Harcıâlem bir cümle olacak ama tıpkı şarap gibi, dostluklar da ancak yıllar, hatta on yıllar içinde mayalanır, kıvamına gelir, tatlanır. Üstelik dostluklar şarap gibi en aromalısından ahşap fıçılar içine konulup, loş mahzenlerde bekletilmekle kendiliğinden yıllanmaz. Türlü insanlık hallerinin gerilimlerinden, paylaşılan acılardan, sevinçlerden, zedelenmelerden geçmesi, bütün bunların üstüne de, geçip giden insaf tanımaz zamanın kendini tekrarlayan yorgunluğuna duçar olmaması gerekiyor.
Onu "Türk François Sagan’ı" döneminden hatırlamıyorum ama namını duymuşluğum vardı. Tanımış olsaydım da yanına yaklaşamazdım herhalde. O sıralarda Kars’tan gelip, sefil bekâr evlerinde türlü güçlüklerle hayata tutunmaya çalışarak tıbbiyenin ikinci sınıfına tırmanmış ve haline bakmayıp kafayı Menderes hükümetini devirmeye takmış yoksul öğrencilerden biriydim. Tam buradan harika bir Türk filmi başlayabilirdi ama başlamadı.
"27 Mayıs devrimi" oldu (o zamanlar biz böyle derdik), Türkiye İşçi Partisi (TİP) kuruldu. Solcu ilerici öğrencilerin itibarı ve galiba öğrenci bursları da bir miktar arttı ki, 1962’den itibaren TİP gençlik kollarında çalışıyor, bir taraftan da o zamanın, "entel" demeye dilimin varmadığı okuryazar solcuların uğrak yerlerinden biri olan Beyoğlu Baylan’a girip çıkmaya başlamıştık. O, sosyoloji bölümünün en parlak iki öğrencisinden biri olarak, zamanın kriterlerine göre kara kaşlı kara gözlü (yeşil miydi yoksa?), ağzı laf yapan ve yakışıklı sevgilisiyle, ben de aynı fakültenin bitişik koridorundaki psikoloji bölümünden, değerini belli etmeyen çok sevimli sevgilimle böyle yerlerde karşılaşırdık. Arkadaşlığımız o yıllarda başladı.
Derken okullar bitti onlar çift olarak sosyolojide, benim sevgilim psikolojide asistan oldu. Onlar galiba o günlerde, bizse kısa bir sonra ben İstanbul’da askerliğimi yaparken dünya evine girmiştik. Haliyle yeni arkadaşlıklar edinmiş yeni gruplar oluşturmuştuk ama ilişkimizi hep sürdürmüştük. Biz TİP’te kendi çapımızdaki siyasi çalışmalarımızdan, onlar da hayli iddialı akademik çalışmalarından vakit buldukça, sinema, tiyatro ve meyhaneleri turlar, arada hafta sonları, sosyetenin parlayan yıldızı olmaya başlamış mekanlarından Uludağ’a bile gider, kesemize göre mütevazı otellerde kalırdık. İspatı yaklaşık 54-55 yıllık aşağıdaki alt yazısız fotoğrafta. Aramızdan dördünü yıllar içinde sonsuzluğa uğurladık. Kimin kim olduğu önemli değil, merak eden kendisi bulsun.
Ben askerlikten sonra Çapa Nöroloji’de asistanlığa başladım ve 1967’de kendi konusunda "bilgi ve görgüsünü artırmak üzere" yurtdışına gönderilenlerden biri olarak, 1968 isyanını Avrupa’da yaşadım. "Türkiye’de İşçi Sınıfının Doğuşu" adlı tezi reddedilince o istifa edip Ankara Hacettepe Üniversitesi’nde akademik ve siyasi faaliyetlerini sürdürdü. Bu arada eşinden ayrıldı, hapse girdi, çıktı, gazetecilik yaptı ve dönemin çıtır solcu gazetecilerinden Marlon Brando’un genç ikizi (ispatı alttaki resim) bir gazeteci dostumuzla ikinci kez dünya evine girdi. 12 Eylül 1980 darbesinin hemen öncesinde birçok arkadaşımız gibi onlar da apar topar yurtdışına çıkmak zorunda kaldılar ve uzun yıllar göçmen devrimciliği yaptılar,
Haliyle hepimizin olduğu gibi onun da yaşı az çok kemale ermişken, romanlardan arta kalan zamanını ve kazandığı paraları, gençliğinden beri belinden arızalı kocasını da peşinden sürükleyerek kıtalararası turlara başlamış ve arada kurda kuşa yem olmak pahasına o ülke senin bu ülke benim, o kutup senin bu cangıl benim dolaşmaya başlamıştı.
Arada beraber mavi yolculuklara çıkardık ama bunlar romancı dostumuzu kesmez, durup durup Patagonya mı dersin Madagaskar mı dersin acayip yerleri dolaşır dururdu. Benim de son eşimle birlikte katıldığımız bir Mısır gezisinde, hepimiz o çöl sıcağından perişan haldeyken, benden sadece bir yaş küçük olduğu halde, onun genç kızlar gibi poz verdiğinin ispatı aşağıdadır.
Övünmek gibi olmasın, o Mısır gezisi sırasında develere binerken beli arızalı mazlum gazeteci kocayı tam deveden düşerken tutmuş, böylece adı geçmeyen değerli romancımızın bir koca daha kaybetmesine naçizane mani olmuştum. Filvaki mezkur romancımız, o geziden kısa süre sonra vaki olan son evliliğimde, eşsiz bir dirayetle gazeteci eşiyle birlikte son nikahımın şahitliğini yaparak bu iyiliğimin karşılığını fazlasıyla ödemiş bulunuyordu. İzninizle kendisine bir yaş günü armağanı olarak sevgiyle sunduğum bu yazıya o nikâh hikâyesiyle son vereceğim:
Efendim, 2009 ilkbaharında, ailelerimizi rahatlatmak için, müstakbel son eşimle yıllanmaya başlayan beraberliğimizi tescil ettirmek üzere, tenha bir adada sessiz sedasız bir şekilde nikâhlanmaya karar vermiştik. Orası elbette dostlarımızın yazlarını geçirdiği Marmara adası olacaktı. Haberleşme, evrak hazırlama işleri bizden, kasabanın nikâh dairesinden randevu alma ve sonrasındaki ziyafet ada sakini dostlarımızdan. Uzattığımın farkındayım, biraz daha sabır lütfen.
Hafif bulutlu, rüzgârlı ama fazla dalgalı olmayan bir havada güle oynaya deniz otobüsüne bindik. Lakin daha yarım saat geçmemişti ki hava patladı, koca tekne deryada ceviz kabuğu gibi sallanıp duruyor. Bize bir şey olmuyor ama kusanlar inleyenler derken, yolu yarılamışken kaptanın "dönüyoruz" anonsu duyuluyor. Dönüyoruz da peki bizim nikâh randevusunun yenilenme işleri, yeniden evrak çıkartma, izinler ne olacak? Teknenin o fırtınada dönmesi başka bir felaketti, dalgayı yandan alınca neredeyse batıyorduk. Neyse sağ salim iskeleye vardığımızda fırtına nispeten dinmiş ama seferler toptan iptal edilmişti. Erken saate bilet aldığımız için eve döndüğümüzde daha yeni öğlen olmuştu.
Adadaki dostlarımızla konsültasyon, hava raporları, sağa sola telefonlar ve sonunda arabayla Tekirdağ’a gitmeye, oradan Marmara adasına sefer yapan büyük feribotlarla hedefe varmaya ve ertesi günkü nikah randevusunu kaçırmamaya karar verip arabaya atlıyoruz. Silivri’ye kadar hafif yağmurla yol alırken, oradan itibaren bu sefer eşine ender rastlanır öylesi bir yağmur, dolu ve fırtına başlıyor ki yol almanın imkânı yok. Güç bela yolun kenarındaki bir açıklıkta durup beklemeye ve "bu işte galiba bir uğursuzluk var" diye düşünmeye başlıyoruz ama yılmıyoruz. Hava biraz açılınca azimle yola devam ediyoruz. Bir ara güneş çıkar gibi olunca neşemiz yerine geliyorken daha da beterinden bir yağış üstümüze boca oluyor. Böylece dur kalklarla nihayet akşama doğru Tekirdağ iskelesinden kalkmak üzere olan, önceki iptal edilen seferler nedeniyle tırlarla dolu bir feribota son araba olarak giriyoruz.
Feribot dediğim, benzerlerine hiç rastlamadığım, dar, upuzun ve donanımı son derece derme çatma teknelerden ama ortadan bölünmezse denize dayanıklı gibi duruyordu. İskeleden uzaklaşıp biraz açılınca, karşıdan gelen dalgalar kabardıkça kabarmış, tırlarla dolu koca teknenin burnu gök gürültüsü gibi sesler çıkararak metrelerce bir yükselip bir batmaya başlamıştı. Bir görevlinin tavsiyesi üzerine kıçtaki arabamızdan çıkıp daha az sallar umuduyla teknenin ortalarında bir yere sığınmıştık. Bu minval üzere içimiz dışımıza çıkarak yol alırken bir ara dalgalar yön değiştirip biraz yandan vurunca ve gemi bu sefer iyice batıp çıkmaya başlayınca, müstakbel eşim Almanya’da büyümüş bir aklıcı olarak teknenin bu dalgalara dayanıp dayanmayacağını bizzat kaptandan duymadıkça rahat edemeyeceğini söylemişti. Ben, çar naçar kaptan köşküne çıkıp rica minnet ikinci kaptanı getirmiş ve adamcağız bir araba laf arasında, Karadeniz şivesiyle "yenge, dünya batar bu kayık batmaz" deyince ikimiz de gülmüştük. Laz kaptan sıkı konuşmuştu.
Bundan sonrası malum: "Kayık" batmamış, azimli çift olarak kazaya uğramadan adaya vasıl olmuş ve ertesi sabah tam vaktinde adanın nikah dairesinde dostlarımızın şahadeti ile ispatını aşağıda göreceğiniz şekilde son nikahımızı kıydırmıştık.
"Peki bu uzun nikâh hikâyesini niye araya sıkıştırdın?" diye soracak olursanız, yanıtı nikâhımızın kıyıldığı gece, bahsi geçen çiftin o eşsiz manzaraya bakan terasında hazırlanmış olduğu sofradadır. Masanın ortasında sevgili dostumuzun gelini beyaz peçete kağıdından, bendenizi siyah çöp poşetinden (!) imal ettiği ve o gecenin anısı olarak hâlâ sakladığımız iki figürin duruyordu. O sofrada romancı dostumuzun biyografisinde kaydı olmayan ve yazarlığıyla yarışabilecek krattaki üstün aşçılık yeteneğinin, yazıları gibi sade, tadı, tuzu, baharatı, hele ki biberi tam kıvamında, olağanüstü lezzetli örneklerini tatmıştık.