Sabahın erken saatinde babamın seslenişi ile uyandık: "Kalkın, bir şeyler oluyor!" Salondaki koltukta pijamalarıyla oturmuş radyo dinliyordu. Radyoda, Albay Alpaslan Türkeş’e ait olduğunu sonradan öğrendiğimiz tok bir erkek sesi, bir bildiriyi belli aralıklarla tekrar tekrar okuyordu: "…Demokrasimizin içine düştüğü buhran…Türk Silahlı Kuvvetleri memleketin idaresini ele almıştır… Büyük Atatürk…Yurtta sulh cihanda sulh… NATO’ya CENTO’ya bağlıyız…" Evin içi anında çığlıklarla dolmuştu. Ben heyecandan yerimde duramıyordum. Babamsa, her zamanki ihtiyatlılığı ile, "durun bakalım, sevinmek için daha erken..." gibi bir şeyler söylüyordu. Türkeş’in radyoda okuduğu bildirinin tamamı ertesi günün gazetelerinde yer almıştı:
"Sevgili vatandaşlar; bugün demokrasimizin içine düştüğü buhran ve son müessif hadiseler dolayısıyla kardeş kavgasına meydan vermemek maksadıyla Türk Silahlı Kuvvetleri memleketin idaresini ele almıştır. Bu harekâta Silahlı Kuvvetlerimiz, partileri içine düştükleri uzlaşmaz durumdan kurtarmak ve partiler üstü tarafsız bir idarenin nezaret ve hakemliği altında, en kısa zamanda adil ve serbest seçimler yaptırarak idareyi, hangi tarafa mensup olursa olsun, seçimi kazananlara devir ve teslim etmek üzere girişmiş bulunmaktadır.
Girişilmiş olan bu teşebbüs, hiçbir şahsa veya zümreye karşı değildir. İdaremiz, hiç kimse hakkında şahsiyata müteallik tecavüzkâr bir fiile müsaade etmeyeceği gibi, edilmesine de asla müsamaha etmeyecektir. Kim olursa olsun ve hangi partiye mensup bulunursa bulunsun, her vatandaş; kanunlar ve hukuk prensipleri esaslarına göre muamele görecektir. Bütün vatandaşların, partilerin üstünde aynı milletin, aynı soydan gelmiş evlatları olduklarını hatırlayarak ve kin gütmeden birbirlerine karşı hürmetle ve anlayışla muamele etmeleri, ıstıraplarımızın dinmesi ve milli varlığımızın selameti için zaruri görülmektedir.
Kabineye mensup şahsiyetlerin, Türk Silahlı Kuvvetleri'ne sığınmalarını rica ederiz. Şahsi emniyetleri kanunun teminatı altındadır.
Müttefiklerimize, komşularımıza ve bütün dünyaya hitap ediyoruz. Gayemiz, Birleşmiş Milletler Anayasası'na ve insan hakları prensiplerine tamamen riayettir. Büyük Atatürk'ün 'Yurtta sulh, cihanda sulh' prensibi bayrağımızdır.
Bütün ittifaklarımıza ve taahhütlerimize sadığız. NATO ve CENTO'ya inanıyoruz ve bağlıyız. Düşüncemiz 'Yurtta sulh, cihanda sulh'tur."
Kurmay Albay Alparslan Türkeş radyodan darbe bildirisini okurken (27 Mayıs 1960 Cuma sabah saat 5.25)
Sokaktan koşuşmalar ve sesler yükselmeye başlamıştı. Radyodan bir taraftan bildiri tekrarlanıyor, bir taraftan da ikinci bir uyarıya kadar, askerî resmî görevliler dışındakilere sokağa çıkma yasağı ilan edildiği duyuruluyordu.
Ordu idareye el koymuştu ama bizim evde bu olup bitenin adı henüz konmamıştı. "İhtilal" sözcüğünü babam bir iki kez ihtiyatla kullanmıştı. Onun dili henüz "devrim"e alışmamıştı. Babam hâlâ "dur bakalım ne olacak..." diye tereddüt belirtmeye devam ediyordu. Onun endişesinin kaynağı Celal Bayar’dı. "O eski İttihatçı kolay pes etmez." diyordu. Nitekim sonradan ayrıntılarını öğrendiğimize göre Menderes Eskişehir’de kolayca teslim alınmış, hükümet üyelerinden bazıları evlerinden toplanmış, bazıları kendi ayaklarıyla en yakın askerî birliğe gidip teslim olmuştu. Celal Bayar ise Çankaya’ya gelen yüksek rütbeli subaylara bir süre direnmiş hatta silah çekmişti.
Olanlarla ilgili olarak evdeki ilk değerlendirmeler kuşkusuz pozitifti ama ben bir an önce arkadaşlarla buluşup tartışmak için sabırsızlanıyordum. Ayaküstü bir şeyler atıştırıp sokağa çıkmak üzereydim ki evleri yakınımızda olan Yıldırım Uler ve Aydil Kurtkaya kapıda belirdi. Hep birlikte Acıbadem’den Kadıköy’e doğru yürümeye başladık. Sokaklarda, yer yer toplanmış heyecanlı küçük gruplar ve arada hızla geçen askerî araçlar dışında hareket yoktu. İskeleye doğru, ordu müdahalesini destekleyen kalabalık artıyor, polis karakolunun yakınında duran askerî araçlar alkışlanıyordu. Niyetimiz karşıya geçip üniversiteye ulaşmaktı ama iskelede vapur yoktu. O günü nasıl tamamladığımızı anımsamıyorum. Tanımlanması kolay olmayan büyük bir sevinç duyduğumu ve içimde, ülkeyi yönetmeye hazırlanan askerlere karşı ikircikli bir özdeşlik duygusunun kabarmakta olduğunu çok iyi anımsıyorum.
O gün ve onu izleyen hafta boyunca, sokağa çıkma yasağına karşın binlerce insanın bir bayram havası içinde askerlerle ve subaylarla kucaklaştığını, evlerin pencerelerinden bayraklar sarkıtıldığını, sivil gençlerin askerî araçlara tırmanıp "Ordu gençlik el ele" benzeri sloganlar attığını izledik. Tam o günlerde, DP iktidarının İçişleri Bakanı Namık Gedik’in tutuklu olduğu Harbiye binasının penceresinden atlayarak intihar ettiği ve cesedinin çöp arabasıyla taşındığı duyuldu. Basında bu açıklıkta yer alıp almadığını anımsamıyorum ama kulaktan kulağa fısıltı halinde Namık Gedik’in ağır işkencelere dayanamayıp pencereden atladığı ya da aslında işkence sırasında öldüğü ve bunu gizlemek için pencereden atıldığı gibi söylentiler dolaştığını iyi anımsıyorum.
Dergi projesi beni çok heyecanlandırmıştı. Bizim sosyalist grubun yaşça en büyüğü ve en tecrübelisi olan Uğur Cankoçak’ın ilettiği bilgilere göre derginin yayın kurulu bizim arkadaşlardan oluşacaktı. Zaten ötekiler dergi işine fazla ilgi göstermemişti. Federasyonda bir odada toplanıp iş bölümü yaptık. Derginin eğitimle ilgili yazılarını Günnur Tekben, Yurdagül (?) ve ben hazırlayacaktık. Günnur’un babası Köy Enstitüsü emekli kurucu müdürlerinden Şerif Tekben idi. Şerif Amca’nın önerisiyle, ilk sayıda eski Milli Eğitim Bakanı ve Köy Enstitüleri'nin kurucusu Hasan Ali Yücel ile yapacağımız bir röportaj yer alacaktı. Hasan Ali Yücel emekli olmuş Dragos Tepesi’ndeki evine çekilmişti. Bir şekilde hızla randevu alıp Yurdagül’le birlikte karşısına dikildik.
O zamanlar kolay taşınabilen ses kayıt cihazları bizlerin elinde yoktu. Bu yüzden söylenenleri kaçırmamak için ikimiz birlikte not alacaktık. Hasan Ali Yücel bizi hem çok iyi karşılamış hem de fazlasıyla ciddiye almıştı. Bakanlığa başlamasından, Köy Enstitüleri'nin kuruluşuna, daha CHP iktidarı döneminde başlayan baltalamalara, DP dönemindeki karalama ve suçlamalara kadar bütün ayrıntıları anlatıyor, not almaktan ellerimiz uyuşuyordu. Sayfalar dolusu notu nasıl toparlayacağımızı kara kara düşünerek ayrıldığımızda Hasan Ali Yücel’in anlatacakları daha bitmemişti. İkinci sayıda devam edebiliriz deyip vedalaştık. O röportajı derleyip toparlayıp Şerif Amca’nın kontrolünden geçirip, basıma hazır hale getirmemiz günler sürdü. Öteki yazılarla birlikte birinci sayı tamamlandı ve koca bir klasör halinde görevli subaya teslim edildi. Basım işini onlar halledecekti. Aradan günler geçtiği halde derginin akıbeti konusunda kimse bize bilgi vermiyordu. Federasyonda bu iş için kullandığımız odaya tanımadığımız insanlar girip çıkmaya ve bize dik dik bakmaya başlamışlardı. Sonunda, Uğur’dan mı yoksa Ali’den mi anımsamıyorum, kibarca kovulduğumuz haberi geldi. Dergi projesi askıya alınmış, bu arada başka kopyası olmayan Hasan Ali Yücel röportajı da kayıplara karışmıştı. Uzun boylu bir yoruma ihtiyaç yoktu, eski tüfeklerle düşüp kalkan bu solculara bu iş teslim edilemezdi.