Fulya Canşen

12 Şubat 2013

Berlinale in Berlinale

Bir gazeteci olarak film festivali takip etmek göründüğü kadar kolay değil. Hele ki bu Berlin Film Festivali ise

Bir gazeteci olarak film festivali takip etmek göründüğü kadar kolay değil. Hele ki bu Berlin Film Festivali ise. 1999 yılındaki ilk deneyimimi anımsıyorum da… Festivalin açılış filmi Steven Spieberg’in Son Günler adlı belgeseliydi. Shoah yani Soykırım Vakfı’nın finanse ettiği ve bazı belgeleri ilk kez kamuoyuna sunduğu film, beş Macar Yahudi’nin kurtulduğu Nazi kampını ziyaret etmeleri ve bu ziyaretin anımsattıklarını konu ediyordu. Sanıyorum film başladıktan 10-15 dakika sonra ben de ağlamaya başlamıştım. Hıçkırmamaya çalışıyor, ağladığımı görmesinler diye sağıma soluma bakmıyordum. Gerçi ben kolay ağlarım ama gece haber bültenini izlerken anladım ki bütün salon benim gibi salya sümük izlemişti filmi. Hele öyle bir sahne vardı ki, hafızama adeta kazındı. Macar kadınlardan biri toplama kampında çırılçıplak soyunurken, babasının aldığı ve çok sevdiği elbiseyi çıkardığında nasıl bir acı duyduğunu anlatıyordu. Bir daha ailesinden kimseyi görmeyen kadın annesinin, paraya ihtiyaç duyduğunda satsın diye verdiği elmasları üç kez bokundan ayıkladığını da aktarmış ve o elmaslardan yaptırdığı küpeleri de takmıştı röportaj sırasında. Aynı gün soykırımcıların yargılanmasını konu alan başka bir belgesel ve o yıl gümüş ayı ödülüne layık görülen Aimée ve Jaguar adlı tematik filmi de izlemiştim. Aimée ve Jaguar da Nazi döneminde kocası SS subayı olan bir kadınla, Yahudi bir başka kadının aşkını anlatıyordu. Eve gittiğimde kendimi yatağa atmış ve ertesi sabah hasta kalkmıştım. Sanırım bağışıklık sistemim bu kadar duygu yüküne dayanamamıştı.

 

Berlinale parıltılı ama…

 

Sinema benim için bana birkaç saat içinde sunduğu teknik ve görsel şölenin yanı sıra duygusal bir teslimiyet. 2010 yılından bu yana çeşitli nedenlerle Berlinale’yi takip etmiyorum. Belki de bu nedenleri ben icat ediyorumdur kim bilir? İnsan bazen on gün boyunca günde üç ya da dört film seyrederek dünyanın derdini sırtlanmak istemiyor. Evet, festivale çok sayıda yıldız da geliyor. Kent ışıldıyor, hareketleniyor ve sen belki de hiç göremeyeceğini düşündüğün ünlülerle karşılaşıyor hatta onlarla röportaj yapma şansına bile sahip olabiliyorsun. Ve en güzeli de, eğer vakit bulabilirsen vizyona girmesi muhtemel olmayan dünyanın pek çok köşesinden gelen farklı filmleri izleme olanağı da bulabiliyorsun. Bir de popüler filmleri vaktinden önce izleme ayrıcalığı var tabii ama yine de epey yorucu. Berlinale, düzenlendiği kente ve ülkeye özgü olsa gerek, siyasi ve toplumsal yaralara parmak basan, mesafeli, ciddi ve ağır bir festival. Üstelik uzağında da olsanız sizin peşinizi bırakmıyor. Filmler hakkında yazılıp çizilenler, basın toplantıları ve sanatçılarla yapılan röportajları takip etmekten vazgeçemiyorsunuz.

 

Çevreci bir Amerikan filmi

 

Berlin Film Festivali bu yıl da siyasi ve toplumsal olma özelliğini koruyor. 6812 başvurunun arasından seçilen 404 filmin çoğu Berlinale ciddiyetini taşıyor. Yarışma filmleri bile. Jüri karşısına çıkan ilk filmlerden Amerikan yapımı Promisend Land mesela çevre kirlenmesine dikkat çekerken, çevrecilere sermayedarlar karşısında zafer kazandırıyor. Yönetmenliğini Gus van Sant’ın yaptığı filmde başrolde Matt Damon var. Damon senaryonun yazılmasında da katkıda bulunmuş. 18 Miyon Dolara ve bağımsız olarak finanse edilen film, Amerika’da Ocak ayından bu yana gösteriliyor. Bu sosyal romantik film sermaye sahiplerinin desteği olmadığı için ancak bugüne kadar sadece 7,5 Milyon Dolar ciro yapmış. Bu Amerika için kötü bir rakam. Film şansını Berlinale sayesinde çevreye daha duyarlı Avrupa’da deneyecek…

 

Şişman çocuklar, eşcinsel papazlar

 

Bir başka film ise sadece Katolik muhafazakar bir ülke olan Polonya’da değil, bütün Hıristiyan dünyasında tabu olan bir konuya parmak basıyor. Papazlar arasında yaygın olan eşcinsellik eğilimi. Polonyalı yönetmen Malgoska Szumowska, “W immié” yani  “…nın adıyla” filminde problemli çocuklarla uğraşan bir köy papazının cinsel kimliğinden kaçamaması, yüzleşmek zorunda kalması ve toplumun tepkileri anlatılıyor. Avusturyalı yönetmen Ulrich Seidl’ın Cennet üçlemesinin son filmi Umut ise daha çok insanın mağdur olduğu bir sorunun altını çiziyor: Şişmanlık… Yönetmenin tabiriyle bir lolita filmi olan Umut’ta ayrıca bir ilk aşk trajedisi de var.  Seidl’in Cennet üçlemesinin ilk filmi Cannes ikinci filmi de Venedik’te yarışmıştı.

 

Yarışan tek Alman Thomas Arslan

 

Alman basını Berlinale’nin ilk günlerinde jüri ve seyirciyle buluşan Altın adlı filmin yönetmeni Thomas Arslan’ı, daha çok “Yarışmaya katılan tek Alman yönetmen” olarak tanımlıyor. Arslan, aslında baba tarafından Türkiyeli, Ankara ve Essen’de yetişmiş.  Daha önceki, Kardeşler, Dealer ve Güzel Bir Gün gibi filmlerinde Almanya’da yaşayan göçmen gençlerin hayatını anlatan Arslan, bu kez Amerika’ya göçmüş Almanların hayatından bir kesit sunuyor. Kanada’da altın arayan yedi Alman’ın yaşadığı grup psikolojisini beyaz perdeye yansıtan Thomas Arslan, yeni bir tarz deneyişi içinde. Berlin ekolünün temsilcisi Arslan’ın anlatım biçimiyle Western’in uyuşmadığını düşünen eleştirmenler Altın filminden şimdiden umudu kesmiş görünüyor. Belli ki, Arslan’ın filmi de Berlinale’ye özgü uzak, çekingen ve Almanya’daki göç meselesine tersinden bakarak, toplumsal bir meseleye eğiliyor.

 

Berlinale in Berlinale

 

Gördünüz ya Berlin Film Festivali, bütün parlaklığına rağmen eğlenceli değil. Aksine her filmle, düşündüren, eleştiren tartışan ve yoran bir festival. Bu onun gücü mü güçsüzlüğü mü diye sorarsanız yanıtı iki Almanya’yı birleştiren başkentte ve festivalde gizli.  Berlinale’yi çekici ve özlenir kılan da bu gizem zaten…