Benim de aralarında yer aldığım “101 Aksaçlı”nın imzasını taşıyan açıklama çeşitli çevrelerde yankılanır ve yeni katılımlarla yaygınlaşırken, metne katılmakla beraber, imzacılar arasındaki “yetmez ama evetçiler”i hedef alan açıklamaların arkası kesilmiyor. Her birinin kendi meşrebine uygun düşen üslupla dile getirdiği bu tepkiler arasında, ağır küfürlerle donatılmış nefret söylemine başvuranlar, “101 Dalmaçyalı” filmine gönderme yaparak imzacıları alaya alan terbiye özürlüler yanında, mahalle komşum, şair Haydar Ergülen gibi kendisini de katarak, zarafetine uygun düşen bir üslupla “özür” çağrısında bulunanlar da var.
Küfre ve nefret söylemine başvuran sorumsuz kindarları ve terbiye yoksunlarını bir yana bırakıp, sevgili Haydar Ergülen’in, ne işe yarayacağını anlamadığım çağrısına uyarak, “yetmez ama evetçi” olmasam da, tam 15 yıl önce bugün, bir gazetecinin, ülkenin bu hale gelmesinin baş sorumlusu siyasetçi ile ilgili olarak sorduğu soruya verdiğim yanıt vesilesiyle ağzımdan çıkan bir sözcükten dolayı kendimi “ifşa” ediyorum. Merak edenler için öyküsü aşağıda:
Savaşı her zaman evrensel hekimlik ilkeleri içinde bir halk sağlığı sorunu olarak değerlendiren İstanbul Tabip Odası’nın başkanlığını yaptığım 2000’li yılların başlarında, bir taraftan PKK ile çatışmalar yaygınlaşmaya başlamış, bir taraftan da ABD’nin Irak’a yönelik hazırlanmakta olduğu askeri müdahaleye Türkiye’yi fiilen ortak etme çabaları yoğunluk kazanmıştı. O günlerde, aralarında bugün “yetmez ama evetçi” diye yaftalananların da yer aldığı arkadaşlarla birlikte, bir platform şeklinde örgütlediğimiz “Barış Girişimi”, öne çıkan bir inisiyatif haline gelmişti. Diğer sivil toplum örgütleriyle birlikte başlattığımız “Irak’ta savaşa hayır” kampanyası sırasında, AKP dahil, mecliste temsil edilen bütün siyasi partilerle görüşmeler yapmış, 2002 Aralık ve 2003 Ocak aylarında, DİSK, KESK, TTB ve TMMOB’den oluşan “Emek Platformu” yanında, İHD, MazlumDer, Yazarlar Sendikası gibi sayıları 150’ye varan sivil toplum örgütleriyle birlikte geniş katılımlı mitingler düzenlemiştik.
Bu yoğun çabalar sonucunda “1 Mart Tezkeresi” adıyla anılan ve ABD’nin kuyruğuna takılarak Irak müdahalesine fiilen katılma önerisi, az bir oy farkı ile TBMM’de reddedilmişti.
Aslında savaşa katılma lehine kullanılan oylar daha fazlaydı ama Anayasa’nın 96. Maddesinin öngördüğü salt çoğunluk olan 267 evet oyuna ulaşılamamıştı. Abdullah Gül’ün danışmanı Ahmet Sever’in sonradan yazdığına göre, AKP içinde, başta R.T.Erdoğan olmak üzere, Cüneyt Zapsu, Ömer Çelik, Egemen Bağış müdahaleden yana canla başla gayret göstermişti. “Hayır” oyu kullananlar arasında ise, Bülent Arınç, Beşir Atalay, Mehmet Aydın, Ertuğrul Yalçınbayır, Zeki Ergezen, Azmi Ateş, Kemalettin Göktaş gibi tanınmış simalar yer almıştı. Bunlardan Ertuğrul Yalçınbayır barıştan yana bu olumlu tutumunu sonraki yıllarda da kararlılıkla sürdürmüş, demokrasiden ve hukuk devletinden adım adım uzaklaşan AKP’den kopmuştu. Bülent Arınç ise arada bir fazla risk taşımayan ürkek çıkışlarına karşın R.T. Erdoğan’ın dümen suyundan çıkamamıştı. Abdullah Gül’ün o günlerden bugüne nerede durduğu ise bir muamma…
O zamanlar benim ve benim gibi, bir zamanlar taşıdıkları “Sosyal Devrim” umutlarını şimdilik, hukuk devleti sınırları içinde, demokrasi, barış, insan haklarına saygılı bir “ekolojik devrim”e tahvil edenleri, bu ilk başarı (ki şimdiki halde son gibi görünüyor), hayli yüreklendirmişti. Bu rüzgârı arkamıza alarak, en az yüz yıllık geçmişi olan Kürt sorununun demokratik çözümü konusunda dünya örneklerinin ışığında çözüm önerileri geliştirmek ve çatışmalara son vermek için neler yapılabileceğini tartışmaya başlamıştık. O dönemde bu sorunun demokratik ve barışçıl yoldan çözümünden yana görünen, iktidara nispeten yakın bazı gazeteci, akademisyen ve politikacılarla yaptığımız görüşmelerden, silahlar susmadan, hatta silahlı PKK militanları sınır dışına çıkmadan, iktidarın hiçbir adım atmaya niyetli olmadığı anlaşılıyordu.
Kürt siyasi hareketini temsil eden ve hem Kandil’in hem de İmralı’nın nabzını tutan çevrelerden gelen bilgiler, PKK’nın tek taraflı ateşkese hazır olduğu, gelişmelere göre bunun kalıcı hale gelebileceği izlenimini veriyordu. Barış girişimi olarak, değişik siyasi görüşlere mensup barış yanlısı aktivistler ve bazı sivil toplum temsilcileriyle birlikte, günler süren görüşmeler sonunda, iktidara ve PKK’ya seslenen aşağıdaki kısa mutabakat metnini hazırlayıp, sağ ve soldan az çok tanınırlığı olan kişilerin imzasına açmış ve kısa zamanda 150 imza toplamıştık.
“Biz aşağıda imzası bulunanlar;
Son günlerde yoğunlaşan çatışma ortamından derin kaygı duyuyoruz. Sadece geçen ay 50’ye yakın insanımızı kaybettik. 15 yıl süren ve 30 bini aşkın insanımızın yaşamının kaybına yol açan, taraflarca’ düşük yoğunluklu çatışma’ veya ‘kirli savaş’ olarak adlandırılan dönemin acıları milyonlarca insanımızı derinden yaraladı. Artık insanlarımız ölmesin, barış içinde ve adil bir yaşam sürelim. PKK’nın silahlı eylemlere derhal ve önkoşulsuz son vermesini istiyoruz. Hükümetin, kalıcı barışın sağlanması ve herkesin demokratik toplumsal hayata katılabilmesi içiniçin gerekli yasal düzenlemeleri gerçekleştirmesini talep ediyoruz.”
Abdullah Aysu, Adalet Ağaoğlu, Ahmet Hakan Coşkun, Akın Birdal, Alaaddin Dinçer, Ali Bayramoğlu, Ali Nesin, Ata Soyer, Ayla Gürsoy, Aydın Cıngı, Aydın Engin, Ayhan Bilgen, Ayşe Çavdar, Ayşe Erzan, Ayşe Gül Altınay, Baskın Oran, Behiç Ak, Bülent Aydın, Celal Korkut Yıldırım, Çağatay Anadol, Deniz Kavukçuoğlu, Dinçer Sezgin, Doğan Taşdelen, Ece Temelkuran, Emin Koramaz, Erol Katırcıoğlu, Ertuğrul Kürkçü, Ercan Karakaş, Ergin Cinmen, Ersin Salman, Erol Kızılelma, Esin Yelekçi, Fadime Gök, Faruk Şüyun, Fehmi Kutan, Ferhunde Özbay, Fethiye Çetin, Fikri Sağlar, Fuat Keyman, Gençay Gürsoy, Gündüz Vassaf, Gürol Irzık, Hacer Ansal, Hakan Tahmaz, Halil Ergün, Halil Berktay, Hayri Kozanoğlu, Hrant Dink, Huri Özdoğan, Hüseyin Bekiroğlu, Hüseyin Eroğlu, Hüseyin Fırat, Hüseyin Yeşil, Hüsnü Öndül, İbrahim Kaboğlu, İpek Çalışlar, İsmail Hakkı Tombul, Jaklin Çelik, Jale Parla, Kemal Bulut, Kemal S. Sunar, Kemal Ulusaler, Kenan Çamurcu, Köksal Aydın, L. Doğan Tılıç, Mahir Günşiray, Mehmet Bekaroğlu, Mehmet Gümüş, Metin Bakkalcı, Mevlut Ülgen, Murat Çelikkan, Mebuse Tekay, Mehmet Güleryüz, Mehmet Ali Alabora, Mehmet Soğancı, Melek Göregenli, Melek Taylan, Muammer Keskin, Muhittin Ünal, Müjde Ar, Nadire Mater, Necmiye Alpay, Nevzat Çelik, Noyan Özkan, Nihal Bengisu, Nuray Mert, Nuri Ödemiş, Nesrin Sungur, Oral Çalışlar, Orhan Alkaya, Orhan Pamuk, Osman Kavala, Oya Baydar, Özlem Dalkıran, Peral Bayaz, Pınar Kür, Ragıp Duran, Rauf Kösemen, Rüstem Batum, Sadun Aren, Sami Evren, Selçuk Uluata, Sevgi Göyçe, Sevgi Uçan, Sezai Kaya, Sezai Temelli, Sibel Irzık, Şahika Yüksel, Şahin Alpay, Şanar Yurdatapan, Şebnem Korur Fincancı, Şükrü Boyraz, Tahsin Yeşildere, Taner Yüzgeç, Taner Akçam, Tayfun Mater, Toktamış Ateş, Ufuk Uras, Vecdi Sayar, Veysi Sarısözen, Vicdan Baykara, Yahya Arıkan, Yıldız Ramazanoğlu, Yılmaz Ensaroğlu, Yiğit Ekmekçi, Yusuf Alataş, Yücel Akdemir, Yücel Sayman, Zafer Üskül, Zeynep Oral, Zeynep Tanbay.
15 Haziran 2005 günü katılabilen imzacılarla birlikte Taxim Hill Otel’de 150 imzalı bildiriyi basına açıklamıştık. Ancak asıl amacımız, bu açıklamanın taraflarca nasıl değerlendirileceğini gözlemleyip doğrudan Başbakan’la bir görüşme yapmaktı. Metni imzalayan 150 isim arasında değişik siyasi görüşlere ve eğilimlere sahip Kürt arkadaşlar da vardı. Ancak bu taleplerin esas olarak Türk tarafının görüşü olarak dile getirilmesini, Kürtlerin daha sonra bunu destekleyen bir açıklama yapmalarının daha doğru olacağını düşünüyorduk. Nitekim kısa bir süre sonra farklı siyasi çevrelerden gelen Kürt arkadaşlar da aynı içerikte, 264 imzalı bir açıklama yapmışlardı.
Görüşme talebimiz konusunda gazeteci Mustafa Karaalioğlu üzerinden gelen haberler olumluydu. Başbakanlıkta gerçekleştirilecek görüşmeye kimlerin katılacağı ve hangi konuların öne çıkarılacağını saptamak üzere 8 Ağustos 2005 günü yaptığımız toplantıda, görüşme heyeti olarak Nuray Mert, Osman Kavala, Tayfun Mater, Hakan Tahmaz ve benim isimlerimizin bildirilmesine ve sözcülük görevini benim yerine getirmeme karar verilmişti. Hazırlık toplantısına bildiriye imza koyan 150 kişinin tamamı katılamadığı için heyetin, imzacılar adına konuşurken bildiri metninin sınırları dışına mümkün olduğu kadar çıkmamasına özen gösterilecek ve sözcü olarak sunumumdan sonra, duruma göre, heyete katılan diğer arkadaşlar da kişisel görüşlerini dile getirebileceklerdi.
İsim listesini bildirmemiz üzerine, Başbakanlık’tan gelen yanıtta, görüşmenin daha geniş bir heyete göre planlandığı ileri sürülerek, 150 imzacı arasında bizim saptadığımız 5 kişi yanında, Ahmet Hakan Coşkun, Ali Bayramoğlu, Adalet Ağaoğlu, Yılmaz Ensaroğlu, Oral Çalışlar, Yücel Sayman ve Mustafa Karaalioğlu’nun isimlerinin de heyete eklenmesi istenmişti.
Bundan tam 15 yıl önce bugün (10 Ağustos 2005) Ankara’daki Başbakanlığın önünde çok geniş bir medya topluluğuyla karşılaşınca hepimiz biraz şaşırmış ve iktidarın toplantıyı en az bizim kadar önemsediğine kanaat getirmiştik. Toplantı odasındaki uzun masanın başında Başbakan R.T.Erdoğan olmak üzere, bir tarafında bizler, bir tarafında da Abdullah Gül, Beşir Atalay, Mehdi Eker, Mehmet Elkatmış, Ömer Dinçer, Hüseyin Beşli, İlhan Arslan ve Egemen Bağış’tan oluşan Hükümet heyeti yer alıyordu.
Bana sözcü olarak Başbakan’ın hemen sağ yanındaki koltuk ayrılmıştı. Sağımda sırasıyla, kısa bir süre önce aramızdan ayrılan sevgili Adalet Ağaoğlu, yanında Ali Bayramoğlu, Ahmet Hakan, an itibarıyla, iddianamesiz, dolayısıyla tam anlamıyla yargısız infaz mağduru olarak cezaevindeki 1013. gününü tamamlayan dostum Osman Kavala, Nuray Mert ve diğer arkadaşlar yer alıyordu. Ayrıntıları hatırlamıyorum ama Başbakan’ın ‘birlik, beraberlik’ temalı ‘hoşgeldiniz’ konuşmasından sonra, benim önce kısa metnimizi okuduğumu ve arkasından, biraz da kendimi zorlayıp, yaş farkı ve hocalık kimliğimi öne çıkararak konuştuğumu hatırlıyorum. Tabii öyle ders verir gibi değil. Sadece diplomatik devlet diline mümkün olduğu kadar başvurmadan konuşmuştum. Uzun yıllardan beri devam eden çatışmaların acı bilançosunu, cumhuriyetin kuruluşundan beri izlenen siyasetin bu meseleyi çözmekte yetersiz kaldığını, gelmiş geçmiş hiçbir iktidarın demokratik ve barışçıl bir çözüm yoluna başvurma cesaretini gösteremediğini, Diyarbakır cezaevinde yaşananların PKK’yı güçlendirdiğini anlatırken, Başbakan R.T.Erdoğan’ın yüzündeki donuk ifade hiç değişmemişti.
Konuşmamın son bölümünde önerilerimizi sıralarken, yakında Diyarbakır’a yapacağı ziyaret sırasında bölge halkına sıcak mesajlar vermenin, mümkünse bunu belediyeyi ziyareti sırasında yapmanın önemine vurgu yaptığımı, arkasından da şöyle bir cümle kurduğumu anımsıyorum: “Sayın Başbakan, bundan 40 sene önce bir üniversitemizde ‘Kürdoloji enstitüsü”kurulmuş olsaydı, tek başına bu bile Kürt meselesinde bizi farklı bir noktaya getirebilirdi”. Hatırladığım başka bir öneride ise, seçim sistemindeki yüzde onluk barajının, en azından makul seviyeye düşürülmesinin, şiddetten uzak demokratik Kürt siyasetine güç kazandıracağı üzerinde durmuştum.
Benim konuşmamdan sonra R.T.Erdoğan’ın söyledikleri içinde, o sırada bana en anlamlı geleni, “Kürt realitesini kabul ediyoruz”, “Biz bu meseleyi biliyoruz ve sahipleniyoruz”, “Kürt sorunu benim de sorunumdur”, “Bu sorunu demokrasiden ödün vermeden çözebiliriz” mealinde, bir tür taahhüt ifade eden sözleriydi.
Önerdiğim her konuda, berraklıktan uzak da olsa, olumsuzluk içermeyen yanıtlar verdi. Hatta Kürdoloji enstitüsü konusunda, “O bizim işimiz değil, YÖK’ün işi “ gibi, olumlu irade beyan eden ve zımnen YÖK’ü göreve davet eden bir cümle kurdu ama seçim barajı konusunda söylediklerimle ilgili hiçbir şey söylemedi. Bunun arkasından, yanlış hatırlamıyorsam ilk söz alan Adalet Ağaoğlu, şiddet eylemlerinin, çatışmaların durmasını, ölümlerin son bulmasını temenni eden bir girişten sonra, Cahit Sıtkı Tarancı’nın ünlü “Memleket İsterim” şiirini okudu.
Daha önceden konuşup karar vermiş miydik, şimdi hatırlamıyorum ama Adalet Hanım’ın, konuşmalarında, sık sık şiir okuma alışkanlığı olan ve bu yüzden hapis yatan R.T. Erdoğan’a, tam da amaca uygun bir şiirle hitap etmesi çok isabetli olmuştu:
“Memleket isterim
Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun;
Kuşların çiçeklerin diyarı olsun.
Memleket isterim
Ne başta dert, ne gönülde hasret olsun;
Kardeş kavgasına bir nihayet olsun.
Memleket isterim
Ne zengin fakir, ne sen ben farkı olsun;
Kış günü herkesin evi barkı olsun.
Memleket isterim
Yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun;
Olursa bir şikayet ölümden olsun.
10 Ağustos görüşmesinin geniş şekilde basına yansımasından kısa bir süre sonra, 12 Ağustos’ta Başbakan’ın toplu konut açılışı vesilesiyle gittiği Diyarbakır’da, beklediği kalabalığı göremeyince, 10 Ağustos görüşmesindeki yapıcı üslubu, "Tek devlet, tek millet…" söylemiyle bir hayli bulanıklaştırmış olsa da, Kürt realitesinden ve demokratik çözümden söz ederek barış umutlarını büsbütün yok etmemişti.
O günlerde yanlış anımsamıyorsam Karayılan’ın ağzından, “Aydınların girişimini boşa çıkarmamak adına” tek taraflı ateşkesin uzatılacağı açıklaması yapılırken, Kürt hareketinin bir yerlerine monte olmuş bazı Türk sol aktivistleri ise, PKK’ya “silahlı eylemlere önkoşulsuz son verme” çağrısı yaptığımız için, bizleri “devlet aydını” olmakla suçlamıştı. Öte taraftan CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, hem bizi hem de iktidarı, PKK’yı muhatap almakla itham etmiş, ANAP Başkanı Erkan Mumcu, Kürt sorunundan bahseden herkesi suçlayan açıklamalar yapmıştı.
MHP ise, iktidarı da bizi de en ağır ifadelerle, bölücü vatan haini ilan etmekte gecikmemişti. Böylece üzerinde konuşulmaya başlanan barış süreci, arada tökezlemeler ve geriye dönüşlere karşın devam etmiş, 2011’de “Barışı Kurma” adıyla düzenlediğimiz uluslararası konferansla kamuoyunu da dahil etme çabamız sürmüş, nihayet 2013’de başlayan “çözüm süreci”ne evrilmişti. Böylece ilk defa uzun bir süre, çatışmaların ve ölümler durdurduğu, barış umutlarının yeşerdiği bir dönem yaşanmıştı. Sonrası malum….
Gelelim “ifşa” meselesine: Yaklaşık 3.5 saat süren görüşmenin bitiminde, Başbakanlığın önünde etrafımızı alan gazetecilerin sorularını ayaküstü yanıtlarken, benim özellikle R.T. Erdoğan’ın “Kürt realitesini kabul ettiğini ve sorunu sahiplendiğini vurgulamam üzerine, bir gazetecinin, “Peki siz verilen bu söze güveniyor musunuz, ya da Başbakan’ın sözünde duracağına kefil oluyor musunuz?“ anlamına gelen sorusu karşısında hayli zorlandığımı hiç unutmuyorum. Bir süre durakladıktan sonra bu soruyu şöyle yanıtlamıştım: “Sonuç olarak bakanların ve bizlerin huzurunda bunları söyleyen, bu ülkenin Başbakanı’dır, elbette güvenmek durumundayız.” O sırada yanımda imzacılardan kimler vardı hatırlamıyorum ama bu yanıtımın onlar tarafından da onaylanmıştı. Ancak soruyu soran gazeteci bu yanıtla yetinmemiş, daha da üsteleyerek, “Peki siz şahsen bu söze kefil oluyor musunuz?” diye sormuş, ben de “Yanılma olasılığının yüksekliğine rağmen kefil olmak istiyorum” gibi kısmen kaçamak bir yanıt vermiştim.
Başka ne diyebilirdim bilmiyorum ama hiç aklımdan çıkmayan bu zoraki kefaletten, ertesi gün basında aynı karede yan yana görüntülenen resimden dolayı Ergülen’in hatırı için özür falan dilemeye kalmayacağım. Aksine, kendilerini sütten çıkmış ak kaşık yerine koyup, sol’un en iflah olmaz geleneksel hoyratlığı ile bol keseden adam harcayanlara karşı kendimi ifşa ediyorum. Bunca olup bitenden sonra, bu karanlığa yol açanlara karşı yıllardan beri cesaret ve özveriyle mücadele ettiklerine en yakından tanık olduğum, aralarında can dostlarımın bulunduğu “yetmez ama evetçiler”e karşı kan davası güdenleri kınıyorum.
Yakınlarda kaybettiğimiz Adalet Ağaoğlu’nu arkasından karalamaya kalkanları ayıplıyorum.. Hangi siyasetten gelmiş olurlarsa olsunlar, hangi zaman diliminde bu gidişin vahametini görüp karşı çıkmaya başlamış olurlarsa olsunlar, “Aksaçlılar” metnine bizimle birlikte imza koyan herkese de saygılarımı sunuyorum.