Faruk Bildirici

05 Eylül 2020

Erbil Tuşalp'in ardından: Görmediğimiz karanlığın, gördüklerimizden daha koyu olduğunu gösterdi!

Erbil Tuşalp, 12 Eylül 1980 darbesinin ardından işkenceleri, işkencelerdeki ölümleri ve dönemin insan hakları ihlallerini arşivlemeye adadı kendisini. Duyduğu, okuduğu, dinlediği her işkence vakasının üzerine gitti. Avukatlarla, ölenlerin yakınlarıyla, gören bilen kimi bulduysa konuşup notlar aldı. Acılı insan öyküleri biriktirdi ve görmediğimiz karanlığın gördüklerimizden çok daha koyu olduğunu gözler önüne serdi

Kimisi ilk karşılaştığı insanın önce gözlerine bakar, derinlerde ne sakladığını anlamak istercesine. Kimisi ellerine bakar, geçmişinin izlerini arar. Kimisi de giysilerine, üstüne başına bakar zevkini, maddi durumunu anlamak için.

Erbil Tuşalp ise başkadır. Yeni tanıştığı insanın elinde ilginç/değerli bir kalem varsa başka bir şeye bakamaz, takılır kalır. İlk fırsatta ister, eline alır inceler, bir süre kalem üzerine sohbet eder, sonra asıl konuya döner.

Onun kırtasiye tutkusu öyle camekânlarda saklanacak, dostlarına gösterecek değerli obje arayışı değil, kullanmak içindir. Kalemi, küçük not defteri elinden düşmez, sol göğsünün üzerindeki cebinde mutlaka birkaç kalem olurdu. Deri çantasını her açıp kapatışında kalem gözüne mutlaka dokunurdu. Sanki o kalemler canlıydı ve o da iyi yazmasına yardım etmeleri için sevgisini gösteriyordu.

Daha çok kurşun kalem kullanıyordu hatırladığım kadarıyla. Uçları sürekli sivriydi, yazmaya hep hazır olurdu. Olması da gerekliydi. Günün her saatinde, her anında da defterini açar not alırdı. Kim olursa olsun, bir haber kaynağı, dostları ya da okurlarla konuşurken hemen defterini açar, not alırdı. Ona bir konuyu anlattıysanız mutlaka defterine geçirirdi. Eğer fırsat bulamamış da not alamamışsa ne yapar eder gün bitmeden bir fırsat yaratıp tamamlardı eksiklerini. Notları da çok düzgündü. Önce tarih, görüşme saati, kiminle görüştüğü ve diğer bilgiler…

Bu kadar titiz çalışmayı, disiplinli davranmayı ve arşivciliği nasıl edinmişti bilemiyorum ama 1980'lerde Cumhuriyet Gazetesi Ankara Bürosu'nda, Yalçın Doğan ile yarışıyorlardı. Yalçın Doğan, "Alman ekolü"ndendi, Erbil Tuşalp ise Kara Harp Okulu kökenliydi. Disiplin anlayışı askeri okuldan beslendiyse de "sivil kafalı" olmasını engelleyememişti.

Cumhuriyet'te ideal çalışma ortamını bulmuştu. Mutluluğunu öyle açıkça dile getirmek gibi bir huyu yoksa da gece gündüz demeden çalışmasından, enerjisinin hiç tükenmemesinden anlaşılıyordu bu. Büro içinde sürekli hareket halindeydi.

Daha sık doluyordu gözleri

1980 yılı Haziran ayının ilk günlerinde tanışmıştım. Ankara Basın Yayın Yüksek Okulu öğrencisiydim. Yazgülü Aldoğan, hocamız olarak beni ve Oğuz Erdoğan adlı arkadaşımı staj için götürmüştü Cumhuriyet'e. Ankara İstihbarat Şefi Erbil Tuşalp, kısa birkaç soru sordu. Sonra Yazgülü Aldoğan'a dönüp onunla sohbet etti. Böyle başladı 45 günlük stajımız.

Erbil Abi, birkaç yıl önce konuşurken itiraf etti o gün benimle ilgili ilk izleniminin olumlu olmadığını: "İkinize de baktım, senin için 'Bundan gazeteci olmaz bırakır gider ama öbürü çok cevval bir tipe benziyor' dedim. Seni gözüm tutmamıştı. Ama yanılmışım."

Hem de çok sıkı yanılmıştı. Oğuz, staj süresini bile bitirmeden bırakmıştı gazeteyi. Bense stajdan sonra da kalıp kadroya girmiştim. 40 yılı bulan gazetecilik serüvenim öyle başlamıştı.

Onun yanıldığını söylemesi de öyle kolay bir iş değildi, övgülerine mazhar olmak da. Onur duydum, mutlu oldum doğrusu. Cumhuriyet bürosunda esirgediği güzel sözleri son yıllarda dile getirmekle kalmadı, aralıklarla telefon edip destek verdi.

Konur Sokak'taki Cumhuriyet Ankara Bürosu: Erbil Tuşalp, Yalçın Doğan, Hasan Cemal, Vural Saygılı, Faruk Bildirici (Oturanlar, soldan sağa); Halil Özdemiroğlu, Ufuk Güldemir, Azmi Özgür, Mustafa İspir, Sofu Baba (Tuğrul), Sedat Ergin (Ayaktakiler, soldan sağa)

Hatta İzmir'deki son ziyaretimde sarı bir kurşun kalem hediye etti bana. Gözleri ışıldıyordu. Onun için sıradan bir anı, sıradan bir hediye değildi verdiği kalem. Sanki elinde çok değerli bir mücevher vardı ve yaptığımın karşılığını ancak onunla verebilirdi. Öğrencisi olmamdan duyduğu mutluluğu böyle ifade ediyordu.

Zaman denilen büyük öğreticinin etkisi altındaydı. Sadece beni değil, iyi iş yaptığını gördüğü gazetecileri tanımasa da arayıp kutluyor, cesaretlendiriyordu. Nereden mi biliyorum? Beni arayıp, o gazetecilerin telefon numaralarını bulmamı istemesinden…

Aslında bize öğrettiği, "eleştiremediğin bir kişiyi tebrik de etme" kuralıydı. Gerçekten de eskiden hep eleştiriye ağırlık verir, itiraz etmekten sakınmazdı. Yıllar içinde değişmişti, daha sakinlemişti, daha sık doluyordu gözleri. Konuşurken anlamadığım bir nedenle hemen titriyordu sesi.

Ne yalan söyleyeyim, ilk gördüğümde çok sıcak bulmamıştım. Dudaklarını üzerindeki fırça gibi kalın solcu bıyığı, kara gözlüğü, çatık kaşı ile biraz da ürkütücü gelmişti. Hakikaten onun gibi bir şefle çalışmak zordu. Muhabirlerin de kendisi gibi yorulmadan koşturmasını, hata yapmadan yazmasını, merak duygusunu hiç kaybetmemesini, soru sorarken karşısındakini kızdırmaktan korkmamasını istiyordu. Bağırmaktan, fırça atmaktan geri durmayan bir şefti.

Ama zorluyor, enerjimi, birikimimi son demine kadar kullanmamı sağlıyor, öğretiyor, yönlendiriyordu. Gazeteci milleti arasında huysuz, biraz da geçimsiz olarak bilinse de şef olarak muhabirlerine güç vermeyi, sahip çıkmayı da biliyordu.

'Kimi davet edeceğinize karar veremezsiniz'

Bugün eğer gazetecilik etiği konusunda kalem oynatıyorsam, Erbil Tuşalp'in kurduğu temel sayesindedir. O zamanlar yazılı ilkeler yoktu elimizde ama o karşılaştığımız her olayda "Öyle olmaz"ı anlatır, gösterirdi. Çabuk da sinirlenirdi. Konur Sokak'taki küçük büronun onun sesiyle çınladığına az mı tanık oldum?

Yine öyle bir gündü. Daktilo tıkırtıları sustu, hepimiz ona bakıyorduk. O, öfkeyle bağırıyordu telefondaki kim olduğunu bilmediğimiz kişiye:

"Kimi davet edeceğinize siz karar veremezsiniz. Siz gezi davetinizi iletirsiniz, kimi göndereceğimize biz karar veririz."

Telefonu öfkeyle kapatıp, sigarasından birkaç nefes çekmesini bekledik. Sigara onun en az kalem defter kadar vazgeçemediği başka bir tutkusuydu. Sigarayı zincirleme yakar söndürürdü. Filtresiz sert Fransız sigarası bulduğunda keyfi göklere ererdi.

Sigaranın dostu olmadığını anladığında ise çok geçti, ciğerlerine onarılmaz zararlar vermişti o dumanlar. KOAH olduğunu söyleyen doktorlar bıraktırdı sigarayı. Bana kalırsa vakitsiz yolculuğa çıkmasının en büyük sorumlusu da bıyıklarının ucunu sarartacak kadar içtiği o sigaralardı.

Büroda bağırdığı o gün de sigarasının dumanını öfkeyle havaya üflemesinden sonra yanına gidip sorduk neye kızdığını. Meğer bir holdingin yetkilisi ile konuşuyormuş. Düzenledikleri geziye bürodan bir arkadaşımızı isim vererek davet etmiş. O da bunun mümkün olmadığını, geziye katılacak ismi gazetenin belirlemesi gerektiğini açıklamış ama karşısındaki kişi ısrar edince tepesi atmış; kimseyi göndermeyeceğini söylemiş.

Yanılmıyorsam 1981 yılıydı. Yeni bir gazeteciydim, henüz bir yılımı bile doldurmamıştım bu meslekte. O yüzden anlamakta zorlandım meseleyi. Sonra öğrendim. Sadece Cumhuriyet'te değil, o zamanlar basında genel kuralmış. Davet eden kuruluş, dernek, şirket, her neyse, organizasyonu büro şefine iletir, hangi gazetecinin o gezi ya da etkinliğe katılacağını gazete yönetimi belirlermiş. Böylece davet eden kuruluş ya da şirketlerin gazetecilerle özel, içli-dışlı ilişki geliştirmesi önlenirmiş. Geziler (özellikle de dış geziler), hiçbir gazeteci için ödüllendirme amaçlı kullanılamazmış.

Günümüzdeki medya uygulamalarıyla karşılaştırınca ne kadar gerçek üstü geliyor değil mi? O zamanlar böyleydi, yazılı olmayan etik kurallar sıkı uygulanırdı. Mesela ben yıllarca Turgut Özal'ı izlediğim halde bir kere bile olsun gazeteci arkadaşlarla birlikte yan yana sıralanıp ya da önüne diz çöküp hatıra fotoğrafı dahi çektirmedik. İzlediğimiz politikacılarla mesafemizi hep koruduk.

Erbil Abi'den bir kez bu konuda fırça yedim. O da Antalya'da, yanılmıyorsam Side'de Turgut Özal'ı izlerken, boş bir günümüzde gazeteci arkadaşlarla Özal'ın da göreceği şekilde denizde oynamamız yüzündendi. "Nasıl yaparsın bunu" diye epey ağır konuşmuştu.

Haklıydı da… Özal muhabirleri değil, muhabirler Özal'ı izlemeliydi.

İşkence belgeleyicisi

Kuşkusuz bende bıraktığı iz, gazetecilik meslek etiği ile sınırlı değil. Hedefe varana kadar durmayan, inandığını gerçekleştirmek için bıkmadan çalışan, günü kurtarmak yerine tutarlılığa önem veren, çizgisini bozmadan yürümeyi yaşam felsefesi haline getiren ve bu niteliklerinden ötürü iyi bir gazeteciydi.

12 Eylül 1980 askeri darbesi ile birlikte gazeteciliğinde başka bir evreye geçti. Polisin, askerin yaptığı işkenceleri, işkencelerdeki ölümleri ve dönemin insan hakları ihlallerini arşivlemeye adadı kendisini. Duyduğu, okuduğu, dinlediği her işkence vakasının üzerine gitti. Avukatlarla, ölenlerin yakınlarıyla, gören bilen kimi bulduysa konuşup notlar aldı. Acılı insan öyküleri biriktirdi.

Ben sıkıyönetim askeri mahkemelerini izliyordum. Mamak'taki askeri mahkemelerde dile getirilen işkence vakalarını dönemin koşullarının elverdiğince haberleştiriyordum. Mamak'tan büroya her döndüğümde Erbil Abi, hemen o gün yazdığım işkence vakasıyla ilgili iddianameyi, duruşma tutanağını soruyordu.

İlk sorusunun belgeler olacağını bildiğim için çoğu zaman bir fotokopi de ona çektirmiş oluyordum. Daktilomun başına oturmadan önce fotokopileri veriyordum, o da özenle alfabetik düzenlediği arşivine ekliyordu onları.

BBC ile şifreli buluşmalar

O zamanlar Ankara'nın gazetecilerin de içinde olduğu entelektüel camiasında herkes birbirini tanıyordu desem yeridir. Erbil Abi'nin bu işkence ve insan öyküsü arşivini de bilmeyen yoktu sanırım. Cumhuriyet'in İnkılap Sokak'taki yeni bürosu iki katlıydı. Ziyaretçiler, okurlar ile alt katta görüşülüyordu. Erbil Abi de bir gün alt kata indi, biri gelmişti onu görmeye.

İnmesiyle çıkması bir oldu. Kızmıştı. "Neden ben ona verecekmişim ki? Ben yazacağım" diye söyleniyordu. Ne olduğunu sordum. Murathan Mungan'mış gelen. Arşivlediği işkence ve insan öykülerinden o da yararlanmak istemiş. Erbil Abi, konuşmaya bile gerek görmeden reddetmiş onun bu isteğini. Murathan Mungan o zamanlar genç bir yazardı, yeni ünleniyordu.

Aslında Erbil Abi, askeri rejimin insan hakları ihlalleriyle ilgili bilgi almak isteyen yabancı gazetecilerin uğrak noktasıydı. Onlarla görüşüp sorularını yanıtlamakla kalmaz, BBC’nin Türkiye Temsilcisi Metin Münir’i de sürekli haberdar ederdi. Aralarında parolalı bir sistem kurmuşlardı. Ne olduğunu tam hatırlayamıyorum ama varsayalım ki “tost” ve “yemek” olsun! Erbil Abi, Metin Münir’i arayıp, “Bana bugün bir tost ısmarla” dediğinde yardımcısı Feyza Okan’ı büroya gönderirdi. “Bugün bir yemek yiyelim” dediğinde büyük bir haber olduğunu ima etmiş olurdu; Mülkiyeliler’de ya da bir restoranda buluşurlardı.

BBC Türkçe, askeri darbe döneminde önemli bir haber mecrasıydı; Türkiye’de olup bitenleri öğrenmek isteyenler, BBC Türkçe’nin haber bültenlerini kaçırmazlardı.
Edindiği bilgileri, dünyaya ulaştırmak ve insan hakları mücadelesi vermek için yoğun bir uğraşı içinde olmasına rağmen neden arşivini Murathan Mungan ile paylaşmamıştı? Sanırım insan öykülerini içeren kitaplar yazmayı 12 Eylül’ün ilk günlerinden itibaren kafasına koymuş olmasıydı asıl nedeni. Aktüel gelişmelerin topluma ulaşmasını, dünyanın öğrenmesini sağlıyor ama kitapta yer vereceği öyküleri kendine saklıyordu.
O yüzden günler geceler boyu aldığı o notların, arşivinin üzerine titriyordu. Kitap yazacak biriyle paylaşmayı asla düşünmüyordu o zamanlar.
Nitekim hakkını da verdi istiflediği insan öykülerinin. 1985 yılında "Bin İnsan" kitabını çıkardı. 12 Eylül dönemindeki işkence öykülerini anlatıyordu. Onu "Bin Tanık", "Bin Belge", "Ben tarihim Bay Başkan", "Eylül İmparatorluğu Doğuşu ve Yükselişi" ve diğer kitapları izleyecekti. Darbe döneminde görmediğimiz karanlığın, gördüklerimizden çok daha koyu olduğunu belgelerle, tanıklıklarla gözler önüne seriyordu…

Kitaplar kitapları, yazılar yazıları izledi. Koca bir Erbil Tuşalp külliyatı oluştu ama o arşivlemekten, kupür kesmekten hiç vazgeçmedi. Son yıllarda hâlâ o zengin arşivinin ne olacağı, nasıl değerleneceği ile ilgiliydi.

Yer Cumhuriyet Ankara Bürosu, tarih 1980’ler: Faruk Bildirici, Ahmet Tan, Hasan Cemal, Erbil Tuşalp, Kenan Mortan (soldan sağa)

Aydınlar Dilekçesi Yazmanlar Kurulu'ndaydı

Gazeteciliğinden, kitaplarından, arşivinden bu kadar bahsedip de davalarını, mücadeleciliğini anlatmamak olmaz. 12 Eylül döneminde bütün demokrasi güçleriyle, sonrasında insan hakları örgütleriyle yakın ilişki içerisindeydi.

Aziz Nesin öncülüğünde hazırlanan ve 1383 aydın, sanatçı, bilim insanı, avukat, öğretmen, öğretim üyesi, gazeteci, yazarın imzasını taşıyan ünlü "Aydınlar Dilekçesi"ni hazırlayan "Yazmanlar Kurulu"ndaki isimlerden biriydi. 5 Mart 1984'te, askeri darbenin hükmünün hâlâ geçerli olduğu günlerde verilen "Aydınlar Dilekçesi"nde 1982 Anayasası alabildiğine eleştiriliyor, işkencenin kaldırılması, kapsamlı bir genel af çıkarılması ve davaların hızla sonuçlandırılması talep ediliyordu.

Darbenin lideri, dilekçeyi imzalayanları "vatan haini" ilan edince aralarında Erbil Tuşalp'in de bulunduğu 59 kişi hakkında beş gün içinde dava açıldı. İmzalayanlardan bazıları korkularından "Toplu konut dilekçesi sandım", "Okumadan imzaladım" gibi ifadeler verirken, yargılanan 59 kişi geri adım atmadılar, dilekçeyi savunmayı sürdürdüler. Öyle olunca da Erbil Abi ve diğer sanıkların duruşmadaki ifadelerine yayın yasağı geldi. 1,5 yıl kadar süren dava sonucunda da tüm sanıklar beraat etti.

Bu arada ben de "Aydınlar Dilekçesi"ni imzalayanlardandım. Erbil Abi, korumak için ilk imzalayanlar arasına sokmamıştı, sonra imza attırmıştı. Yargılanmadım o davada. Ama 1985'te sekiz aylık askerlik yaparken karşıma çıktı o imza. Sakıncalı ilan edildim ve İzmir Bornova'dan, Kırklareli Vize'ye sürüldüm.

Kartal Demirağ'ın ifadesini arayan polis

Erbil Abi, haber yazarken de polis soruşturmasından, dava açılmasından ürkmüyordu. Dönemin Başbakanı Turgut Özal'a 18 Haziran 1988'deki parti kongresinde suikast girişiminde bulunan Kartal Demirağ ile ilgili hazırlık soruşturması belgelerini almıştı.

Cumhuriyet'in Genel Yayın Yönetmeni Hasan Cemal, kendi imzasıyla yayımlarsa sorun olabileceği uyarısında bulundu. Erbil Abi dinlemedi, sorumluluğu aldı ve habere imzasını koydu. Ertesi gün haber manşetten yayımlanınca büyük gürültü koptu. Savcılık, polisi harekete geçirdi.

Polisler büroyu bastılar, tam aramaya girişeceklerdi ki, gazetenin avukat Emin Değer geldi. "Bir dakika burası dingonun ahırı değil, bir gazete bürosu. Öyle canınızın istediği gibi arayamazsınız" dedi. Ararsınız, arayamazsınız derken Reuters, BBC başta olmaz üzere basın mensupları büronun önünde toplandı. İş giderek büyüdü.

Saatler geçiyor, polis bir türlü arayamıyordu. Savcılık ve emniyet ile görüşmeler derken Ankara Emniyet Müdürü Mehmet Ağar da geldi. Akşam olmak üzereydi artık. "Bir masa gösterin prosedürü yerine getirip gidelim" noktasına gelmişlerdi. Sonunda Emin Değer de kabul etti, bir masa gösterdiler polislere.

Aslında o masa Erbil Abi'nin değil, Tayfun Gönüllü'nün masasıydı. Genç bir muhabir olduğu için masasında nasıl olsa polisin ilgisini çekecek bir şey olmaz diye düşünmüşlerdi. Ama polis onun masasında da cezaevlerinden gelen mektupları bulmasın mı? Defterlerini falan ne bulduysa alıp götürdüler. Neyse sonra dava açılmadı Tayfun hakkında...


Erbil Tuşalp, son yıllarını geçirdiği Karaburun’da. Sene 2018, meslektaşları Faruk Bildirici (ayakta) ve Hıdır Göktaş’la...

Yalansız hayat

Bu olayla ilgisi yok ama sanıyorum beş altı ay kadar sonra Cumhuriyet gazetesindeki tenkisat sırasında Betül Uncular ile birlikte atıldı gazeteden. Gazete yönetimiyle fikir ayrılıkları da etkiliydi uzaklaştırılmasında.

Cumhuriyet'ten ayrıldıktan sonra birçok medya kuruluşunda çalıştı. Ben de 1992'de Cumhuriyet'ten ayrıldım zaten. Cumhuriyet bizim yuvamızdı, hep özel kaldı. Her karşılaşmamızda o günleri yâd ettik.

Yıllar geçse de mücadeleciliği hiç eksilmedi. 2005 ve 2006 yıllarında Birgün gazetesinde yayımlanan "İstikrar" ve "Geçmiş Olsun" başlıklı iki yazısı nedeniyle dönemin Başbakanı Tayyip Erdoğan'ın açtığı davalarda verilen 10 bin liralık tazminat cezasını Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne kadar götürdü. Kazandı da… AİHM'in basının demokratik toplumdaki vazgeçilmez işlevine atıfta bulunup, basın özgürlüğünün aynı zamanda "bir derece abartı ve hatta tahrik içerdiğini" vurgulayan kararı gazetecilik açısından önemli bir kazanım oldu. Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı'nın 45 yıllık basın kartını iptal etmesinden sonraki tepkisi de geçmişten bugüne izlediği çizgiye uyumluydu. "Bu adamlardan başka ne beklenir. Gülüp geçeceğiz. Bu benim için onur belgesidir. Bu adamların yaptıkları tarihi durdurmaya kalkmaktır" dedi, geçti.

Güzel olan şu ki, Erbil Abi geçmişten daha çok gülümsüyordu. Gazetecilik heyecanını yitirmemişti ama artık bedeni izin vermiyordu yeni kitaplar yazmasına.

Yaşamımda bıraktığı derin izleri hiç unutmayacağıma söz veriyorum. Onu hep "Eylül İmparatorluğu" kitabında kızına hitaben yazdığı önsözünün son satırlarıyla hatırlayacağım:

"Sizin için tartışmasız, başkaldırısız, kavgasız, kitapsız, şiirsiz, bilimsiz ve politikasız… bir gelecek öngörüldü. Geleceğinizi araştırıp, sorgulamak için ipuçlarına gereksiniminiz olduğunu sanıyorum. Geleceğinizin nasıl hazırlandığını bilmek istersiniz diye yazıyorum. Yalansız yaşamanızı istiyorum.

Hepinizi kucaklıyorum, öpüyorum."

Haklısın Erbil Abi, geleceğe az "ipucu" bırakmadın. Senin mirasın yazdıkların, bir de yalansız hayatın…