Gazetecilikte aldığım ilk derslerden biri duygularıma hakim olmaksa, diğeri de izlediğim olaya kendimi kaptırmamak, olayın parçası haline gelmemektir.
Bu dersleri aldığımda, Süleyman Demirel'in "emanetçisi" durumundaki Ali Fethi Esener'in genel başkanı olduğu Büyük Türkiye Partisi'ni izliyordum. Parti kurulalı henüz 11 gün olmuştu. 12 Eylül dönemindeki siyaset yasağı yeni kalktığı için herkes enerji doluydu. Onlardaki heyecan genç bir gazeteci olarak bana da geçmişti. Genel Merkez'deki odaları dolaşıyor, yöneticilerle seçim hazırlıklarını konuşuyordum.
Kenan Evren'in başında olduğu Milli Güvenlik Konseyi'nin partiyi kapatma kararı geldiğinde karabulutlar çöktü parti yöneticilerinin üzerine. Ben de en az onlar kadar etkilendim. Anlaşılan darbeden demokrasiye geçiş o kadar çabuk olmayacaktı; askerler dizginleri kolay kolay bırakmayacaktı.
Bir gazeteci olarak hemen tepkilerini, ne yapacaklarını öğrenip gazeteye haber yazdırmam gerekirdi. Öyle yapamadım. Şoka girdim, parti genel merkezinde oradan oraya koşturdum kalabalıklarla ama haber yazdırmayı unuttum. Saatler sonra Cumhuriyet bürosundan güçlükle bana ulaşıp, haber istediklerinde kendime geldim. Bu da bana ders oldu…
Milletvekili adayı bulamıyorlardı
BTP, Adalet Partisi'nin devam olduğu için seçim yarışının güçlü partilerinden biriydi. O kapanınca ben açıkta kaldım. Askeri mahkemeleri zaten bırakmıştım, sadece eğitim muhabirliği ile de yetinmek istemiyordum.
Askerlerin kurdurduğu Milliyetçi Demokrasi Partisi'nin (MDP) iktidara geleceği beklentisi yüksekti. Cumhuriyet Ankara Bürosu'nun ağır topları MDP'yi izlemekle görevlendirilmişti. Turgut Özal'ın kurduğu Anavatan Partisi'nin (ANAP) kazanmasına kimse ihtimal vermediği için, muhabir kadrosu boştu o güne kadar. Partileri izlemeye hevesli olduğumu görünce "Özal'ın kurduğu bir parti var, hadi onu da sen izle" dediler. Çok sevindim.
ANAP’ın Kennedy caddesindeki ilk genel merkezinde Turgut Özal’ın makam odasına girip çıkmak bile kolaydı, kapı çoğunlukla açık duruyordu. Özal’ın yokluğunda bir gün ben de diğer gazeteci arkadaşlar gibi Özal’ın masasına oturup hatıra fotoğrafı çektirmiştim. Yıl 1984
Kennedy Caddesi'ndeki genel merkeze gidip gelmeye başladım. BTP ile kıyaslandığında neredeyse boştu genel merkez. Bir de aday kıtlığı yaşanıyordu, listeler zor dolduruluyordu. Milli Güvenlik Konseyi vetoları geldiğinde yerine konulacak isim bulmakta zorlanıp, şoför, danışman kimi buldularsa yazdılar milletvekili aday listelerine. 6 Kasım 1983 seçimlerindeki büyük sürprizin onları da Meclis'e sürükleyeceğini kim bilebilirdi?
Benim açımdan en önemlisi, BTP'nin kapatıldığı gün aldığım dersi unutmamaktı. ANAP'ı izlerken olayın parçası olmamaya, sürekli dışardan bakarak tanıklık yapmaya kararlıydım. Siyasi partileri izlerken de parlamento muhabirliği sırasında da hep ona gayret ettim. Ama çok çalışsam da duygularımı karıştırmamayı pek başaramadım galiba.
Partinin kısaltılmış adını kabul ettiremedi
Gazeteciler olarak Özal'ın partisindeki ilk itirazımız, partinin adının nasıl kısaltılacağı konusundaydı. Partinin tam adı, Anavatan Partisi'ydi. Eski partilerin kısaltmasının kullanılması yasaktı. İktidardayken darbeyle devrilen Demirel liderliğindeki Adalet Partisi'nin sembolü olan "AP" olarak kısaltmak mümkün değildi. Özal, "Lütfen bizim partimizin kısaltmasını Ana Parti olarak yazın" diye rica etti.
Elbette asıl amacı, kısaltma yoluyla propaganda yapmak, "merkez sağda ana parti biziz" mesajı vermekti. Biz gazeteciler, Özal'ın bu isteğine aldırmayıp, partinin kısaltılmış adını ANAP olarak yazdık.
Anadolu Ajansı dışında kimse istediği gibi yazmayınca Özal, küçük bir manevra yaparak, "Ana Parti"den vazgeçti, bu kez "Ana.P." olarak kısaltılmasını istedi. Gazeteciler yine dinlemeyip, ANAP olarak yazmayı sürdürünce bir süre sonra Özal da kabullenmek zorunda kaldı.
Gazeteciler olarak oturup aramızda konuşmamıştık, kendiliğinden bir süreç olmuştu bu. Bir siyasetçi, partisinin adı bile olsa, bizim haberi nasıl yazacağımıza nasıl karışabilirdi ki?
Turgut Özal’ı bulduğumuz her yerde sorular soruyorduk, o da yanıtlıyordu. Yine öyle bir gün. Sanıyorum Özal, parti yöneticisi Mustafa Taşar’ın koltuğuna oturmuş (Fotoğraf: Süreyya Oral)
Özal kendi kasetini dinleyip dersler çıkarıyordu
O zamanlar siyasetçiler, özel uçakla oradan oraya uçmuyorlardı. Parti otobüsüyle yola çıkılıyor, birkaç şehir dolaşılıyor, bir geziye çıkıldı mı, üç beş gün kalınıyordu. Öyle olunca da Özal ve parti yöneticileri ile sürekli birlikte oluyor, yakından gözlüyor, istediğimiz her şeyi sorup öğrenebiliyorduk.
Seçim kampanyası daha başlamadan önce Özal ile Anadolu'da uzun bir tura çıktık. Otobüs sadece büyük şehirlerde değil, kalabalık toplanan her yerde duruyor, Özal da otobüsün üzerine çıkıp konuşuyordu.
Özal, meydan mitinglerinin acemisiydi. Bürokrat olarak o güne değin hep salonlarda konuşmuştu. Kendisi de farkındaydı hitap ederken kalabalıkları kavrayamadığını. O yüzden bir yol bulmuştu. Otobüs üzerinde konuşurken bir partili, o sıralarda Türkiye'ye henüz yeni gelmiş olan kasetli kamerayla konuşmasını kaydediyordu. Konuşma biter bitmez video kaset küçük televizyona takılıyor, Özal konuşmasını izliyordu. Elini nerede yanlış kaldırmış, nerede ses tonunu yükseltmemiş onları inceliyor, ders alıyordu. Bazen partililerle, bazen de gazetecilerle birlikte izliyor, fikir alıyordu.
Görüntü izleme yöntemi epeyce işe yaradı. İlk Anadolu turu bittiğinde Özal'ın meydan konuşmaları epey değişmişti. Her konuşmada birkaç mesaj belirliyor, onları kendine özgü kesik ve tekrar cümlelerle kalabalığı etkileyecek biçimde aktarıyordu. Artık iyi bir miting hatibiydi.
Başbakanlık muhabirleri olarak Başbakanlık konutu önünde saatlerce beklediğimiz oluyordu. Öyle günlerde simitçiler imdadımıza yetişiyordu. (Fotoğraf: Orhan Uğuroğlu)
Soruma kızıyor ama sonra kızımı soruyordu
6 Kasım 1983 seçimleri yaklaştıkça hava değişti, en son Kenan Evren'in, emekli general Turgut Sunalp'i başına getirdikleri MDP'yi işaret eden konuşmasıyla ANAP'a yönelik ilgi büyük bir dalgaya döndü; 400 milletvekilliğinden 212'sini kazanan Özal'ı iktidara taşıdı. Özal'ın muhabirlerle o gezilerde kurduğu yakın ilişki, ilk yıllarda değişmedi. Hep öyle devam etti.
Sorularımıza sinirlendiği, tepki gösterdiği de oluyordu. Kaç defa bana kızdığını sayamam, çoktur. Ama her defasında salonda soruya ne kadar sinirlense, hatta "Sen yine sol amigo abilerinden etkilenmişsin" diye tepki gösterse, Cumhuriyet'i "Babıali'nin Pravdası" olarak nitelendirse de dışarı çıktığımızda o havasından eser kalmıyordu. Büyük kızımı adıyla sorup, "Elif nasıl? O beni sever" gibi sözlerle takılıyordu. Belki bilerek yapıyor, siyasetçi-gazeteci ilişkisi ile insani ilişkiyi ayrı tutuyordu. İçerdeki tartışmayı, gerginliği orada bırakıyordu.
Başbakan olmasına rağmen karşılaştığımız hemen her yerde soru sorabiliyorduk. Hatta yurt gezilerine çıktığında akşam yemeklerinde sandalyelerimizi kapıp karşısına oturuyor; çoğu zaman rahatça yemek yemesine fırsat vermeden soru yağdırıyorduk. Pek de şikâyetçi görünmüyordu bu tavrımızdan. Ama cevaplandırmak istemediği bir konu olduğunda ya da bir kriz çıktığında koruma polisleriyle aramıza bariyer kurduğu da oluyordu.
Çocuksu bir tarafı da vardı, oynamaktan hoşlanıyordu. Özellikle yaz tatili için sahillere gittiğinde akşamları bizi atlatmaya çalışıyordu. Makam arabasının arka koltuğuna koruma müdürü Musa Öztürk'ü oturtuyor, karanlıkta Özal'ın arabada olduğunu sanan biz gazeteciler peşine düşüyorduk. Özal da arkadan başka bir arabayla çıkıp istediği yere gidiyordu. Ama güzel tarafı, atlatma oyununa kanmayıp kendisini gittiği yerde yakalayan gazeteciyi ödüllendiriyordu. Ödül de tabii ki sorularını yanıtlamaktı.
Öyle "soru" deyip geçmeyin, doğru soru ile büyük bir yanıt alıp manşet olmak bile mümkündü o yıllarda…
Özal’a yaklaşınca hepimiz birden küçük teyplerimizi uzatıyorduk. Bazen Özal, teypler arasında kayboluyordu. (Fotoğraf: Orhan Uğuroğlu)
Özal ile denizde sohbet
Bir de bizim hep gazetelerde çıkan konuları sormamız, onun dışına çıkmamamızı ve küçük teyplerimizin sürekli elimizde olmasını diline dolamıştı. Gazeteleri okuyamazsak soru soramayacağımızı, teybimiz olmazsa yanıtları hafızamızda tutamayacağımızı söyleyip gülüyordu. Siyasette epeydir unuttuğumuz mizah duygusu vardı.
Yanılmıyorsam bir Side tatiliydi. Özal aniden ortadan kayboldu. Semra Hanım'ı da alıp tekneyle dolaşmaya çıktıklarını öğrenince biz de arkadaşlarla gruplar halinde arabalara doluşup koylarda aramaya başladık. Uzun aramalardan sonra bir koyda gördük tekneyi. Özal da denizde yüzüyordu, etrafında iki koruma vardı.
Hemen sahile indik ama epey açıktaydı Özal. Oraya kadar yüzmek kolay değildi. Baktık sahilde oturan bir grup gencin paletleri duruyor yanlarında. Gazeteci olduğumuzu söyleyip Özal'ı gösterdik, paletlerini istedik. Kabul ettiler, şansımıza ayağımıza da uydu. 4-5 arkadaş açıldık denize.
Koruma polisleri engellemek istese de Özal durdurdu onları. "Bırakın gelsinler, ellerinde teypleri de kalemleri de yok. Bakalım nasıl yazacaklar" diye seslendi. Yanına gidince de "Hadi istediğinizi sorun bakalım, nasıl olsa yazamayacaksınız" dedi.
Özal hayli kiloluydu, o haliyle ellerini hafifçe suya vurarak suyun üzerinde kalıyordu. Ama bizim için paletlerle suyun üzerinde kalmak hayli yorucuydu. Aralıklarla geriye gidip suya sırtüstü yatarak zor tamamladığımı hatırlıyorum o sohbeti.
Sudan çıkar çıkmaz ilk iş, arkadaşlarla aramızda anlaşmak oldu. "Birbirimizi atlatmak yok. Herkes aklında kalanı anlatsın, tek bir metin oluşturalım." Öyle de yaptık. Bütün muhabir arkadaşlar hatırladıklarını döktü ve eksiksiz bir soru yanıt metni çıkardık ortaya.
Ertesi gün Özal'dan "aferin" aldık, yanlış ya da eksik bulamamıştı…
Uçan gazeteciler-koşan gazeteciler
Yıllar geçtikçe Özal ile muhabirlerin ilişkisi değişti. Bazı gazetelerin Ankara temsilcileri ve bazı yazarlarla özel ilişkiler geliştirdi, onlarla sohbet edip, onlara demeç vermeye başladı. Gezilere de temsilci ve yazarları "onur konuğu" olarak çağırmaya başladı. Başbakan için 1988 yılında Gulfstream 4 tipi küçük bir özel uçak alınınca yazar davet yöntemi sürekli hâle geldi. Özal'ın davet ettiği yazar, uçakta, helikopterde hep yanında oluyor; biz saatlerce koşturmamıza rağmen ertesi gün asıl büyük haberi o yazarın köşesinden öğreniyorduk. En sık çağrılan yazarlar, hatırladığım kadarıyla Ertuğrul Özkök, Yavuz Donat, Güneri Cıvaoğlu ve Çetin Altan'dı. (Özal'ın Cumhurbaşkanlığı döneminde de süren yakın ilişkisi nedeniyle Ertuğrul Özkök'ün soyadını "Özköşk" diye yazıp çizenler olmuştu).
Temsilci ve yazarlar, muhabirliğin önüne geçmeye başlamıştı. Muhabirler olarak artık onlarla yarışıyorduk. Özel davetli yazarları "Uçan gazeteciler" olarak adlandırmıştık, biz muhabirleri de "Koşan gazeteciler." Özal'a da söyledik bu ayrımı. Her seferinde gülümseyerek geçiştirdi.
Uçan gazeteciler ve koşan gazeteciler arasındaki fark zamanla belirginleşti. Demeçleri uçan gazeteciler, eleştirel haberleri, koşan gazeteciler yazıyordu.
Anadolu’daki lezzet duraklarını iye bilen Özal ile çıktığımız gezilerde mutlaka yemek molası verilirdi. Yemek molalarında da sandalyelerimizi alır karşısına otururduk. Bu fotoğraf da sanıyorum Konya-Ankara yol ayrımındaki restoranda çekildi. (Fotoğraf: Emin Varol)
Siyasi yasağı kaldırmak istemedi
Özal, askerlere rağmen iktidara geldiği için Kenan Evren ile gerginlik bir süre devam etti. Fakat zaman geçtikçe Özal ile Evren uyumlu çalışmaya başladılar. Ne de olsa 12 Eylül darbesi dönemi boyunca Başbakanlık Müsteşarı olarak yönetimin parçasıydı Özal. Ekonomide liberalizmi savunan Özal, sosyal alanlarda daha farklı bir çizgi izliyor, siyaset ve basında özgürlüklerin genişletilmesinden yana tavır almıyordu.
Bu tutumunun ilk somut örneği, Polis Vazife ve Selahiyetleri Kanunu'nun değiştirilip, polisin yetkilerinin artırılması girişimi oldu. Meclis'te uzun kavgalar, tartışmalar oldu, günler sürdü Genel Kurul'daki görüşmeler. Muhalefetin yıldızları Halkçı Parti milletvekilleri Fikri Sağlar, Ali İhsan Elgin ve Cüneyt Canver'di.
Süleyman Demirel, Bülent Ecevit, Necmettin Erbakan ve Alparslan Türkeş'in 12 Eylül 1980'den sonra partilerin kapatılmasının ardından konulan siyasi yasaklarını kaldırmaya da gönlü razı değildi. Demirel başta olmak üzere yasaklı liderler sürekli mitingler düzenlemesine, kurdurdukları parti üzerinden siyaseti sürdürmelerine rağmen askerlerin koyduğu yasağı sürdürmek istedi. Öyle olunca Özal için siyaset dikensiz gül bahçesiydi. En büyük rakibi ilk yıllarda Necdet Calp'ın Halkçı Partisi'ydi, sonra onun yerini Erdal İnönü'nün SODEP-Halkçı Parti birleşmesiyle kurulan SHP'si alacaktı.
Ama yasaklı liderler öyle ustaca sıkıştırdılar ki Özal'ı, sonunda referandum yapmak zorunda kaldı. Kampanyanın "Hayır" tarafında sadece Özal ve partisi vardı. Parti yöneticisi Güneş Taner'in üzerinde "No, no, no" yazan turuncu tişörtüyle katıldığı renkli bir kampanya yürütseler de sonuç alamadılar. Kıl payı bir farkla da olsa, eski liderlerin siyasi yasakları yüzde 50,6 oranındaki "evet" oyuyla kalktı. 1987'deki yasaklar referandumundan itibaren de ülkede siyasetin rengi değişti, Özal için işler daha da zorlaştı.
'2,5 gazete' ve Asil Nadir operasyonu
Gazete haberlerine sinirlenmeyen, kendisiyle ilgili karikatürlere gülüp, duvara asan, hatta gelen IMF heyetlerine bile gösteren Özal, giderek kayboldu. Karikatürlere, haberlere davalar açan bir siyasi haline geldi. Gerçi yine dava açtığı karikatüristlerden imzalı karikatür istediği de oluyordu ama eskisi kadar sıcak bakmıyordu eleştirel gazetecilere, karikatüristlere.
Basını hedef alan açıklamaları, yalanlamaları sonunda gazetecilerle arasının açıldığı bir yıl oldu 1988. Hürriyet ile açıktan kavgaya girişti. Hürriyet'in o dönemdeki sahibi Erol Simavi de gazetesinde bir mektup yayınlayarak meydan okudu Özal'a. Simavi, hayli sert bir dille kaleme aldığı mektubunda Özal'ın geçirdiği by-pass ameliyatı sonrasında karakterinin değiştiğini öne sürüyordu:
"Sayın Başbakan, sevdiğimiz, beğendiğimiz umut bağladığımız kişiydiniz. Şimdi itiraf edeyim, sizi artık tanıyamıyorum. Hele şu sıra: By-pass denilen cerrahi işlemin (...) sizde uyandırdığı etkiyi iki kelimeyle özetleyebilirim: Basından nefret! Sağlık seferinizden dönüş gününden beri bizleri köşeye sıkıştırma çırpınışı içindesiniz. Elhak, başarıyorsunuz da... Yetinmiyorsunuz, daha daha daha sıkıştırmayı düşlüyorsunuz. Ama üzerine basa basa söylüyorum: Bizler hancıyız, sizler öyle de böyle de yolcu..."
O günlerde gazete sahiplerinin başka sektörlerde işleri olmadığı, henüz yayın kuruluşları medya holdingleri hâline gelmediği için güçlüydü Simavi. Devrin en güçlü insanına, devleti yöneten Özal'a böyle kafa tutabiliyordu.
Turgut Özal, Çankaya Köşkünde Cumhurbaşkanı Evren ile görüştükten sonra kapıya gelip sorularımızı yanıtlıyordu. Biz yine de arabasına kadar sorularımızla eşlik ediyorduk. O sırada ben Cumhuriyet’te çalışıyordum, Hulki Cevizoğlu Hürriyet’te. (Fotoğraf: Orhan Uğuroğlu)
Özal da basın ile ilişkilerinde yeni bir yol tutturdu; epeydir kafasında evirip çevirdiği bazı gazeteleri ele geçirme operasyonu için düğmeye bastı. "Türkiye'de gelecekte 2,5 gazete kalır" iddiasını da bugünlerde ortaya attı. Nitekim çok geçmeden anlaşıldı ne demek istediği. İngiltere'deki Kıbrıslı iş insanı Asil Nadir'i, Türkiye'de medyayı ele geçirme operasyonunun başaktörü yaptı. Asil Nadir ilk olarak devrin çok satan gazetelerinden Günaydın'ı 44 milyon Türk Lirası ve 5 milyon sterlin karşılığı satın aldı.
Asil Nadir, Günaydın'dan sonra Güneş ve Tan gazetelerini, Nokta dergisini yayınlayan Gelişim Grubunu'nun da sahibi oldu. Medya holdingi olma yolundaydı. Hürriyet, Milliyet, Güneş, Tercüman, Sabah, Cumhuriyet gibi gazetelerin sahipleri elbette ki hoş karşılamadı Asil Nadir'in bu hızlı girişini. Birlikte karşı koydular, Özal'ın aracısı konumundaki Asil Nadir'e karşı mücadeleyi yeğlediler.
Özal'ın medyayı ele geçirme operasyonu başarıyla ilerlerken iki yıl kadar sonra beklenmedik bir gelişme olacak, Asil Nadir, İngiltere'de kendi şirketi Polly Peck'ten para çalmakla suçlanarak tutuklanacak, her şey tepetaklak gidecekti.
Asil Nadir'in durumuna üzülenlerin başında Özal geliyordu. Onu kurtarmak için İngiltere Başbakanı "Demir Lady" lakaplı Margaret Thatcher'a mektup bile yazacak ama etkili olamayacaktı. 2,5 gazete hedefi de böylece suya düşecekti.
Dikkat ettim, Özal’ın yanına durup birlikte anı fotoğrafı çektirmemişim. Sadece ben değil o zaman gazetecilerin bugünkü gibi izledikleri liderle poz verme alışkanlığı yoktu. Soru sorarken, söyleşi yaparken çekilirdi fotoğraflar. Özal ile bu fotoğrafım1986 yılında Harbiye Orduevi’ndeki bir söyleşi öncesinde çekildi.
'Üzerimizden silindir geçti'
Siyasette de işler ters gidiyordu. 1983 seçimlerindeki yüzde 45'i siyasi yaşamı boyunca bir daha göremedi Özal. 1987 genel seçimlerinde ANAP'ın oyu yüzde 36,1'e düştü. Özal, seçim bölgeleriyle, seçim kampanyası yöntemleri ve siyasi partilere Hazine yardımı koşullarıyla oynamayı çok seviyordu. Yine de oylarındaki düşüşü engelleyemiyordu.
26 Mart 1989'da yapılan yerel seçimde yürüttüğü kampanya muhalefete oy vermeyi düşünen seçmenleri tehdit üzerine kurulmuştu. "Eli kolu bağlı belediye başkanı ister misiniz?" başlığı altındaki gazete reklamlarında koltukta eli kolu sarılmış belediye başkanı resmedilmişti. Özal bütün mitinglerde de benzer konuşmalar yaptı. Sürekli, ANAP'ın belediyelerinin ne kadar iyi çalıştığını anlatıyor, ardından iktidarın kendilerinde olduğunu hatırlatıyor, muhalefetin kazandığı belediyelerin iş yapamayacağı, çalıştırmayacakları mesajı veriyordu.
Buna karşı Erdal İnönü'nün SHP'si de "Beş yıl daha limon gibi sıkılmaya gücünüz var mı?" sloganı altında yürüttü seçim kampanyasını. Özal'ın kampanyasının baş aktörü eli kolu bağlı belediye başkanı ise SHP'ninki limondu. Sonunda limon kazandı.
Kamuoyu şirketlerinin yüzde 60'ları aşan oyla kazanacağını tahmin ettikleri Bedrettin Dalan bile İstanbul Belediye Başkanlığı için SHP'nin adayı Prof. Nurettin Sözen'e kaptırdı koltuğunu. SHP seçimden birinci parti olarak çıkmış, Ankara, İstanbul ve İzmir başta olmak üzere 39 kentin belediye başkanlıklarının kazanmıştı.
O gece ANAP Genel Merkezi'ndeki yıkımı unutamam. Gecenin ilerleyen saatlerinde seçimin kaybedildiği belli olmuştu artık. Yanılmıyorsam Özal yoktu partide. Genel Başkan Yardımcısı Oltan Sungurlu'yu bulduk. Daha biz "seçim sonuçları" demeye kalmadan yanıtladı bizi:
"Üzerimizden silindir geçti."
Çok üzgündü, mırıldanarak konuşuyordu. Seçimlerle ilgili başka bir konuyu sordum, tam hatırlayamıyorum konuyu. "Ben üzerimizden silindir geçti diyorum, sen ne diyorsun?" diye karşıladı. Bu sefer yüksek perdeden çıktı sesi. Haklıydı, daha fazla zorlamanın âlemi yoktu. Sungurlu'yu odasında öylece bırakıp çıktık.
1989 yerel seçimleri tam anlamıyla bir hezimetti. Özal'ın ANAP'ı için sonun başlangıcıydı. Nitekim 26 Mart'taki yerel seçimlerin ardından muhalefet liderleri, erken genel seçim kampanyasının startını verdiler. "Oy oranı yüzde 21.80'e düşen bir parti Türkiye'yi yönetemez" diyorlardı.
Ben yanıldım
Kenan Evren'in Cumhurbaşkanlığı'nın bitecek olması Özal için bir fırsattı. Cumhurbaşkanı olarak yeni bir açılım sağlayabilirdi. Belli ki oyun planını çok önceden kurmuştu, adım adım Cumhurbaşkanlığı'na ilerliyordu.
Gazetelerde ise aday olup olmayacağı konusunda yazılar, haberler birbirini izliyordu o günlerde. Biz de muhabirler olarak bu sorunun yanıtını arıyorduk. Adaylığını açıklamadan bir hafta kadar önceydi. Meclis kulisinde otururken yine sorduk aday olup olmayacağını. Cevap vermek yerine bize sordu. "Cumhurbaşkanı adayı olacak mıyım, siz söyleyin." Tek tek sordu. Ben aday olmayacağını söyledim. Bazı arkadaşlar ise aday olacağı tahmininde bulundu. Orhan Uğuroğlu ve Gülten Arslan, “Aday olmanız gerekir ama ANAP'ın genel başkanlığını kime bırakacaksınız?" diye sordular. Özal yanıtsız bıraktı onları.
Aynı şekilde ANAP milletvekillerine de sordu adaylığını. Hem de kapalı oylama yaptırdı parti grubunda. Hem kendisinin cumhurbaşkanı adaylığını sordu hem de ardından kimin genel başkan olmasını istediklerini.
Ama oylamanın sonucunu açıklamadan oyların hepsini çantasına koyup çıktı gruptan. Parti yönetimindeki oylamalarda da hep böyle yapıyordu zaten. Oyları cebine koyup istediği sonuç çıkmış gibi açıklıyor, kimse de itiraz edemiyordu. 17 Ekim 1989'da hem partisinin Balgat'ta Dışişleri Bakanlığı'nın karşısındaki yeni genel merkezinin açılışını yaptı, hem de partisine veda etti. Sonra da adaylığını açıkladı. Muhalefet milletvekillerinin protesto ettiği oylamalar üç tur sürdü. Ancak basit çoğunluk aranan üçüncü turda gerekli oyu alarak cumhurbaşkanı seçildi Özal. 9 Kasım 1989 tarihinde resmî olarak görevine başladı.
İlk başta muhalefetin protestoları sürdü. Demirel uzun süre Çankaya'ya çıkmadı, Özal'ın "Alışırlar, alışırlar" açıklamasına karşı "Alışamadık" kampanyaları bile açıldı. Çok geçmeden geride kaldı, unutuldu bu protestolar…
TBMM Kulisinde Özal’ın etrafını çevrelediğimiz bir gün. Sanıyorum Cumhurbaşkanı adaylığını açıklamadan hemen önceki günler. Böyle manzaralar sık olurdu Mecliste…
Eşini il başkanı yaptı
Cumhurbaşkanı olduktan sonra yerine seçtiği isim, o dönemde ironiyle "Türk büyükleri" diye anılan adaylar arasından Yıldırım Akbulut'tu. Meclis Başkanlığı döneminde, devlet protokolde önünde olmasına rağmen Başbakanlığı sırasında Özal'ın arkasından yürüyecek kadar saygılı, bağlı bir isimdi Akbulut.
Ama Özal, ANAP'tan hiç elini çekmedi. Hele 1. Körfez Savaşı sırasında neredeyse Başbakan ve Dışişleri Bakanı gibi davrandı, ABD Başkanı George Bush ile sürekli telefonda görüşüyor, açıklamalar yapıyordu. Bu tavrı Akbulut'u bile çileden çıkardı.
O da parti içinde milliyetçi-muhafazakâr kesimle ittifak yaparak, genel başkanlık yarışına hız verdi. Liberal ve sosyal demokratlar da Akbulut'a karşı Mesut Yılmaz etrafında toplanmışlardı.
Kavgayı tırmandıran Turgut Özal'ın eşi Semra Özal'ı, ANAP İstanbul İl Başkanlığı'na getirmek istemesi oldu. Kavgalı, ertelemeli geçen kongrelere rağmen de Semra Özal'ı oraya oturtmayı başardı Turgut Özal. Bunun sonucu olarak da Mesut Yılmaz, kongrede genel başkanlığı kazandı.
Mesut Yılmaz yönetimindeki ANAP da Turgut Özal'ı, mutlu etmedi. Zira o da partiye istediği gibi elini sokmasından hoşlanmıyor, izin vermeye yanaşmıyordu.
SS: Sansür-sürgün kararnamesi
Turgut Özal'ın siyasi kimliğini cumhurbaşkanlığı ile başbakanlığı dönemi olarak ikiye ayırmak gerekir. İlk dönemde daha çok bir teknokrat gibi olmaya çalışan, otoyollar, köprüler gibi icraata kendini adayan Özal, Cumhurbaşkanı olduktan sonra değişti.
Başbakanlığı sırasında PKK sorununu "Üç beş çapulcu" diye küçümsüyor, Kürt sorununun varlığını kabul etmiyordu. PKK ve terör sorunun çözümünü tamamen askere ve derin devlete havale etmişti. Yeni Ülke gibi gazetelerin büroları bombalanıyor, faili meçhuller birbirini izliyor; köyler yakılıyor ama yine de PKK giderek daha da büyüyor, bölgede taban buluyordu.
Üstelik eylemler kentlere sıçramış, 1990 Nevroz'unda daha önce görülmedik biçimde bölgeyi sarmıştı. Cizre'de başlayan kepenk kapatma eylemi, hızla Lice'ye ve oradan başka yerleşim birimlerine yayılmıştı.
Devletin zirvesinde alarm zilleri çaldıran bu gelişmeler, Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın, gazete ve televizyon yöneticilerini Çankaya Köşkü'nde toplamasına yol açtı. MİT Müsteşarı, Olağanüstü Hal Bölge Valisi ve MGK Genel Sekreteri'ni yanına alan Özal, önce bir durum tespiti yaptı:
"Kolay ve kısa süreli bir hadise değil bu. Bazıları öyle sanıyor ama hayır. Meselenin bugün artık eski usullerle çözülmesi söz konusu değil. Daha önceki 28 isyan şöyle böyle çözülmüş. Bugün o dönem kapanmıştır."
Sorunun adını yeni koymuştu Özal, "29. Kürt isyanı." Bu isyanı bastırmak için medyadan destek istiyordu. Çözüm olarak ortaya koyduğu formül de, geçmişte yapılanlardan farklı değildi. Daha büyük askeri operasyonlar öngörülüyor ve özgürlükleri askıya alan "sansür ve sürgün kararnamesi" servise konuyordu.
Her nasılsa o yıl büyük kentlerde faili meçhul cinayetler işleniyordu. Atatürkçü Düşünce Derneği kurucularından hukukçu Prof. Dr. Muammer Aksoy 31 Ocak 1990'da, Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Çetin Emeç 7 Mart 1990'da, o sırada Doğu Perinçek ekibinin çıkardığı 2000'e Doğru dergisinde yazan yazar Turan Dursun 4 Eylül 1990'da, tarihçi ve siyaset bilimci Bahriye Üçok 6 Ekim 1990'da faili meçhul cinayetlere kurban gittiler. 24 Ocak 1993'te de, Cumhuriyet gazetesi yazarı Uğur Mumcu, Türkiye'yi ayağa kaldıran bombalı bir suikastle katledilecekti. Bütün bunlar olup biterken Özal, Cumhurbaşkanıydı.
Körfez Savaşı'nın etkisi
Ortadoğu'da olduğu gibi Türkiye'de de siyaset Körfez Savaşı ile birlikte alt üst oldu. Saddam Hüseyin'in ordularının 2 Ağustos 1990'da Kuveyt'i işgalinin ardından başlayan savaş, Özal'ı da etkiledi. En önemli kazanımı Cumhurbaşkanı seçilmesine yönelik meşruiyet krizini aşmasıydı.
Türk askerinin Körfez Savaşı'na aktif biçimde katılabilmesi için TBMM'den karar çıkarmakta zorlandı. Özal, bölgede "harita değişiklikleri" beklentisi içindeydi. İran ve Irak'taki Kürtleri bir araya getirerek hamiliklerini üstlenme niyetini gizlemiyordu.
Başbakanlığı döneminde Türkiye'de Kürt sorununun varlığını kabul etmeyen Özal'ın yerini, peşmergelerin Türkiye'ye sığınmasından sonra "Benim de anneannem Kürt'tü" diyen bir Özal aldı. Kürtlere ve sorunlarına olan ilgisi aniden arttı. İlk adım olarak kendi partisi ANAP'ı güçlükle ikna ederek, Kürtçe yasağının kaldırılmasını sağladı.
Sonraki adımı Abdullah Öcalan'a ateşkes ilan ettirmekti. Kürt liderlerden Celal Talabani ve Çankaya'da ağırladığı HEP milletvekilleri Orhan Doğan, Selim Sadak ve Mahmut Alınak'ı da devreye sokarak başardı bunu. Öcalan, Mart 1993'te ilan etti ilk ateşkesi. Öcalan, 13 Nisan'da da basın toplantısı düzenleyip yeniden ve süresiz ateşkes ilan ettiğini duyurdu.
Yeni parti, yeni program rüyası
Yenilenmiş Özal, sadece Kürt sorunu için değil Türkiye için de artık yeni ve demokratik açılımlarla bezeli yeni bir program öngörüyordu. 1991 seçimlerinde iktidarı kaybeden ANAP'tan umudu kalmamış, Mesut Yılmaz ile de yolları tamamen ayrılmıştı. Çankaya artık ona dar geliyordu. Cumhurbaşkanlığı'ndan ayrılıp yeni bir parti kurma hazırlıklarına girişmişti. Kardeşi Yusuf Bozkurt Özal, kuzeni Hüsnü Doğan gibi isimlerle birlikte yürütüyordu yeni parti çalışmalarını.
Ama yaşamın sürprizleri insanların planlarından daha güçlü. 17 Nisan 1993 günü Özal Çankaya'daki Cumhurbaşkanlığı Köşkü'nde aniden yere yığılıverdi. Yeni parti, yeni program, PKK ile ateşkes… Hepsi masanın üzerinden silindi Özal ile birlikte.
8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal, Koronavirüs salgını günlerine rastlayan 27. ölüm yıldönümünde, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu, oğulları Ahmet ve Efe Özal'ın da katıldığı Topkapı'daki anıt mezarında mütevazı bir törenle anıldı
Özal'ın kalp krizi geçirdiği haberi geldiğinde Hürriyet Ankara Bürosu'ndaydım. Önce inanamadık. Kaldırıldığı Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi'nden gelen bütün haberler hemen yaşamını yitirdiği, doktorların geri getirme çabalarının sonuçsuz kaldığı yönündeydi. Yine de resmî açıklama yapılana kadar bekledim inanmak için. Galiba yine duygularım hakim oldu mantığıma.
Hep düşünmüşümdür, Tayyip Erdoğan'ın iktidara gelişine giden süreç Özal'ın ölümüyle mi başladı acaba? Zira Özal'ın gidişinin ardından sırada Türkiye'de merkez sağ ve solun giderek zayıfladığı, darmadağın olduğu yıllar vardı. Daha iyi bir gelecek, geçmişle başlar, geçmişin gerçeğine sadakatle başlar. Özal'sız geçen 27 yılın ardından, bir gazeteci olarak yıllarca izlediğim Özal'a dair hatırladıklarım, artısı ve eksisiyle not ettiklerim bunlar.