Limak Filarmoni Orkestrası’ndan davet gelince çok sevindim: opereanın Yıldızları. Bir kere Murat Karahan vardı yine; iki tane de hiç tanımadığım soprano: Carolina Lopez ve Eleonora Buratto. Eminim program çok iyi olacaktı. Ama yazıya dönüşüp size de ulaşacaksa, farklı bir şey olsun dedim. Sadece seyirci olarak kalmak, izlenim yazmak değil.
Nasıl bir şey olsa; ‘hani böyle biraz daha gruba yaklaşsam mesela?’ diye içimden geçirdim…
Provalar, provalar, provalar
Aklımdan geçeni Limak yetkilileriyle paylaştım. Çok sıcak baktılar. Programdan iki gün önce konakladıkları otelde bir prova vardı. Oraya çağırdılar, ama ben çalışıyordum. “O halde konser günü erkenden buluşalım” dediler, hemen “tamam” dedim.
Uniq’e gittiğimde konserin başlamasına saatler vardı. Koskoca Volkwagen Arena, henüz ısınamamıştı. Solistler ve müzisyenler, paltolarıyla sahnedeydiler. Şef Alvise Casellati, çok sakin yönetiyor koca orkestrayı. Madame Butterfly, Tosca, Turandot aryaları havada uçuşuyor. Solistler aralarında şakalaşıyorlar; sanki birkaç saat sonra 4000 kişilik devasa salonda sahneye çıkmanın heyecanı yokmuşçasına rahatlar.
Son üç saat. Provalar bitti. Alkışlar, kahkahalar. Murat’ın neşesi çok yerinde. Tüm ekip, kendinden son derece emin. Salon yavaştan ısınıyor, müzisyenler sahne arkasına geçiyorlar.
Kuliste büyük bir yemekhane kurulmuş. Tüm müzisyenler, ki 100 kişi neredeyse, yemek yiyip kıyafetlerini değiştirecekler. Ayrıca menajerler, sahne elemanları, yöneticiler…
Artık son dakikalara gelince de, kimisi nefesini, kimisi parmaklarını esnetecek. Eteklere, ceketlere, saçlara son rötuşlar yapılacak. Makyajlara son altın vuruşlar, birkaç parfüm damlası ve o aynadan gelen “tamam, hazırsın” enerjisi ile, dimdik bir şekilde sahneye doğru yürüyecekler. Belki yirmi, belki otuz senenin sonsuz emeği artı bu birkaç saatlik hazırlanma ile bu sahneyi de fethedecekler.
Ve büyük gece başlayacak.
Kulisin enerjisi bambaşka
Önce Murat Karahan’ın odasına gittim. Uzun yıllara dayanıyor tanışıklığımız. O daha çok gençti, genç olmasına karşın büyük bir yıldız olması kesindi tanıdığımda. Ben Cnn Turk’te Afiş programını sunuyordum. Bir röportaj yapmıştık. Çok da iyi vakit geçirdiğimizi hatırlıyorum.
Murat Karahan ile
Çok sonra onu gördüğümde, Devlet Opera ve Balesi’nin genel müdürü olmuştu. Sanki yıllar ve ünvanlar hiç değişmemiş, hiç değiştirmemiş gibiydi. Yine sıcacık gülümsemesiyle sarıldık. Murat gülümseyince, yüzünün bir tarafında, afacan oğlan çocuğu mimiği ortaya çıkıyor bence. Dünya starı olmuştu, ama o dudak kenarından yukarı doğru yayılan afacanlığı aynen yerinde duruyordu.
- Abi bak benim oğlan bu işte, benim hayatım!
Oğlunun fotoğraflarına baktık. Biraz genel sohbet. Evinin Ankara’da oluşunun avantajları, oradaki yaşamın daha kolay oluşu, trafiğin görece rahatlığı falan. Yanında fazlaca kalmadan da ayrılmak istedim. Biliyorum, bütün konserin yükünü omuzlarında hissediyor. Her ne kadar üç kişi olsalar da, bizim için en büyük isim, Murat Karahan.
Eleonora Buratti: İtalya’nın son divası
Sonra Eleonora’yla tanıştım. Sıcacık bir kadın. Tüm dünya sahnelerinde artık. İtalya’da, küçük bir kasabadaki evinde yaşıyor. Ama çok sevdiği evinde, bir yılda sadece iki ay kalabiliyormuş. “Uzun turnelerde kedimle seyahat ediyorum” diye anlattı. İlk kez geldiği Türkiye’den, ilk kez çıkacağı İstanbul sahnesinden de çok heyecanlıydı.
- İki gündür her yeri gezdim. Ayasofya, Galata Kulesi, Kapalı Çarşı, saraylar… Ah, harika bir şehir. Sadece Galata Kulesi’ne çıkamadım, çok uzun bir kuyruk vardı. Aklımda kaldı!
Sıradan görünen bir insanın, sahnede nasıl devleşeceğini, nasıl unutulmaz olarak 4000 kişinin zihnine yazılacağını, biraz sonra görecektim…
Eleonora ile
Ve yarı Arnavut bir diva: Carolina Lopez
1992 yılında Almanya’da doğmuş. Annesi Arnavutluk’tan, savaştan kaçıp Almanya’ya yerleşmiş. Babası Bolivya’dan, yine Almanya’ya, yeni bir hayata merhaba demiş. Evlenip yuva kurmuşlar; altı çocukları olmuş.
Arnavut anne, Doğu Avrupa esintili Balkan karakteriyle, altı çocuğunu da çok sağlam büyütmüş: Her biri en az bir spor dalında ve bir enstrümanda iyi olacak.
Gel gelelim Carolina hiçbir enstrümanla kendini rahat hissedememiş. Kemandan hemen vazgeçmiş, piyano bir süre sonra yük olmaya başlamış… Ama annesi bir gün onun şarkı söylemekten ne kadar çok zevk aldığını fark etmiş. “Senin aletin de belki sesindir” demiş ve kızını aldığı gibi hocaların kapısını çalmış.
Carolina ile
Ve hikaye orada başlamış. Bu çok özel ses, hemen keşfedilmiş. Yıllar süren eğitimle, ince ince işlenmiş. Bu dünyalar güzeli ses ve dünyalar güzeli kadın, tüm büyük opera sahnelerindeki yerini almış.
Ve perde!
Hayatta bir uçakların nasıl uçtuklarını anlayamam; bir de nota kağıtlarının birleşip nasıl olup bir konseri, bir operayı oluşturabildiğine asla aklım sırrım basmaz!
Yani bu nasıl bir eğitim, nasıl bir disiplin meselesidir?
O kısacık notaya anında enstrümanında bas, veya sesinde çınlat. Hepsi birleşsin, bir şarkı olup salonu doldursun. Sonra şarkıları birleşip, bir dopdolu konser veya opera olarak bütünlüğü oluştursun. Hepsinin üstüne dekorlar, kostümler, ışıklar binsin. Hadi yetmedi; oyunculuk: Mimikler, akan duygular, yaşanan aşklar, sevinçler, atılan kahkahalar, o en içten hissedilen kahkahalar…
Nasıl bir eğitim, nasıl bir süreç, nasıl bir çalışma?
Neyse; insan yetenekli olmadığı tarafları çok anlayamıyor işte…
Konser iki saat sürdü. İlk bölümde bildiğimiz operalardan kulaklara yakın gelen aryalar vardı. Her biri özenle, görkemle, büyük duyguyla ve sonunda da çılgın alkışlarla bize ulaştı. İkinci yarıda daha popüler parçalar, yine şahane bir şekilde sahneye taşındı. Besame Mucho, Aranjuez, ayrıca bir Arnavut şarkısı, İtalya’dan “Non Ti Scordar Ti Me”, Türkiye’den de “Kıyamam” ve “Biliyorsun”…
Murak, “Kıyamam”ı da, “Biliyorsun”u da çok çok güzel söylüyor. Tam damar, hatta şah damardan giriyor. Tüm mevsimlerin, ışıkların, renklerin bir anda yaşandığı bir sel oluyor salon. Defalarca dinleme şansım oldu, çok şükür. Her seferinde de, “Bu şarkıları keşke bir defasında Zerrin Özer ve Sezen Aksu’yla düet yaparak sahneye taşısa” diye geçirdim içimden. Biliyorum, ikna etme kısmı zor bir süreç, ama “Murat o kısmı halleder” diye de geçirdim içimden…
Bakalım!
Yazık değil mi, günah değil mi bana?
Zeki Müren’in muhteşem şarkısı, hepimizin çok sevdiği, çok iyi bildiği o şahane sözler…
Yaralı bir gönülden başka,
Ne bıraktın bende hatıra?
Günah değil mi, yazık değil mi bana?
Gel yeter artık, sar beni kollarına!
Tam bu nakarattan sonra, üçü bir arada başlıyorlar:
Ah bu acı, bu keder, ne zaman biter?
Bırak bu nazı, bırak bu inadı,
Senin de gönlün daha dünden razı..
Ve bu arada sahnede eğlence kopuyor. Carolina ve Eleonora, birden içlerinden çıkan oryantalle, coşuyorlar. Seyirciler ayakta, herkes sallanıyor, bir ağızdan bağırarak söylüyor ve alkışlıyor. Alkışların kıyamet olmasıyla, sanatçılar daha da yükseliyorlar. Opera divaları gerdan kırıyor, beller kıvrılıyor. Ama asla kalitenin bir derece olsun düştüğü bir durum değil; tam tersi, süper sıcak ve über eğlenceli bir gecenin, hiç ölmeyecek anı olarak, yüreklerimizin en içine mıhlanıp kalıyor…
Aaaaah bu acı, bu kedeeeer, ne zaman biteeeer?
Bırak bu nazı, bırak bu inadıııı,
Senin de gönlün daha dünden razııı