1963 haziran döneminde İstanbul Tıp Fakültesi’nden mezun olmuştum. Kısa bir süre sonra, iki yıldır beraber takıldığımız kız arkadaşım da Edebiyat Fakültesi Psikoloji Bölümünü bitirmişti. O zamanlar uzun süren ilişkiler "ciddi" diye nitelenir ve çoğu zaman evlilikle sonuçlanırdı. Hele ilişkiye bir de "yoldaşlık" eklenmişse, evlilik kaçınılmaz olurdu.
Benim ne yapacağım belliydi. İki yıl mecburi hizmetim vardı ve en kısa zamanda Ankara’ya gidip Sağlık Bakanlığı’nda çalışacağım yer için kura çekmem gerekiyordu. Kız arkadaşımın ne yapacağı ise belli değildi. Ablası ve eniştesi Almanya yolcusuydular. Babasının hastalığı ilerlemiş olduğu için, anne babasını yalnız bırakıp İstanbul’dan uzaklaşması zordu. Bu konuyu oturup soğukkanlılıkla tartışmaktan kaçınıyor, işi biraz oluruna bırakmayı tercih ediyorduk. Şansım yardım eder İstanbul’a yakın bir yere atanırsam ya da uygun bir torpil bulabilirsem her şey kolaylaşabilirdi.
İkisi de olmadı. Sağlık Bakanlığı'nda önüme koydukları bir torbaya elimi daldırıp çıkardığım küçük kağıt parçasının üstünde Hizan/Bitlis yazıyordu. "Torbanın içinde başka nereler vardı?" diye sordum. İnkâr etmediler, hepsi Güneydoğu’dandı. Özel kalem müdürü gülümseyerek; "Mahrumiyet bölgesi tabii ama havası suyu iyidir, hayırlı olsun!" deyip beni uğurladı. En geç iki - üç hafta içinde göreve başlamam gerekiyordu ama mahrumiyet bölgesine gideceğimden, mazeret ileri sürerek gidişimi biraz daha ertelemem mümkündü. Çelişik duygular içindeydim. Başından beri bir süre Anadolu’da, özellikle gerçek mahrumiyet bölgesi olarak bildiğimiz Güneydoğu’da çalışmaya kendimi hazırlamıştım. Bir yıl önce üye olduğum Türkiye İşçi Partisi'nin (TİP) örgütlenme çalışmalarına katılabilirdim. Öte yandan çok değer verdiğim bir ilişkiyi ortada bırakmak ve tam öğrencilikten kurtulmuşken, İstanbul’un canlı yaşamından bu kadar uzun zaman ayrı kalmak bana ağır geliyordu.
Gideceğim kasaba hakkında edindiğim bilgiler hem ilginç hem ürkütücüydü. Hizan, bölgedeki geleneksel aşiret ve tarikat düzeninin en yoğun şekilde yaşandığı yerlerden biriydi. İttihat Terakki’nin Kürt kolu Kürt Teavun (Yardımlaşma) ve Terakki Cemiyeti burada kurulmuş, İlk Kürtçe gazete ve dergiler burada yayımlanmıştı. İlk Kürt Yurtsever Hareketi ve otonomi talepleri buradan kaynaklanmış, Birinci Dünya Savaşı öncesinde ilk Kürt isyanlarından biri (Bitlis İsyanı) bu bölgede başlamıştı. Öte yandan, ilk Kürt işbirlikçisi sayılan ve Şah İsmail’e karşı II. Bayezid’in yanında saf tutan İdris Bitlisi de buralıydı. O yıllarda Adalet Partisi'nin (AP) önde gelen siyasetçilerinden, Cenevre Siyasal Bilimler mezunu, senatör Kamuran İnan da Hizan’lıydı. Ulaşımı zordu, en yakın kent merkezi olan Bitlis’e giden yol kışın altı ay boyunca kapanıyordu ama "havası suyu iyi", tütünü ve balı meşhurdu.
Ağustos ortalarında; kışı geçirebileceğim birkaç giysi, fotoğraf makinesi, elden düşme bir tansiyon aleti, stetoskop ve taşıyabileceğim kadar kitap doldurduğum valizimle yola çıktım. Tatvan’a kadar trenle, oradan döküntü bir minibüsle Bitlis’e varmam ne kadar sürmüştü anımsamıyorum. Çocukluğumun geçtiği kentler de ahım şahım değildi ama dar ve derin bir vadi içindeki Bitlis ilk bakışta bana çok boğucu gelmişti. Birkaç eski yapı ve kentin dokusuna hiç mi hiç uymayan, bir örnek çirkin resmî binalar dışında her şey derme çatma, yollar toz toprak içindeydi.
Bitlis - 1960'lar
Sağlık Müdürlüğü, vadinin yamacında nispeten derli toplu bir binaydı. Müdür orta yaşlı, sakin görünüşlü, babacan bir doktordu. Atanma evrakıma gülümseyerek göz atarken, Hizan’a ne zaman gidebileceğimi sorduğumda, bu kez yüksek sesle gülerek "Dur bakalım acele etme, biraz dinlen" gibi bir şeyler söyleyip, bir görevli eşliğinde beni misafirhane dedikleri bir yere gönderdi. Misafirhane, İstanbul’a ilk geldiğimde kaldığım Kars Oteli’nden biraz hallice bir yerdi. Benden başka kimsenin kalmadığı odada, üzerlerine renkli battaniyeler atılmış dört yatak, ortada bir masa, iki üç iskemle ve duvara dayalı, kapakları kapanmayan büyükçe bir gardırop vardı. Başka ne bekliyordum bilmiyorum ama o gün, başlamakta olduğum hekimlik hayatının, yıllar önce Kars’ın bir köyünde yaptığım "jalonculuktan"* pek farklı olmayacağını düşündüğümü anımsıyorum.
Misafirhane, dere kenarındaki çardaklı lokanta ve Sağlık Müdürlüğü arasında gel gitlerle ve amaçsız yürüyüşlerle geçen günler uzadıkça uzuyor, müdür her sorduğumda aynı şeyleri tekrarlıyordu: "Dur bakalım, acele etme!" Bu arada ilk maaşım ve yol ödeneğinden artakalan para ile, cebime o zamana kadar hiç taşımadığım miktarda para girmişti. Yemek, bir iki gün gecikerek gelen gazete ve o sıralarda seyrek içtiğim sigara parası dışında harcamam yoktu. Bir ara annemlere ilk maaşımdan sembolik de olsa bir miktar göndermeyi, kız arkadaşım için mesela yerel bir giysi, takı gibi bir hediye almayı düşündüğümü ancak hediye almanın aşırı romantik ve komik kaçacağına karar verip hemen vazgeçtiğimi anımsıyorum.
O zaman bana çok uzun gelmişti ama herhȃlde Bitlis’te pineklemem 8-10 günden fazla sürmemişti. Sonunda Sağlık Müdürü "Hizan’ın yolları kapalı, seni istersen Adilcevaz’a gönderelim, orası da boşaldı" dedi. Daha eylül başındaydık, "Bitlis’te ortalıkta kar yokken, Hizan yolu bu kadar erken nasıl kapanır?" diye sormadım. Adilcevaz’ın Van Gölü kıyısında sevimli bir kasaba olduğunu biliyordum. Müdür beni kolladığı için mi Hizan’a göndermek istemedi, yoksa başka bir nedeni mi vardı, hiç öğrenemedim. Ertesi gün Sağlık Müdürlüğü'nün köhne aracıyla Adilcevaz’ın yolunu tuttuk. Bitlis’ten Nemrut Dağı’nın yakınından geçerek önce Tatvan’a, oradan da Van Gölü’nün batı kıyısı boyunca Ahlat ve Adilcevaz kasabalarına uzanan yol, Bitlis’te içimde birikmiş sıkıntıları silip süpürmüştü.
İstanbul’dan ayrılalı daha iki hafta olmuştu ama bana aylar geçmiş gibi geliyordu. Hizan yerine Adilcevaz’da çalışacağımı daha kimseye bildirmemiştim. Bitlis’ten bir kez kız arkadaşıma telefon etme girişimim başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Mektup yazmak için ise yeni yerime yerleşmeyi bekliyordum. Sağlık Müdürlüğü'nden, hemen yakındaki Muş’ta "sosyalizasyon" uygulamasına başlandığını, sağlık ocakları ve doktor lojmanlarının tüm donanımlarıyla hazırlandığını, her sağlık ocağında doktor yanında bir hemşire, bir ebe ve bir sağlık memuru bulunduğunu, bu ekibin kendi araçlarıyla köyleri dolaşıp aşılama yaptıklarını söylemişlerdi. Bitlis’te ise hükümet tabiplikleri eski köhne binalardaydı ve gerek tıbbi alet ve ilaç gerekse yardımcı personel bakımından standart bir donanıma sahip değillerdi.
Kasabanın dışına doğru bir yerde, kapısındaki soluk tabelada "Hükümet Tabipliği" yazan iki katlı küçük bir köy evinin önünde durduk. Sağlık Müdürlüğü'nün şoförüyle birlikte açık kapıdan içeriye adım attığımız anda, biri genç biri orta yaşlı iki görevli bizi heyecanla karşıladı. Genci sağlık memuru, öteki hizmet görevlisiydi. Önceki doktor üç yıl çalıştıktan sonra yakınlardaki memleketine gitmişti. Yenisinin bu kadar erken geleceğini beklemediklerini, iki gün önce haber alınca çok sevindiklerini söylediler. Antre gibi küçük bir holden, eskimiş yazı masası ile bir iki koltuk, bir iki iskemle, duvarda çerçeveli Atatürk resmi bulunan tipik bir devlet dairesi görünümündeki doktor odasına giriliyordu. Tek fark, bir kenarda duran üstü yırtık kahverengi plastikle kaplı muayene masası ve o bildik ilaç kokusuydu. Doktor odasından, kapısında "revir" yazan ama içinde iki yatakla kullanılmayan eski eşyalar, kırık iskemleler, boş kutular bulunan depo gibi bir odaya giriliyor, buradan da arkadaki küçük bahçeye geçiliyordu. Dışarıdan ahşap bir merdivenle çıkılan üst katta ise, doktor lojmanı gibi kullanılan iki oda vardı. Kısaca, bütün köhneliğine karşın iyi kötü bir geçmişi olan bu mekân; bana ta çocukluğumda, babamın elimden tutup orta kulak iltihabı nedeniyle götürdüğü Oltu Hükümet Tabipliği'nden belleğimde kalan, hem ürkütücü hem de kurtarıcı izlere dair bir aşinalık duygusu veriyordu.
Aklımda kaldığı kadarıyla Hükümet Tabipliği'nin biraz ilerisinde bir su değirmeni, çarşıya doğru giden yol üzerinde de kasabanın tek lokantası vardı. Lokantanın adı, alternatifi olmadığını vurgularcasına, "Mecburiyet Lokantası" idi. Gerçekten adı mı öyleydi yoksa müdavimleri mi o adı takmıştı anımsamıyorum. İlk gün, daha valizimi açıp odama yerleşmeden, kasabanın savcısı ile jandarma komutanı ziyaretime gelmişlerdi. İkisi de orta yaşa yakın sevimli insanlardı. Hoş geldin faslının hemen arkasından evli olup olmadığımı sordular. Henüz bekâr olduğumu söyleyince, gülerek "Burada bekârlık zordur; güzel öğretmenlerimiz var, seni baş göz ederiz artık" gibi hiç alışık olmadığım bir muhabbete giriştilerse de, benden aynı minvȃlde karşılık almayınca üslȗbu değiştirip kasaba konusundaki lüzumlu bilgileri ve dedikoduları sıraladılar. Dedikoduların odağında kaymakam vardı. Gülerek, onu ziyarete giderken kravat takmam gerektiğini söylediler. Anlaşılan biraz kıl bir adamdı.
*Kadastrocuların arazi ölçümünde kullandıkları, jalon denilen uzun sırığın taşıyıcısı