yani borç üzerine kurulu bir sistem olan kapitalizmin can damarı ekonomik büyümedir. Küçülmeyi bırakın aynı hızda dönen bir ekonomi bile kapitalizm açısından kabul edilemezdir ve krizlerin oluşması kaçınılmaz hale gelir. Bunun en temel nedeni, kredi faizlerinin ancak büyüyen bir ekonomide ödenebilecek olmasıdır. Bir başka deyişle durağan bir ekonomide borçların çevrilmesi ancak faizlerin 0 olması ile mümkündür. Aynen bisiklete binmenin sürekli pedal çevirmeyi gerektirmesi gibi kapitalist ekonomi de sürekli hızlanmak zorundadır. Yavaşlamak ya da sabit hızda gitmek imkansızdır.
Yaşadığımız pandemi sürecinde de ekonomilerin yavaşlaması nedeniyle hem hükümetlerin hem de özel sektörün borçlarını çevirmeleri doğal olarak zorlaştı. Şirketler düşen satışların bozduğu nakit akışları nedeniyle zora girerken hükümetleri de düşen vergi gelirlerine karşın artan sosyal yardım gereksinimleri zorluyor. Birçok ülke bütçesinde meydana gelen devasa açıklar doğal bir sonuç olarak karşımıza çıkıyor. Örneğin, Tablo 1'de görüldüğü üzere ABD hükümetinin borcu son 2 ayda 2 trilyon USD artarak 26 trilyon USD'ye yükseldi. Bu miktar 20 trilyon civarı olan yıllık Gayri Safi Yurtiçi Hasılasının oldukça üzerinde bir büyüklüğe işaret ediyor. Pandeminin hızlı bir şekilde toparlanmadığı her gün bu borcun hızla artması kaçınılmaz.
Tablo 1: ABD Hükümeti Borcu
Bütçe açıklarının finanse edilmesinin temel olarak iki yolu olduğunu söyleyebiliriz. İlki tahvil ihracı yoluyla piyasadan borçlanmak, ikincisi ise Merkez Bankalarının para basıp tahvilleri satın alarak hükümetleri finanse etmesi. Gördüğümüz kadarıyla pandeminin yarattığı ağır tahribatla mücadelede her iki yolun da ABD başta olmak üzere birçok ülkede kullanıldığı anlaşılıyor. Her ne kadar bir anlamda zorunluluk sonucu uygulanıyor da olsalar bu yaklaşımların olumsuz yan etkileri yadsınamaz boyutta olacak.
Özellikle alt gelir grupları salgından ekonomik anlamda en çok etkilenen kesimi oluşturuyor. İşsizlik doğrudan gelir kaybına sebep oluyor ve en temel insani ihtiyaçların bile karşılanamaması sonucunu doğuruyor. Yüksek miktarda para basılmasının uzun vadede yaratacağı enflasyonist etkinin ise hemen herkesin satın alma gücünü düşürmesi ve geniş kitleleri yoksulluk ya da açlık sınırının altına itmesi kaçınılmaz. Bu derece vahim bir durumda ekonomiyi daha fazla durdurmayı bırakın, yavaşlatmanın bile çok ciddi toplumsal etkiler bırakacağı kesin. Yani bir anlamda salgın ya doğrudan sağlığımızı tehdit edecek, ya da ekonomik sonuçlarıyla topluma büyük zarar verecek. İşte tam da bu nedenlerle ülkeler artık vaka sayılarını çok da dikkate almaksızın kademeli de olsa normalleşmeyi bir zorunluluk olarak görüyor.
Diğer tarafta ise Koronavirüsün ölümcül etkisi ile karşı karşıyayız. Dünya çapında vaka sayısı 10 milyona dayandı ve hergün 200 bin kişi enfekte olmaya, 5 bin kişi ise hayatını kaybetmeye devam ediyor. İşin kötü yanı birçok ülkede 2-3 ay boyunca uygulanan çok sıkı önlemler neticesinde hedeflenen noktaya gelemedik. Önümüzdeki dönemde de önlemlerin gevşetilmesi ve insanların inisiyatifine bırakılmasıyla bugünümüzü aratacak sonuçlara yol açmasından endişe ediliyor.
Pandeminin ilk başladığı dönemlerden beri virüsün mutasyona uğrayıp öldürücü özelliğini kaybedebileceği umuluyordu. Ancak henüz bu yönde bir gelişme bilim insanlarınca açıklanmış değil. Yoğun bakım ihtiyacı duyan hasta oranının düşmesi ise tedavi süreçlerinin iyileşmesi ve ekonomilerin açılmasıyla düşen yaş ortalamasına bağlanıyor. Dolayısıyla tedbirlerin gevşetilip normal hayata dönüşün başlaması şimdiye kadar karşılaşmadığımız kadar çok vaka ve kayıp anlamına gelebilir.
Bir diğer çıkış kapısı ise aşının bulunup yaygın olarak uygulanması. Ancak bu konudaki en iyimser tahminler bile 2021 başından önce aşının piyasaya çıkabileceğine pek ihtimal vermiyor. Kaldı ki bulunacak aşının nasıl bir süre içinde tüm insanlara uygulanacağı, bunun maliyetinin nasıl karşılanacağı belirsizliğini koruyor. Muhtemel ki aşı bulunduktan bir yıl sonra bile dünya nüfusunun ancak küçük bir kesimine uygulanmış olacak.
Bu şartlar altında durumun toparlanmasının tek yolu olarak sürü bağışıklığı sağlanması kalıyor. Bu konudaki veriler ise halen umut vadetmekten çok uzak. İngiltere'de bir süre denenip rafa kaldırılan sürü bağışıklığını en başından beri ısrarla uygulayan ülkelerin başında İsveç geliyor. Ancak orada bile mayıs ayında açıklanan rakamlar toplumun ancak yüzde 7-8'lik bir bölümünün bağışıklık geliştirdiğini gösteriyor. Oysa bu yöntemin başarıya ulaşması için toplumun 3'te 2'sinin bağışıklık geliştirmesi gerekli. Kaldı ki sürü bağışıklığı neticesinde hayatını kaybeden yaşlı ve bağışıklığı zayıf kimselerin de geri dönüşü mümkün değil.
Dolayısı ile ne ekonomilerin tamamen kapatılması ne de önlemlerin gevşetilip normalleşmenin başlaması kesin bir çözüm olarak karşımızda duruyor. Her iki durumda da istisnasız tüm toplumların her anlamda ciddi sorunlarla karşılaşması kaçınılmaz. Zaten bu derece yıkıcı olayların çok kısa sürede çözümlenip neredeyse kayıpsız atlatılması işin doğasına aykırı. İşleyen bir sistemin her ne sebeple olursa olsun sekteye uğradıktan sonra eski kararlı yapısına dönmesi ancak belirli maliyetlere katlanarak mümkün olabilir. Tarihte de ister salgın olsun, ister deprem, yangın gibi doğal afetler, isterse savaşlar, her zaman çok kişi bedel ödemiş ve toplumlar yaşadıkları gerilemelerden ancak uzun bir süre sonra eski seviyelerinin üstüne çıkıp gelişmelerini sürdürebilmişlerdir.
Peki ne olacak?
İşte bu gerçekten çok zor bir soru. Geldiğimiz noktada ekonomileri tamamen kapatmamız da, salgını yok farz edip her aktivitemizi eski normalde sürdürmemiz de olası görünmüyor. Uzun bir süre daha bu virüsle yaşamaya mecburuz. Bunun için de ekonomik aktivitelerin sürmesi gerektiği gibi her türlü önlemi almamız da elzem. İlk olarak yapmamız gerekense bir daha hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı gerçeğini, en azından çok uzun bir süre için, kabullenmek ve ona göre yeni hayat tarzımızı, sistemlerimizi oturtmak.
Şu bir gerçek ki her anlamda çalışıp üretmek zorundayız. Neslimizin devamı için üremek ve eğitim sistemimizi ayakta tutmak zorundayız. Sosyal varlıklar olarak çevremizle iletişim kurmak zorundayız. Gerektiğinde dinlenmek, stresimizi atmak, bunlar için de hobilerimize zaman ayırmak, gezmek vb. aktivitelerde bulunmak zorundayız. Ancak bunları eskiden yaptığımız şekilde sürdürmek zorunda değiliz. Zira dünya artık eski dünya değil ve olmayacak.
Kişisel önlemlerimizi en üst seviyede sürdürmek, eski alışkanlıklarımızı terk edip sosyalleşmemizi mesafeli bir hale getirmek hepimizin bildiği en temel adımlar. Bunların yanında en önemli görev de işverenlere düşüyor. İster devlet kurumları olsun, isterse özel sektör, eski iş yapış şekillerini değiştirip salgın sürecine adapte olmaları çok önemli. Uzaktan yüksek bir verimle sürdürülebilen her işin çalışanlarca evden yürütülmesi bu adımların başında geliyor. Her ne kadar normalleşme başlasa da işe gitmesi zorunlu olmayanların evden çalışması süreci kolay atlatmamıza katkı sağlayacak. İşe gitmesi zorunlu olanlar içinse çalışma ortamında virüs yayılımını minimuma indirecek düzenlemeler yapılması büyük önem arz ediyor. Bu önlemler ile kontrol altında tutulmaya çalışılacak yayılımın kontrolden çıkma riski doğduğunda ise ekonomilerin kısa süreli de olsa kapatılıp salgının tekrar kontrollü bir seviyeye indirilmesi uzun soluklu mücadelemize katkı sağlayacaktır.
Sözün özü, maalesef insanlık olarak Koronavirüs'e karşı kesin çözüm içeren bir reçeteye sahip değiliz. Salgının toplum sağlığı ve ekonomi üzerindeki etkilerini mümkün olduğunca dengede götürüp ekonomileri aç kapa yaparak süreci en az hasarla atlatmaya çalışmak tek çıkar yol gibi görünüyor.