Fikret Bila

28 Aralık 2020

Demokrasiyi ıskalamak

Çevresindeki ülkeler demokrasiden nasibini almamış din kurallarıyla, krallarla, emirlerle, hurafelerle yönetilirken 100 yıl önce çağdaş bir devlet yapısı kuran, çok partili hayata geçen Türkiye, demokrasiyi nasıl ıskaladı?

Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran parti olarak CHP'nin önümüzdeki seçimler için en büyük vaadinin "cumhuriyeti demokrasiyle taçlandırmak" olması düşündürücü bir durum aslında.

Bunun anlamı, Türkiye Cumhuriyeti'nin bir asırlık ömründe ulaşmaya çalıştığı demokrasiyi bütün çabalara karşın ıskalamış olmasıdır. Tıpkı Osmanlı'nın 19. yüzyılda sanayi devrimini ıskalaması gibi.

Her şeye karşın, halkı Müslüman olan ülkeler arasında kırık dökük de olsa laik yapısı ve demokrasi deneyimi olan tek ülke Türkiye Cumhuriyeti.

Bu nitelikleri, Türkiye'yi çevresindeki ülkelerden çok ileride tutuyor ama bu konumu, demokratik laik sistemi yerleştirdiği ve içselleştirdiği anlamına gelmiyor.

Özellikle 21. yüzyılın ilk çeyreğinde, yetersizliğinden şikâyetçi olduğumuz, demokratik ve laik halinden bile hızla uzaklaşıyor.

Çevresindeki ülkeler demokrasiden nasibini almamış din kurallarıyla, krallarla, emirlerle, hurafelerle yönetilirken 100 yıl önce çağdaş bir devlet yapısı kuran, çok partili hayata geçen Türkiye, demokrasiyi nasıl ıskaladı?

Bu sorunun en doyurucu yanıtlarından birini değerli meslektaşım Murat Yetkin, Doğan Kitap'tan yeni çıkan "Meraklısı İçin Darbeler Kitabı"nda veriyor.

Yetkin, Türkiye'nin çevre coğrafyası olarak tanımladığı geniş bir coğrafyada yaşanan darbelerin birbiriyle ilişkilerini ve sonuçlarını ele alıyor.

Osmanlı'dan beri bu coğrafyada hâlâ tarihe gömülmemiş olan darbelerin, Türkiye'de demokrasinin ve laikliğin yerleştirilememiş olmasının en önemli nedenlerinin başında geldiğini tarihi akış içinde örnekleriyle ortaya koyuyor.

Türkiye'de 20 yılda gerçekleşen üç darbenin, 27 Mayıs 1960'ın, 12 Mart 1971'in ve 12 Eylül 1980'nin ortak sonuçlarından birinin İslamcı hareketlerin yükselmesi olduğu saptamasını yapıyor ve örnekler veriyor. 

Bu saptamasını şöyle aktarıyor:

"Her üç askeri darbe de netice itibarıyla İslamcı hareketlerin bir üst boyuta sıçramasına imkân sağlamıştı."

27 Mayıs'tan sonra yapılan 1961 Anayasası'nın getirdiği özgürlük ortamında, Türkiye'de solla birlikte İslamcı hareketlerin de güçlendiğini, 12 Mart 1971 darbesiyle solun ezildiğini, İslamcı hareketlerin daha güçlendiğini, 12 Eylül 1980 darbesinin ise sola ve kadrolarına balyoz vurup, İslamcı hareketleri zirveye taşıdığını anlatıyor.

Yetkin'in önemli bir saptaması da darbelerin hep siyasi iktidarın en güvendiği, yakınında tuttuğu kadrolar tarafından yapılmış olması. 

Örneklerini şöyle sıralıyor:

"Öte yandan, ilk olarak hükümet darbelerinin ciddi kısmı zaten yöneticilerin güvendiği isimler tarafından yapılmıyor muydu? Mısır örneğini göreli birkaç yıl oldu. (Mursi-Sisi) 12 Eylül darbesini yapan Kenan Evren de 12 Mart'tan ağzı yanan Başbakan Süleyman Demirel'in, muhalefet lideri Bülent Ecevit'e de danışarak 'zarar gelmez' zannıyla atadığı Genelkurmay Başkanı'ydı. 1977'de Pakistan'ta Zülfikar Ali Butto'yu devirip idam eden Ziya ül-Hak, O'nun 'kendi halinde dindar bir kişi' diye terfi ettirip atadığı Genelkurmay Başkanı'ydı. Keza 1973'te Şili'de Salvador Allende de kendisini devirecek Augusto Pinochet'yi diğer subaylar arasından seçip Genelkurmay Başkanı yapmıştı. Daha milattan önce 44 yılında Roma İmparatoru Sezar'ı bir hükümet darbesiyle devirirken öldürenler arasında Liberretores (Kurtarıcılar) adlı örgütün üyesi, manevi oğlu Brutus yok muydu?"

Yetkin, aynı benzetmeyi, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ve O'nu devirmek için askeri darbeye kalkışan FETÖ için de yapıyor:

"Türkiye'de Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) de uzun yıllar; iktidara seçildiği 2002 yılından 2012 yılına dek Erdoğan'ın sözleriyle 'aynı kıbleye' baktığı Fethullah Gülen ile yakın işbirliği içindeydi. Kendi bakışlarıyla, yerleşik 'Kemalist' düzenin asker, yargı, üniversite, medya ayaklarına, sonradan çoğu düzmece olduğu ortaya çıkan kanıtlarla davalar açıp birlikte büyük bir tasfiye harekâtı yürütmüşlerdi. Yıllardır Fethullah Gülen'in 'laik düzen'den kaçmak için sığındığı ABD'deki ilişki ağını geliştirmesini desteklemiş ve bundan yararlanmış olan Erdoğan, artık 'Fethullahçı Terör Örgütü-FETÖ' olarak adlandırdığı bu gizli örgüt üzerinden ABD'nin kendisini devirmek istediğini söylüyor, 'Aldatıldık' diyordu."

Ve darbeler nedeniyle yaşanan "ıskalama"ya geliyor Yetkin:

"Türkiye, belki 60'ların ikinci yarısı hariç, 60'lar, 70'ler ve 80'lerde, içinde yer almak istediği Batı dünyasında, kapitalist dünyadaki demokrasilerin ve ekonomilerin gelişim dalgasını fena ıskaladı. Üç askeri darbe, zaten emekleme aşamasındaki demokratik hayatı biçti, yeni kadroların yetişmesine izin vermedi, ekonomiyi verimsiz, gelir dağılımın adaletsiz bıraktı."

Yetkin'in 15 Temmuz darbe girişiminden sonra kurulan cumhurbaşkanı hükümet sistemiyle Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın oluşturduğu yönetim anlaşıyla ilgili saptamaları da önemli:

"15 Temmuz'dan sonra reform sürecini, Kürt sorununa PKK ile dolaylı görüşmeler yoluyla çözüm arayışı dahil tersine çevirmesi, yargı ve Meclis üzerinde tahakküm kurma çabası bugün Erdoğan'ın isminin, popülist/otokrat liderler arasında sayılmasına neden oluyor. Bu kategoride anılan liderler arasında ABD Başkanı Donald Trump, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Çin devlet Başkanı Şi Cinping, Hindistan Başbakanı Narenda Modi, Brezilya Başkanı Jair Bolsonaro, hatta İngiltere Başbakanı Boris Johnson da bulunuyor."

Yetkin, Türkiye'nin bugün yaşadığı güçler ayrılığı ilkesinden dolayısıyla demokrasiden ve laiklikten uzaklaşmış olmasının yarattığı yönetim sorunu tanımlarken, çözüm önerisini de şöyle özetliyor:

"Yönetimi güçlendirmenin yolu, daha fazla asker, daha fazla polis, daha az muhalefet ve daha az özgürlükten geçmiyor. Öyle olsa nüfusunun neredeyse yüzde 10'nu devlet güvenlik kurumlarında istihdam eden Doğu Almanya çökmez, ayakta kalırdı. Sistemi güçlendirmenin yolu daha katılımcı, daha şeffaf, daha hesap vermeye açık, hak ve hukuka daha saygılı yönetimlerden geçiyor. Yönetimler oligarşik yapılara dönüştükçe, şeffaflık ve hesap verebilirlikten uzaklaştıkça, kendi kalesine çekildikçe içine sızıp altını oymak kolaylaşıyor. Ve din işleriyle devlet işlerini birbirinden ayırmak anlamında laikliğin, daha iyi işleyen bir demokrasi için yalnızca Müslüman nüfuslu ülkeler için geçerli olmadığını, bir tür Katolik şeriat yönetimine dönüşmekte olan AB üyesi Polonya örneğinde görülüyor. İnsanların inançlarına yasak getirmenin yanlışlığı kadar, dini inancı siyasetin merkezine oturtmanın da yanlışlığını yaşayarak görüyoruz."

"Meraklısı İçin Darbeler Kitabı" Türkiye'nin daha fazla zaman kaybetmeden darbeler marifetiyle ıskaladığı demokrasiyi bir an önce yakalaması gerektiğini çarpıcı biçimde ortaya koyuyor.