Gençay Gürsoy

15 Mayıs 2020

60 sene önce kıyı kıyı Ege – Akdeniz (1)

Bölge halkının 27 Mayıs’ı nasıl değerlendirdiği ile ilgili, buna benzer ipuçları ile fazla bir yere varamayacağımızı anlayınca rahatlamış, kendimizi geçmekte olduğumuz koyların güzelliğine teslim etmiştik

27 Mayıs 1960’ı izleyen siyasi ve toplumsal çalkantılar içindeyiz. Bir taraftan tıp fakültesi öğrencisi olmanın erkenden omuzlarımıza yüklediği ağır sorumluluğun altında eziliyor, bir taraftan da yeni bir dönemin heyecanını yaşıyoruz. Dersleri mümkün olduğu kadar aksatmamaya çalışsak da aklımız bir karış havada. Üçüncü sene geride kalmış, klinik dersler, yani Çapa-Cerrahpaşa seferleri başlamış, siyasi söylemin ağır bastığı İstanbul Üniversitesi merkez binasındaki kantin muhabbetleri seyrekleşirken bu sefer de yeni dönemin kültürünün mayalandığı Yenikapı’nın çekim alanına girmiştik. 27 Mayıs, hem bir kafa karışıklığına hem de tuhaf bir rahatlamaya yol açmıştı. Somut olarak değişen fazla bir şey olmasa da kendimizi daha özgür hissediyorduk. 27 Mayıs’ı hazırlayan öğrenci hareketleri içinde yer almış olmamıza karşın, olan bitenin tam bir muhasebesini yapmak için henüz yeterli veriye sahip değildik. Nereden esti şimdi anımsamıyorum ama Tıp Fakültesi’nden sınıf arkadaşım Oryal Gökdemir ve çocukluk arkadaşım Özcan Başar’la birlikte İzmir’den Antalya’ya kadar kıyı kıyı dolaşmaya karar vermiştik. Böylece hem biraz maceralı bir tatil yapacak, hem de aklımızca Demokrat Parti yanlısı olarak bildiğimiz bölge halkının, bu olanları nasıl karşıladığına dair gözlem yapacaktık.

Kıyı kıyı derken, kuşkusuz aklımızda o sıralarda Cevat Şakir (Halikarnas Balıkçısı), Sabahattin Eyüboğlu, Azra Erhat ve arkadaşlarının yaptığı "Mavi Yolculuklar" vardı. O takıma katılamazdık ama hiç olmazsa, aynı kıyıları, kâh karadan kâh denizden bir şekilde biz de dolaşabilirdik. O zamanlar adını duyduğumuz ve fotoğraflarını gördüğümüz efsanevi "Hürriyet Teknesi"ni kiralayacak halimiz yoktu ama kâh yerel halkın kullandığı deniz ulaşım araçları ve balıkçı motorları ile, kâh karadan yürüyerek, bu turu pekâlâ yapabilirdik. Bu iş için tam bir ay zaman ayıracak ve kişi başı sadece 250 lira ve kolay taşınabilir küçük bir sırt çantasına sığabilecek giysi, günlük defteri, kitap vb. alacaktık. İki yüz elli liranın bugün kaç TL’ye tekabül ettiğini bilemem ama o günlerdeki öğrenci bursu da aylık 250-300 lira civarındaydı. Dolayısıyla yol ve geceleme harcamalarını iyice kısarak idare edebileceğimizi düşünüyorduk.

1960 Ağustos başında İstanbul’dan İzmir’e vapurla gitmek üzere, birer güverte bileti aldık. Akşama doğru demir alıp, sabah İzmir’e varacak, dolayısıyla geceyi güvertede geçirecektik. Enfes bir hava ve durgun bir denizde, yanımıza aldığımız Güzel Marmara’yı yudumlayarak yola çıktığımızı, biraz üşüsek de, güvertenin kuytu bir köşesinde yıldızları seyrederek keyifle kıvrılıp uyuduğumuzu anımsıyorum. Sabah, hepimizin az çok bildiği İzmir’de, Kordon’un o berbat kokulu havasını soluyup, sıcaktan fena halde bunalarak birkaç saat geçirdikten sonra, nasıl denk geldi ise, akşama doğru, Kuşadası’na yük götüren orta boy bir motora atladık. Güneye indikçe sıcak daha da artıyor, deniz üstünde olmamıza karşın, motorun küçük tentesinin gölgesine sığınmak zorunda kalıyorduk. Yol ne kadar sürdü anımsamıyorum ama çok yavaş yol alan motor, kıyıya yakın seyrettiği için, henüz yerleşime açılmamış güzelim koyları keyifle seyredebiliyorduk. Arada bir koylara uğramış olmalıydık ki, Kuşadası’na ancak sabahın ilk ışıklarıyla birlikte girdik. Bugün artık tanınmaz hale gelmiş olan, yeşillikler içindeki küçük kasabayı, kıyıyla henüz bağlanmamış o küçücük adayı ve kayalıkların üstündeki kale kalıntısının büyülü görüntüsünü hiç unutmuyorum.

Ali Boratav'ın Mavi Yolculuk Rehberi: Gökova'dan Kekova'ya Güneybatı Kıyılarımız ve 12 Adalar kitabından

Karaya çıktıktan sonra ilk iş olarak, ne de olsa açıkta geçirdiğimiz iki gecenin arkasından, doğru dürüst bir yatak uykusunu hak ettiğimizi düşünerek, uygun fiyata geceyi geçirebileceğimiz bir dam altı aramaya giriştik. Birkaç soruşturmadan sonra tek seçeneğimizin, limana yakın eski bir han olduğunu anladık. Sanıyorum şimdilerde restore edilerek lüks bir otele dönüştürülen handa yatacağımız yer, tepedeki küçük yuvarlak bir iki pencereden giren soluk ışıkla aydınlanan büyükçe bir odaydı. Odada karşılıklı iki duvara bitişik geniş iki tahta seki ve üzerlerine yan yana dizilmiş bir sürü kirli şilte vardı. Gerçek eski zaman hanlarından tek farkı, ortada atların bağlanacağı direklerin olmamasıydı. O geceden anımsadığım tek şey, bir taraftan sivrisineklerin bir taraftan tahtakurularının acımasız saldırılarına karşı hezimetle biten savunma çabalarımızdı.

Kasabayı dolaşıp, adaya yakın kıyıdan sırf biraz serinlemek için denize girdikten sonra, otobüsle Efes’e gittik. Daha doğru dürüst restorasyon yapılmamış olmasına karşın antik kent üçümüzü de büyülemişti. Kentin bir zamanlar önemli bir ticaret limanı olduğunu ve denizin buralara kadar uzandığını biliyorduk ama gözümüzde canlandırmakta güçlük çekiyorduk. Sıcaktan bunalınca kentin gölgede kalan kalıntıları üstünde uzanıp dinlendikten sonra Özcan’ın ısrarı üzerine Meryem Ana manastırına çıkmaya karar verdik. Söylentiye göre, Meryem Ana, İsa’nın ölümünden sonra St. Jean (Yuhanna) tarafından Efes’e getirilmiş ve Efes’teki Bülbül Dağı’nın tepesinde küçük bir eve (Meryem Ana evi) yerleştirilmişti. Öğleden sonra güneş daha tepemizdeyken Bülbül Dağı’na tırmanmaya başladık. Efes bekçilerinin iki saatte çıkarsınız dedikleri tırmanış bitmek bilmiyordu. Üstelik yanımıza ne yiyecek ne de su almıştık. Yoldan tek bir araç geçmiyordu.

Tepeye yaklaşırken susuzluktan ve açlıktan bitkin düşmüş, serap görmeye başlamıştık ki, yol kenarında, üzeri olgun meyvelerle dolu koca bir incir ağacı karşımıza çıktı. Meryem Ana mucizesini göstermiş, serin ve sulu incirler canımızı kurtarmıştı. Tepemizdeki güneşe rağmen büyük bir enerjiyle yolun son dönemeçlerini tırmanıp gerçekten inanılmaz güzellikte ağaçlarla kaplı, serin ve huzur verici bir alana geldik. Gölgelik bir patika haç şeklindeki küçük bir kiliseye ve yanındaki çeşmeye varıyordu. Henüz turistik amaçlı çevre düzenlemesi yapılmamış olan mekân olağanüstü bir doğallıkla insanı sessizce zamanın ötesine götürüyordu. Orada ne kadar kaldığımızı anımsamıyorum ama bir ara geceyi bu küçük cennette geçirmeyi düşündüğümüzü çok iyi anımsıyorum. Sade incir ve suyla idare edemeyeceğimizin ayırdına varıp, gözümüz arkada kalarak, bütün yorgunluğumuzu orada bırakıp hızla Selçuk’a döndük.

Bölgede görmemiz gereken yerler konusunda rehberimiz Özcan’dı. Efes’ten sonra Priene, Milet ve Didim ziyaret edilmeliydi. Görmek istediğimiz her antik kent konusunda çantasından ya bir broşür ya da makale çıkarır okurdu. Binbir güçlükle üçünü de gezebildik ve Priene’ye gerçekten hayran kaldık. Söke’den bindiğimiz döküntü bir minibüsten, ana yol üzerinde bir yerde inip, güneş altında tırmandığımız taş döşeli antik yolun sonunda ulaştığımız kentin, çok iyi korunmuş küçük anfi tiyatrosunda, muntazam taş sıralara oturup, bu antik uygarlıklardan bize ne kaldığını uzun uzun tartıştığımızı anımsıyorum. O dönemde Cevat Şakir’in ilk fikri çerçevesini ortaya koyduğu ve hemen arkasından Sabahattin Eyüboğlu, Azra Erhat ve arkadaşlarının zenginleştirdiği "Mavi Anadolu" tezleri daha yeni yeni gün ışığına çıkıyordu.

Cevat Şâkir’e göre, bu zamana kadar "Kültürlerin Geçiş Köprüsü" olarak kabul edilen Anadolu, aslında Antik Yunan uygarlığının kaynaklandığı asıl coğrafyadır. Batı kültürünün temel kaynaklarından biri olan Yunan mitolojisinin asıl beşiği Yunanistan Yarımadası değil Anadolu, Girit ve Mezopotamya’dır. Gerçi Priene milattan önce (MÖ) 10. yüzyılda Yunanistan’dan gelen koloniler tarafından kurulmuştu ama 400 yıl boyunca İonia’nın on iki önemli kent merkezinden biri olarak çeşitli Anadolu uygarlıkları ile hemhal olmuş, MÖ 630’da kuzeyden gelen Kimmerler tarafından yerle bir edilmiş, daha sonra da, bu coğrafyanın malum tarihsel kaderini paylaşmıştı: Pers istilası, İskender orduları, Roma, Bizans, Osmanlı…

Priene antik tiyatrosunda kent tarihi üzerine konuşurken, bu kuzeyli Kimmerler acaba bizim Orta Asyalı atalarımız mıydı diye şakalaştığımızı anımsıyorum. Şimdilerde internete şöyle bir göz atarak Kimmerler konusunda kolayca bilgi edinmek mümkün. Ben sadece üç örnekle yetineyim:

* "Kimmerler Milli tarihimizin ilk temsilcileridir." (Yeniden Ergenekon Sitesi)

* "Kimmerler’in Hıng-Nu (Hun) toplumunu ortaya çıkaran Turanid bir kavim olduğu su götürmez bir gerçeklik olarak karşımızda durmaktadır." (Türk Tarihim)

* Kimmeryalı Barbar Conan filminden bir diyalog:

- Hayatta en iyi şey ne?

- Geniş bozkırlar, çevik at, bileğindeki şahin ve saçlarındaki rüzgâr.

- Yanlış Conan, hayatta en iyi şey ne?

- Düşmanını ezmek, önünde sürüldüğünü görmek ve kadınlarının feryadını duymak.

- Güzel. (Kara Tarih) 

Kuşadası’ndan sonraki hedefimiz Halikarnas Balıkçısı’nın sürgün mekânı Bodrum'du. Niyetimiz, aradaki koylara uğrayarak kıyı kıyı gitmekti ama bulabildiğimiz motor doğrudan Bordum yarımadasının kuzeyinde, şimdi adını anımsamadığım bir köye kadar gidiyordu. Kaptanın dediğine göre, oradan yürüyerek iki üç saatte Bodrum’a ulaşabilecektik. Yük motorunda bizden başka yolcu olmadığı için kaptan bizimle bol bol ahbaplık ediyor, İstanbul’dan çıkıp, sırf gezip görmek için buralara gelmemize akıl erdiremiyordu. Kendi teknesiyle kıyıları dolaşan tek tük ehlikeyf vardı ama böyle yük motorlarında keyif için yolculuk edenlere hiç rastlamamıştı. Üniversite öğrencisi olduğumuzu öğrenince ilgisi artmıştı, Oryal’le bana, kendisinin ve ailesinin hastalıklarıyla ilgili bir sürü soru sormuştu. Demokrat Parti iktidarından fazla şikâyetçi değildi ama ailece İnönü’nün partisinden yana idiler. 27 Mayıs’la ilgili sorularımıza net karşılıklar vermiyor, iktidarın İnönü’ye geçtiğine inanıyordu.Bölge halkının 27 Mayıs’ı nasıl değerlendirdiği ile ilgili, buna benzer ipuçları ile fazla bir yere varamayacağımızı anlayınca rahatlamış, kendimizi geçmekte olduğumuz koyların güzelliğine teslim etmiştik...