Fikret Bila

02 Ağustos 2019

ABD’nin kuzey Suriye planı

Türkiye, Rusya’yı yanında tutmak için S-400’lerden sonra SU-35 Rus savaş uçaklarını da alır mı, sorusu da gündemde

Türkiye ile ABD arasında, Suriye sınırında güvenli bölge oluşturma görüşmeleri şimdilik bir sonuç vermedi.

Türkiye tarafı, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun ağzından çok kararlı ve çok sert ifadelerle, uzlaşma olmazsa Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) Fırat’ın doğusuna harekât yapacağını sık sık duyurdu. Türkiye’nin “tahammülü kalmadığı”na vurgu yapıldı. Cumhurbaşkanı Erdoğan, “terör koridorunu paramparça etmeye kararlıyız” anlamında ifadeler kullandı.

ABD tarafı ise son günlerde, güvenli bölge konusunda sessizliğe bürünmüş görünüyor. Washington, bu aralar F-35 uçakları için ABD’de de eğitim için bulunan Türk pilot ve teknisyenleri Türkiye’ye göndermekle meşgul. Türkiye’nin F-35 projesinden çıkarıldığını açıklayan ABD, bu kararının gereğini pilotları göndererek yapmaya başladı. Ankara’nın ise buna karşı bir tepkisi olmadı.

Milli Güvenlik Kurulu’nun önceki gün yapılan toplantısından sonra yayınlanan bildiride ise F-35 projesi konu edilmediği gibi güvenli bölge konusunda Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’na göre daha yumuşak bir dil kullanıldığı görülüyor. MGK bildirisinde “Barış koridoru için gayret sarf edeceğiz” ifadesi yer alıyor.

Terör ve barış koridoru

MGK bildirisiyle bir koridor tanımlaması daha yapılmış oldu: Barış koridoru.

MGK’nın “barış koridoru” dediği, Türkiye sınırından Suriye’ye doğru 30-40 kilometre derinliği olan bir koridor. Bu koridorun “barış koridoru” olması için de TSK tarafından kontrol edilmesi gerekiyor.

Bu tanımın tersinden bakarsak, Ankara’nın “terör koridoru” dediği, ABD’nin desteğinde PKK-YPG’nin Türkiye-Suriye sınırı boyunca Akdeniz’e kadar uzanacak bir güvenli şerit. ABD’nin önerdiği 5-7 kilometre derinliğindeki güvenli bölge ise TSK tarafından değil; İngiltere, Fransa gibi Avrupa ülkeleriyle bazı Arap ülkelerinden gelecek askerlerin kontrol edeceği bir koridor olacak. Ki bu Ankara’nın talebiyle uzaktan yakından ilgisi olmayan, PKK-YPG’yi TSK’dan korumaya çalışan bir koridordan başka bir şey değil.

MGK’nın yumuşak açıklamasına bakılırsa Ankara, özellikle askeri cenah henüz bir orta yol bulma beklentisini sürdürüyor.

Ankara, Washington’u ikna eder ve Türkiye’nin 30-40 kilometrelik TSK’nın kontrolünde oluşturulacak barış koridorunu kabul ettirirse sorun yok.

Ancak, ABD buna direnir ve 6-7 kilometrelik TSK dışında kontrol edilecek bir koridorda ısrar ederse, Ankara’nın bunu kabul etme olasılığı sıfır.

Bu durumda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sert ifadelerle sık sık söylediği gibi TSK’nın Fırat’ın doğusuna operasyon yapmasından başka seçenek kalmıyor.

Tabii Ankara mutlaka böyle bir operasyon için Rusya, İran, dolaylı olarak Şam’la temas halinde olacaktır.

Böyle bir askeri harekât sırasında en büyük risk Türk ve ABD askerlerinin karşı karşıya gelmesi ve çatışması olasılığıdır. İki NATO müttefiki ülke askerinin böyle bir çatışmaya girmesi ise sorunu çok ciddi bir krize çevirebilir.

ABD’nin planı

ABD’nin Suriye’nin kuzeyindeki faaliyetleri açıkça gösteriyor ki, Washington tıpkı Kuzey Irak gibi bir “Kuzey Suriye” oluşturmaya çalışıyor. Şam’ın egemenliği dışında kalacak, bağımsızlığa yakın hareket edebilecek, PKK-PYD-YPG tarafından yönetilecek bir Kuzey Suriye.

ABD’nin bu planına karşı olan Türkiye dışında iki ülke daha var: İran ve doğal olarak Suriye.

İran ve Suriye, ABD’nin Kuzey Suriye planında ısrar etmesi karşısında Türkiye’nin yakınlaşacağı iki ülke. Rusya’nın bu konuda kesinlikle Türkiye’den yana tavır alacağının bir garantisi yok. Türkiye, Rusya’yı karşıya almamak hatta yanında tutmak için S-400’lerden sonra SU-35 Rus savaş uçaklarını da alır mı, sorusu da gündemde. Cumhurbaşkanı Erdoğan, “F-35’leri vermiyor musunuz, o zaman bizde başka yere bakarız” da demişti.

Suriye sorunu Türkiye-ABD ilişkilerini tarihinin en kötü süreçlerinden birine soktu. Türkiye’nin ittifak anlayışını değiştirdi. NATO’yu sarsacak boyutlara geldi.

Ankara’nın geldiği nokta beka sorununa dönüşen gelişmeler karşısında ulusal birliğini ve toprak bütünlüğünü esas alacak bir devlet politikasını zorunlu kılıyor.

Bu politikanın da ulusal niteliği gereği muhalefetin de destek vereceği bir politika olması gerekiyor.