Ben köşeliydim. Hayat dedi: Düz olana yanaşırım.
Neydi bu, neydi bu?
"Tamam" dedim, "Al, ama ver bana mutluluğu, barışalım"
Oldu mu? Oldu mu?
Evdeki Saat grubu, çoktan listelerimize giren 'Uzunlar' şarkısı ile geceyi taçlandırıyor. Artık eve gitmek lazım. Sabah yapılacak onca iş, bir yandan da hiç akılda, planda, ajandada olmayan bir sürpriz partinin büyüsüyle, bir yanımız hala şarkıda, dansta, kahkahada…
Uzunlar yanıyo arabamızda
Bu ışık hepimize fazla, geceyi böler
Bilmem ne olabilir aramızda
Bu ışık ikimize fazla, arayı bozar
Her şey Joe Dassin ile başladı
Türkiye'de düğünler Pavarotti'den aryalarla açılır, Ankara'nın Bağları ve Erik Dalı ile son bulur. Bizim DNA'mız böyle. Bir yanımız saz, bir yanımız caz. Sıkıcı klişeyi tekrar etmek istemiyorum, ama çok uyuyor gibi; hani bir taraf doğu, bir taraf batı gibi bir şeyler…
Şimdi size geçen haftamı anlatmak istiyorum. Hayatla dans ettiğim, hayatı sorguladığım, kendimi defalarca tarttığım; yine de cevaplarını tam bulamadığım bir haftaydı. Kendi büyük eserime darbelerle renkler kattığım, öğrendiğim, eğlendiğim, sevdiğim, sayıldığımı hissettiğim, paylaştığım kocaman bir haftaydı.
Yoğun, dolu ve boş; doyurucu ama yetmeyen bir hafta…
Cenk Akın, benim 10 yaşından beri arkadaşım. Hesap çok kolay yapılıyor; 45 yıldır arkadaşız. Hiç kopmadık. Hiç kırılmadan, hep gereken durum ve zamanda orada olarak. Çok şükür.
Röne Saban, Boğaziçi'ne adım attığımız 1984'den beri arkadaşım. Burada da hesap kolay; dolu dolu bir kırk yıl. Okul sonrası New York maceramız, işler, evlilikler, çocuklar, kayıplar, üzüntüler, cenazeler; bir hayata ne sığıyorsa her şeyi beraber yaşadık.
Onların ikisi de, benden bağımsız olarak çok çok eski arkadaş. Baş başa tatile gidecek, saatlerce dertleşecek, birlikte avaz avaz gülecek kadar eski ve iyi…
Geçen gün Cenk "hadi bu akşam bana gel, bir kahve içelim" dedi. "Dur hatta Röne'ye de haber vereyim" diye ekledi sonra da.
Birdenbire akşamın çöküş saatinde, onun evindeydik.
Sohbet, sohbet, sohbet. Endonezya'dan gelen ve kedi dışkısından üretilen kahve, gecenin en özel ikramıydı. Tabii yanında atıştırmalıklar, yemişler, meyveler de vardı.
Cenk birden "Müzik yapayım" dedi. Her şey öyle başladı. İlk şarkı da, bir arya değil, ama Joe Dassin'den A Toi idi…
Şarkılar seni söyler
Şarkı listesi çok geniş, Cenk'in müzik bilgisi de öyle. Ho capito che ti amo da dinledik, 80'ler ve disko şarkıları da. Gloria Gaynor, Donna Summer, Michael Jackson, Dalida. Derken biricik Ajda'ya geçiş. Biraz Nükher Duru, biraz Candan Erçetin.
Bahar geldiğinde mi ben böyle olurum?
Yoksa böyle olduğumda mı gelir bahar?
Ardı ardına eklenen yeni gruplar, yeni şarkılar ve hoplaya zıplaya geçen bir gece. Sanki buluğ çağında yerine durmayan yeni gençleriz. Eve gitmek istemiyoruz. Büyümüşüz, bireyiz, eğleniyoruz. Bir farkla: Her şarkı, artık bir olayı, bir insanı, birkaç yeri anlatıyor bize. Dönemler geçiyor, sahneler son hızla kayıyor. Leb demeden leblebiyi anlatan ve zıplayan üç geç kalmış ergen, o gece neredeyse altmış yılı eze eze dans ediyor…
Bu hafta operayla başlamıştı oysa!
Hafta operayla başlamıştı, 'Uzunlar' şarkısıyla sona erdi!
İstanbul Devlet Opera ve Balesi, Rossini'nin 2. Mehmet Operası'nı sahneliyor. İlk gecesine davet edilmiştim. Aslında, benim adıma yazılmış bir opera bu. Herkese nasip olmayacak bir hediye. Konu, Fatih Sultan Mehmet'in Eğriboz Adası'nı fethi sırasında yaşadığı bir aşk hikayesi.
İlk kez 1820 yılında İtalya'da sahnelenen opera, pek beğenilmemiş. Uzun süre seyirciyle buluşmamış. Sonra biraz kısaltılıp tekrar uyarlanmış. Türkiye'de ise 1990'da sahnelenmiş ilk defa. Bizim tarihimizi anlatan operalar içinde en unutulmuş olanı sanki.
2. Mehmet, bu kez müthiş görkemli bir şekilde sahneye taşınmış. Zaten opera çok büyülü bir sanat dalı. Peruklar, dönem kıyafetleri, sahnede yaratılan bir başka ülke ve şehir. O "başka yer, başka zaman" büyüsü, tiyatrodan da daha gerçek gelir bana hep. Şarkılarla, müzikle, yüzlerce sanatçıyla gerçekleşen bir illüzyon. Marangozlar, terziler, mühendisler, ışıkçılar…
2. Mehmet, veya orijinal adıyla Maometto 2'de dekor ve kostümler çok güzel. Fatih beyaz atıyla çıkıyor sahneye, çok etkileyici. Anna rolünü oynayan Gülbin Günay, acayip başarılı.
Işıklar için biraz eleştirim var ama. AKM'de yangın çıkışlarını gösteren ışıklı panolar çok parlak yanıyor. Hatta o kadar çok ki, bazen sahneden daha fazla onlar ilgi çekiyor. O yüzden sahne yer yer daha aydınlık olabilirmiş sanki. Geçen yıl gördüğüm La Boheme'de, birinci ve üçüncü perdeler resmen karanlıkta oynanıyordu mesela. O derece kötüydü ışık ve dekor uyumu. Bu biraz daha iyi, ama hala yeterli değil. Misal oyuncuların yüzlerini seçemedim net olarak. Hele çok kısa boylu olan sanatçılar, tamamen karanlıkta kaybolmuşlardı.
Bir de ses.
Bir türlü çözülemeyen şu ses problemi.
Hani AKM'de acayip bir akustik vardı? Yok işte. Bazı aryalar güme gidiyor. Calbo'yu oynayan sanatçı, misal, çok yetersiz kalıyor.
Seyrettikten sonra, bu operanın zamanında neden beğenilmediğini anladım galiba: 2. Mehmet'te tutku eksik. Bu, oyuncuların beceremediği bir şey değil; aryalarda ve müzikte yok o tutku. Sıkıcı olabilecek uzunlukta sahneler de var. Bildik Rossini operalarından çok farklı. Acaba biraz daha tutkulu, daha abartılı oynansa olur mu? Yoksa müzik öyle değilken, biraz fazla mı abanılmış olurdu? Bilemedim.
Ama koroya şapka çıkartıyorum; yine, yeniden.
Özellikle kadınlar korosu içinde gözüme çarpan, yıllardır tanıdığım, çok sevdiğim, hatta hayranı olduğum sanatçılar var. Her bir operada, bambaşka karakterlerle koroda yer alan koro sanatçılarına teşekkür ederim. Elinde bebeğiyle çıkanlar, birbirlerine sarılanlar, hafif şizofren tipleme yaratanlar… Duyguları öyle güzel yansıtıyorlar ki. O tutku, sadece koroda var. Üzülüyorlar, ağlıyorlar, endişeleniyorlar,
2. Maometto, kalabalık kadrosu, harika orkestra ve koroyla, mutlaka seyredilmesi gerekir. Benim ufak ayarlarım, dünyanın büyük operalarında eserler seyretmiş emekli bir albayın hezeyanları olarak algılanabilir!
Hırçın Kız, olmasa da olur
Hafta yoğundu. Devlet Tiyatroları'nda da Hırçın Kız'ı gördüm. Çok uğraşılmış bir sahneleme. Ama yıllar evvel, çocuk yaşımda, Nedret Güvenç'ten izlemiştim. Annem ve babamla gitmiştik, Rumelihisarı'nda büyülü bir geceydi. Rahmetli Nedret Hanım, harikalar yaratmıştı. Saçındaki tokayı çıkartıp fırlattığı bir sahne vardı, şimdi yazarken bile tüylerim ürperdi. Sonunda dakikalarca ayakta alkışlamıştık.
Klasik eserlerin adaptasyonunu, güncellik yakalama çabalarıyla espriler eklenmesini falan pek sevmem. Bunu gerçek anlamda yapabilmek, çok engin bir entelektüel birikim ve özel bir çağı okuma yeteneği gerektirir. Hem eserin yazıldığı çağı, hem de içinde bulunduğumuz bu çağı.
Hani Ferhan Şensoy yapardı bazen. "Yazan: Çehov, Bozan: Ferhan Şensoy" yazardı afişlerde. O Vişne Bahçesi, olurdu Fişne Pahçesu. Karadeniz köylerinde geçer, bizi de gülmekten gebertirdi…
Öyle biri yoksa, öyle bir okuma becerilemiyorsa, uzak durmak lazım. Diğeri, bu gereksiz çaba, ucuz ve önemsiz yapıyor işi. Bir de konu bu kadar sağlamken, ne gerek var? Shakespeare yazmış, nokta.
Hakan Meriçliler, kanımca bu sahnede gördüğümden çok daha iyi bir aktör. Dizilerde de, gezi programında da seyrettim. Hep gönülden alkışladım. Renkleri çok, çabuk, kıvrak. Bu oyunda da iyi, ama genel hava biraz onu da gölgeliyor. Tam değil, hissediyorum, daha farklı olabilirdi o da.
Hırçın Kız'ı oynayan oyuncu, hırçın değil de, şımarık ve muzip bir evde kalmış kız tiplemesi çizmeye çalışıyor. Belki yönetmen öyle karar vermiş, bilemem. Ayrıca sesi çok az, hatta bazen duyulmuyor. Oysa eserdeki orijinal karakter, çok başka. Bir kez daha, altını çizerek okumakta fayda olabilir. O karakterin derinliklerinde ne yatıyor? Acaba neden öyle? Annesiz mi, sevgisiz mi? Dönem nasıl bir dönem? Bu içsel yolculuk, bu negatif maske, en doğru nasıl yansıtılabilir?
Böyle sorularla da belki biraz karakterin derinlik çalışması yapılabilir. Ses açmak için de "na ne ni no nu"lu egzersizleri şiddetle tavsiye ederim. Biraz koşuyla desteklenen spor programıyla da, sanatçımız sahneye daha net, daha "Ben buradayım ve hırçın bir kızım" diye çıkabilir. Hani biz iletişim sektörü çalışanlarının hiç unutmaması gereken üçleme var ya: Ethos, Logos, Pathos!
Biraz da yemek
Hadi, bu kadar belediyeye mektup yazıp yoldaki çukuru şikayet eden emekli memur tiplemesi yeter! Ders veriyormuş gibi de algılanmak istemiyorum. Daha iyisi mümkün, sadece bunu görüyorum. Kırmak değil kimseyi amacım; cümlelerim sadece sevgiden…
Sanat dolu bir hafta, sanat eserine dönüşen bir hayat yaratma peşindeyiz hepimiz sonuçta.
Sofra, yemek, hayatın en vazgeçilmez zevki bence. Paylaşma, kahkaha, katarsis, yeni kararlar, filizlenen aşklar; o sofralar neler alır neler…
Çiğdem Alagök, bir şef. Denize ve balığa tutkun bir şef. Ülkemizin değişik şehirlerinde geçen çocukluğunda farklı balıkları ve tarifleri öğrenmiş. Yeditepe Üniversitesi Gastronomi bölümünden mezun olmuş. Kitabı Apiko, adını bir deniz teriminden almış: "Apiko: Demirin vira edilişinde deniz dibinden kurtulup dimdik durduğu vaziyet."
Kitap, çok kapsamlı bir çalışma olmuş. Onlarca deniz kokan tarif, çok net bir şekilde paylaşılmış.
Çiğdem Alagök, geçenlerde bizi ağırladı. The Marmara'daki, Okra Restaurant'ta. Metro Gross Marketleri ürünleriyle hazırladığı çok şık menü vardı. Kişnişli marine levrek, ısırgan otlu bademli kırlangıç balığı çorbası, isli fener balığı buğulama, adeta ağızlarda eridi gitti. Ama yemek arasında "palet temizleme" maksadıyla servis edilen bir reyhanlı sorbe vardı ki… Buz bir küpün oyularak içinde servis edilen sorbe, servis şekliyle de, lezzetiyle de, bir sanat eseriydi.
Sahi, sanat dediğimiz şey nedir?
Sanat eseri, alıntıladığım tablohane.com'da şöyle tarif edilmiş: Üreten sanatçısının emeği ile oluşan, bir amacı ya da fikri olan ve sanatçının vermek istediği mesajı yansıtan ürünlerdir. Bir sanat eserinin varoluş amacı, onun ulaştığı kişide bir duyguyu hissettirmesi ve mesajını iletmesidir.
Sanat uzun, hayat kısa.
M.Ö. 460 yılında doğduğu varsayılan Hekimlerin hekimi Hipokrat böyle söylemiş: Ars longa, vita brevis … … Sanat uzun, hayat kısa, fırsat ani, deneyler tehlikeli, kararlar zor.
Hayat; belki de tüm gördüklerimiz, içselleştirdiklerimiz, öğrendiklerimiz, çabalarımız, hobilerimiz, mesleklerimiz, sevdiklerimiz ve duygularımızın karışımından oluşan bir büyük resim.
En büyük resim o. Herkesin kendi resmi. Herkesin kendi kolajı, kendi sanatı. Tarifi zor bir matrix'in, bir kader yumağının, bir ana yansıması.
Hayat dediğimiz, bir geceye sığan, tüm şarkılardan ve acılardan süzülmüş.
Fatih Türkmenoğlu kimdir? "Her Perşembe Saat 4'te", "Hayat Gezince Güzel", "Türkiye'de Görülmesi Gereken 101 Yer", "Amerikan Rüyası Tabirleri", "Üç Kuruş Fazla Olsun Kırmızı Olsun" adlarıyla beş kitabı yayımlandı. ABD ve Türkiye'de yaşıyor. Evli ve iki kız çocuk babası. |