İnsan uzun zaman gazetecilik yapınca, herkes bir yerden tanıdık çıkıyor. Mutlaka bir tanıdığın, tanıdığının tanıdığıdır!
"Altı derece uzak" kavramının bile yıkıldığı günlerdeyiz ayrıca. Herkes herkese bir tık kadar uzakta. Artık ortak tanıdıklar, daha sonranın sohbet konusu…
Ayşe Kazancıgil Döler'in şahane atölyesindeyim işte. Onun resimleri arasında, kalemleriyle çevrilmiş durumda.
Onun dünyasında.
Ayşe Kazancıgil Döler
İstanbul bayramda ne güzel!
Size haftalardır uzaklardan yazıyorum. Devam edeceğim; zira daha da uzaklara gittim.
Ama bir İstanbul arasındayım. Herkesin bayram tatilini fırsata çevirip kaçtığı İstanbul'da, bir turist yüreğiyle yaşamanın keyfi de bambaşkaymış...
Kısıtlı bir zaman diliminde, kendi şehrimdeyim. Yapacak çok şey birikmiş. Ancak bir o kadar da görecek sergi, oyun var. Günlere, saatlere sığdırılacak sonsuz deneyim var. Bu şehir, dünyada tek!
İnsan fazla seçenek karşısında biraz afallar ya; aynen öyle oldum. Onu mu yapsam, buraya mı gitsem, eyvah bürokratik işleri ne zaman halletsem…
"Dur" dedim kendime. Durdum.
Önce bahçedeki kiraz ağcının çiçeklerini seyrettim. Durarak, hissederek, hatırlayarak. Rahmetli annem dikmişti bu ağacı. O günü dün gibi hatırlıyorum. "Torunlarım bu ağaçtan kiraz yerler de babaannelerini hatırlarlar" demişti.
Kısmet oldu, kendisi de iki yıl ağacın kirazını yedi. Daha çok gençti, çok cılızdı; ama iri iri kiraz veriyordu. Şimdi, hâlâ cılız olan bu ağaçtan, biz tabaklar dolusu kiraz yiyoruz. Çiçeklerinin altında da onu anıyor, dua ediyoruz.
Japonya'da görmüştüm; sakura, yani kiraz çiçeklerinin açtığı zaman, yeniden doğma zamanı. Bizim nevruza da benziyor. Hem eğlence var, hem içe dönüş. Dilekler, dualar, şükürler…
İşte öyle bir zaman!
Koş bakalım tosuncuk
Kışın yediğin hurmalar!
Arjantin'de ye ye, sonu budur işte.
Her sabah Belgrat Ormanı'ndayım. Form yerlerde. İki dakika koşunca nefes nefese kalıyorum. İki tam orman turunu koşarak tamamladığım günler, sislerin arkasında kalmış gibi.
Neyse canım, "fili ısırarak yiyeceksin" derler. İkişer dakika koşabiliyorum ya. Hem de iki turu yürüyerek de olsa, tamamlıyorum. Ter mi ter, tartıda bir geri gidiş var mı, var.
E, daha ne? Zaman, yaş, koşullar skalasında, hâlâ fena değil durum. Üstelik çocukta iyi hâl durumu da var. İstek var, azim var.
Bu iş olur tosuncuk, göreyim seni!
Carmen, bir baş yapıt
Ajandada ilk sırada Carmen var.
Dört perdelik Carmen Operası, Bizet'nin başyapıtı. Dünyada en çok sahnelenen operalardan biri. Aryalardan çoğu, zaten artık gece kulüplerinde bile çalıyor. Operayla ilgisi olmayanlar bile biliyor yani. Konu deseniz, çok tanıdık: Ttütün fabrikasında çalışan güzel kız Carmen ve kıskanç sevgili Don Jose.
Ama Carmen'i sahnede görmek bambaşka.
İstanbul Devlet Opera ve Balesi, şahane bir iş çıkartmış. Dört perde olarak sahneleniyor. Orijinal dilinde, Fransızca olarak. Carmen rolünde Nesrin Gönüldağ, Don Jose'de Efe Kışlalı ve matador Escamillo rolünde Murat Güney, dünya çapında birer performans sergiliyorlar. Zaten Efe Kışlalı hayranıyım, ama bu gösteri sonrasında diğer sanatçılara da hayran kaldım. Koro yine muhteşem. Dekorlar yine harika.
Ama, ama, ama!
O acil çıkış ışıkları, hele karanlık mizansende oynanan üçüncü perdede, sahneden daha aydınlık. Elimde değil, sürekli çıkış ışığına bakıyorum. Kardeşim şu ışıkları biraz "dim" etmek bu kadar mı zor? Sahneden daha aydınlık bir acil çıkış kapısı uyarı ışığı olamaz. O yüzlerce, hatta çarpan etkisiyle binlerce kişinin emeğine yazık.
Neyse, güzele odaklanayım. Temsil şahaneydi. Oyuncu yakını kategorisinden, alkışlardan sonra içeri de davetliydim. Herkes ne kadar mütevazi, ne kadar zarifti. Yorgunluklarına rağmen uzun uzun sohbet ettik. Her sohbet ettiğime de acil çıkış uyarılarının bütün salonu aydınlatacak kadar güçlü olduğunu anlattım. Eee, serde emekli bir albay ruhu var, yapacak bir şey yok!
Bir ressamın dünyasında
Ertesi gün, operanın gizemli ve zamansız dünyasından, bir başka zamansız dünyaya ışınlandım: Ressam Ayşe Kazancıgil Döler'in atölyesindeyim. Yüzlerce kalem ve onlarca resim arasındayım. Birer çay ve bitmeyen sohbet. Sanki hep konuşmuşuz, hep dertleşmişiz gibi bir hava var. Ayşe anlatıyor, ben dinliyorum…
"Ben hep kalemle bir şeyler karalardım. Kalem bulduğum her an resim çizdim, şekiller yaptım. Telefonda konuşurken, ders dinlerken. İstanbul Üniversitesi'nde biyoloji okudum. Üniversitedeyken babam ‘sen tezhip yap' dedi. Onun yönlendirmesiyle başladım. Herkes yaptıklarımı çok beğeniyordu. Yedi sene devam ettim, sonra bıraktım. Ne bileyim, sıkıldım herhalde. Kurallar, kalıplar…"
Ayşe, ilk olarak kartona resimler yapmaya başlıyor. Fakat resimler birkaç gün geçtikten sonra soluyor. Kartonun renkleri emdiğini fark ediyor. Sinirleniyor, ama ne yaparsa yapsın soruna bir çare de bulamıyor. Hatta ilk yaptığı resimleri, kimsecikler görmesin diye saklıyor. Bir gün eşi Sinan, bir sohbet sırasında "foto blok üzerine yapsana, emmeyebilir" diyor.
"Aaaa, emmedi! İnanamadım!
Doktoruma bir esim yapıp hediye etmiştim, o da muayenehanesine asmış. Başka bir hastası çok beğenmiş. Hanımefendi de galeri sahibiymiş meğer, beni aradı. İlk sergim onun galerisinde oldu. 65 tane resim vardı, ilk açılış gecesinde 57 tanesi satıldı. Sergi sonuna kadar da hepsi. Fiyatları çok uygun tutmuştuk; sürümden kazandım!"
Mistik semboller ve hayvanlar
Ayşe, uzun bir Hindistan ve Tibet seyahatine gidiyor. Oraları ve o kültürleri o kadar seviyor ki, bir aylık gezi biterken iki gözü iki çeşme ağlıyor. O geziyle birlikte, mistik semboller üzerinde de çalışmaya başlıyor. Horoz, fil, baykuş; artık her resminde yer alıyor.
Sonra da "Neden tezhipler hep geleneksel çerçevede kalmış acaba?" diye düşünmeye başlıyor. Özünü bozmadan tezhip formlarını kullanmayı deniyor yavaş yavaş. Kuş biçimindeki besmeleleri en çok seviyor. 15. Yüzyıl'da, İran, Hint ve Osmanlı arşivlerinde buluyor. Eski yazının figüratif hayvan şeklinde yazıldığında, çok zarif olduğunu düşünüyor.
"Ne bileyim, kalbim sevdi işte…
Yazıyı bozmamak için orijinali PDF ile büyütüp aydınger kağıdına bastım. Kenarlarından foto blokların üzerine bantladım. Beş yüz sene evvel adam bunu öyle bir oranla, öyle bir zarafetle yapmış ki; halel gelsin istemedim. 15. Yüzyıl'dan kalma bir işin telifi de yok haliyle…
Vav çalıştım, çini çiçekleri çalıştım. Bir karma oldu işte. Ama bak, çok büyük emek var. Bir resmi yapmak aylar sürüyor. Kalbim akıyor, inan bana."
Sergiler, fuarlar ve hayranlar
Ayşe Hanım, Türkiye'de yedi sergi açıyor. Ayrıca Londra ve Milano'da da. Singapur, Hindistan ve başka ülkelerde sanat fuarlarına katılıyor. Küçük Prens için yaptığı çalışma, "En İyi Masal Kitabı Resmi" seçiliyor. Şu anda bir eseri, Hindistan'da üç aylık bir fuarda sergileniyor.
"'Neden sanat?' diyorlar, bilmiyorum. Belki benim yaptığım resimler sanat bile değil… Sadece özgün. Benim yaptığım iş; tüm paradigmaların, öğretilerin, dillerin, inançların, dillerin üstünde. Hepsinden karışım, hepsinden farklı. Ben bu konuda ders almadım, almayacağım da. Kuralım yok, ayrıca lütfen olmasın da…
Beni tanımayan insanlar resimlerimi alınca çok mutlu oluyorum. Bir hissin, bir anın, bir anının aktarımı gibi bir duygu bu. Saatlerce çalışıyorum. Eskiden evde çalışırdım, şimdi stüdyomda çok mutluyum. Ama her yerde çalışabilirim. Yeter ki kalemlerim ve foto bloklarım olsun!"
Annesi de ressam
Ayşe Kazancıgil Döler'in annesi ressam, babası ise tanınmış akademisyen Aykut Kazancıgil. Saint Benoit Fransız Lisesi'nin ardından İstanbul Üniversitesi'nde biyoloji bölümünden mezun oldu. Fizyoloji'de master, "Kalp Kasının Paradoksal Etkisi" teziyle de doktorasını tamamladı. Fizyoloji labaratuarlarında ders verdi. Doçent olduğu yıl istifa etti.
Şimdi, tüm hayatını, tüm anılarını ve anlarını harmanlayarak resim yapıyor. Büyük bir mütevazılıkla "belki sanat bile değil" dese de, sanatın ta kendisi.
Hatta en pür, naif, olması gereken hâli bence…
Fatih Türkmenoğlu kimdir? "Her Perşembe Saat 4'te", "Hayat Gezince Güzel", "Türkiye'de Görülmesi Gereken 101 Yer", "Amerikan Rüyası Tabirleri", "Üç Kuruş Fazla Olsun Kırmızı Olsun" adlarıyla beş kitabı yayımlandı. ABD ve Türkiye'de yaşıyor. Evli ve iki kız çocuk babası. |