Brezilya’da bir altın madenin önündeyim. Büyük insanlığın hikayesini seyrediyorum. Devasa bir çukurun içinde binlerce insan varoluşu yeniden biçimlendiriyor. Hayret duyguma eşlik eden Salgado’nun dünyayı şefkatle kucaklayan yumuşak sesi, Piramitlerin, Babil Kulesi’nin ve Kral Solomon’un madenlerinin inşasının tarihinden bahsediyor. Diyor ki, “Bir saniyede benden öncekileri gördüm”.
Brezilyalı fotoğrafçı Sebastiao Salgado, maden işçilerini görüntülemek için gittiği madene baktığında tek bir delikte elli bin insanın vızıltısını duyuyor. İşçilerin sesleri zamanın şafağına karışıyor. İnsanların ruhlarındaki altın fısıltısını duyuyor. Sırtlarındaki ağır çuvallarla toprak taşıyan işçilerin karıncalar misali arka arkaya yukarı tırmandığı çukurun içinde çırpınan insanlık tarihini, hayatını sevdiği işe adamış bir fotoğrafçının ve yönetmenin gözünden izlemek ürpertiyor beni.
Filmin açılış sahnesinde, “fotograf’ kelimesinin nerede geldiğini hatırlatması boşuna değil. Yunancada ‘photo’ ışık, ‘graph’ ise yazmak ve çizmek anlamına geliyor. O, ‘Bir fotoğrafçı aslında ışıkla resim çizendir’ diyor. Bana göre biraz daha fazlası, ışıkla sihir yaparak başka bir ‘gerçeklik’ yaratandır.
Salgado’nun fotoğraflarında, kendi gerçeklik duygusuyla hikayeleri keşfeden, insanlığın tohumuna ışıkla dokunan bakışı hissediyorum. İşçilerle birlikte çuvalları taşırken “Tırmanmak için oradaydık, düşmek için değil” diyen bir adamın hayat hikayesini filme alan Wim Wenders’in hayran bakışını da görüyorum kamerasının arkasında. Üst üste yığılan hikayeler çoğalarak onun fotoğraflarındaki açık gökyüzüne değen sonsuz bir piramit oluşturuyorlar ve ben bunu anlatmayı seviyorum. Bu da benim hikayem çünkü.
Genç erkeklerin çamura bulaşmış kaslı vücutlarına bakıyorum. “Tam bir delilik içinde organize bir dünya biçimlendiriyorlardı’ diyen Salgado’nun ‘an’larıyla bu yüzyılın geçmişine doğru bir yolculuğa çıkmak benim anlam dünyamı da genişletiyor. Onun dondurduğu saniyelerde kederi direnişle, çaresizliği umutla, kayıpları acının darbesiyle, köleliği özgürlük mücadelesiyle iyileştiren tılsımı görüyorum.
“Orada her şeyi bulabilirdin; aydınlar, üniversite mezunları, tarım işçileri, şehir çalışanları, hepsi bir fırsat için gelmişlerdi. Herkes bir çuval seçmek zorundadır. O çuvalda bir kilo altın veya hiçbir şey vardı. Ve o seçtikleri çuvalda kölelik saklanıyordu…O anda kişinin özgürlüğü tehlikededir. Altına bulaşan biri onu asla bırakamaz”. O bunları anlatırken işçilerin toprağa bakan gözündeki altın tozlu ışığı görüyorum. O ışık sadece o ana ait değil, toplumsal hafızanın, kültürel –siyasi tarihin birikimden taşan bir anın izleyene yansıyan pırıltısı.
Umut karanlıkta bir alev gibidir
Eleştirirken, sorgularken, yazarken ‘hikaye anlatıcılığı’ hevesinden hiç vazgeçmeyen John Berger, ‘Bir Fotoğrafı Anlamak’ başlıklı kitabında bir araya gelen metinlerden birinde Salgado’yla hasbıhal ediyor. Sene 2001. Fotoğrafçının son kitabı Migrations (Göçler) hakkında konuşmak üzere buluşuyorlar. Sohbeti olduğu gibi aktarmış Berger. Salgado’nun fotoğraflarına ilişkin şu tespiti yapıyor: “Tuhaf bir şekilde, tüm bu fotoğraflarda, insan senin bakış açının pozitif olduğunu, sanki ‘evet’ dediğini hissediyor; gördüklerini onayladığın anlamında değil ama varolan için; ‘evet işte budur’ dediğini. Elbette bu ‘evet’in izleyen insanlara ‘hayır’ dedirteceğini umuyorsun. Ama bu ‘hayır’ ancak insan ‘ben bununla yaşamak zorundayım’ dedikten sonra gelebilir. Ve bu dünyayla yaşamak her şeyden önce onu kavramakla mümkün. Bu dünyayla yaşamının zıddı umursamazlık sırt çevirmektir. Umut etmenin puf noktası, umudun en karanlık anlarda belirmesidir; karanlıkta bir alev gibidir”.
Berger’ın fotoğrafa bakışıyla Salgado’nunki isabetli bir noktada kesişiyor. Tartışmanın ‘fotoğrafla’ sınırlı kalmamasının sebebiyse her ikisinin de yaşadığı çağa tanıklık etmenin ötesine geçip umudu, zulme, baskıya, çaresizliğe karşı hak arayışını ifade edecek sözcükleri, görüntüleri, işaretleri bulma çabası. Salgado, evet fotoğraflarındaki umut duygusunu onaylıyor ama izleyende uyandırmak istediği his başka: “Eğer bu fotoğraflara bakan insan sadece merhamet duyarsa, son derece başarısız olduğumu düşüneceğim. İnsanların bir çözüm bulabileceğimizi kavramasını istiyorum….İnanıyorum ki içinde bulunduğumuz zamanlarda insanları kışkırtarak bir tartışma açmak, bir fikir hareketi yaratmak, sorular sormak gibi sorumluluklarımız var. Herkesin sorumluluğunu yükleneceği bir tartışma. Tür olarak hayatta kalmak istiyorsak eğer, doğru dürüst bir yön bulmalıyız kendimize, başka bir yol seçmeliyiz. Çünkü bu resimlerde gördüklerim bana doğru yolda olmadığımızı gösteriyor. Seçtiğimiz bu yol doğru yol değil”.
‘Neden bana bu kötülüğü yapıyorlar’
Wim Wenders’ın Salgado’nun oğlu görüntü yönetmeni Juliano Riberio’ ile çektiği ‘Toprağın Tuzu’ (The Salt of The Earth), Salgado’nın kırk yıl boyunca yeryüzünün kabuğunu soyar gibi çektiği fotoğrafların ve onların gerisindeki soruların, düşüncelerin, duyguların, tartışmaların hikayesi. Belgesel boyunca bir fotoğrafçının değişen, dönüşen fikirlerinin ardındaki hadiseler, bütünlüklü bir bakış içeriyor aslında. Biz onları kronolojik bir dizimde izliyoruz.
Film, bir maden fotoğrafının hatırlattıkları üzerine Salgado’nun konuşmalarıyla açılırken, Wenders, yirmi sene evvel bir galeride gördüğü fotoğraftan bahsediyor; “Bu insan iyi bir fotoğrafçı ve iyi bir maceracı olmalı diye düşündüm. Arkasında bir imza vardı. Sonra galerici diğer fotoğraflarını da gösterdi. Beni derinden etkiledi. Özellikle kör bir Tuareg kadının portresi o günden beri masamda. Ağlatsa da her gün ona bakıyorum. O gerçekten insanları düşünüyordu. Bu benim için çok anlamlı. Günün sonunda insanlar, dünyanın tuzudur”.
Wenders ve Salgado’yu buluşturan halka John Berger’in aynı sohbette söyledikleriyle bağlanıyor: “Felakete uğrayanlara görüntülerin ancak iki şekilde faydası olabilir. Bir, bu felaketin gerçekliğini gösterecek hikayeyi ortaya çıkarmak. İki, dış koşulların kabuğuna nüfuz edip de hiçbir zaman duyulmayan feryadı dillendirecek sözcükleri bulmak: ‘Neden bana bu kötülüğü yapıyorlar’”.
Salgado’nun fotoğraflarına baktığım vakit gördüklerimin arasında içinde bulunduğumuz yüzyılın zulüm, adaletsizlik ve yoksunluk tarihi var ama görmediklerimiz de var. Onun da hatırlattığı gibi fotoğraf, bir saniyede bugün gezegenimizde ne olup biteceğini anlatabileceğini sanma duygusu. Bir anın içinde insanlığın sonsuz hallerini tasavvur edebilme esnekliği, diyorum ben buna. Berger’ın kitaba ismini veren ilk yazısındaki tespit bu açıdan önemli; “Fotoğraf görünmüş olanı kaydederken daima ve doğası gereği, görünmeyene de işaret eder. Sürekliliği olan bir bütünün içinden aldığı bir anı yalıtır, korumaya alır ve sunar”.
Fotoğraf zamanın hafızasını yavaşlatıyor
Salgado, tabiatta gördüğü her varlığın, insanın, yolculuğun ardındaki insanın hikayesini merak eden bir fotoğrafçı. Wenders ondan çok farklı değil. O da kurguladığı hikayelerin yanı sıra beğendiği sanatçıların dünyaya bakışını kaydetmek isteyen bir yönetmen. Birlikte Batı Papua, Vrangel Adası, Brezilya’nın Pantanal bölgesi gibi yerlerde çekim yapan ikilinin yolculuğuna eşlik etmek belgeseli görsel açıdan da zenginleştirmiş. Wenders, kamerasının önünde duran bir fotoğrafçının filmini çekiyor. Birbirlerinin aynasına bakan iki sanatçının kalpten buluşmasına eşlik etmek büyülü sahiden.
Salgado ve hayatının sonuna kadar her projesinde ona destek olan, kırk yıl boyunca o bütün dünyayı dolaşırken çocuklarına bakan karısı Leila, 68 kuşağının temsilcilerinden. Brezilya’daki zalim askeri diktatörlükten kaçıp Fransa’ya gidiyorlar o yıllarda. Aslında bir iktisatçı olan Salgado, risk alarak işini gücünü, geleceğini bırakıp bütün parasını fotoğraf malzemesine harcıyor. Sebastio’yu Güney Amerika boyunca gezdirecek ilk proje 1977-1984 arasında çektiği fotoğraflardan oluşan ‘Öteki Amerikalılar’.
Wenders’in filmi ve Salgado’nun fotoğrafları üzerinden dünyayı yukarıdan ve içerden seyrederken onları anladım; farklı coğrafyalara, kültürlere, geleneklere ait insanlar hem başka bir zamanı hem de kendi zamanını hissediyorlardı. Kızılderililerle çalışırken ona anlatılan bir efsaneyi aktarıyor. Ona da o hikayedeki gibi dünyayı izlemeye gelen ve cenneti kimin hak ettiğini görmek için dönen Tanrı muamelesi yapıyorlarmış. Onların saf bakışını da gördüm. Salgado o fotoğrafları hikaye ederken, “onlarla geçirdiğim zaman çok yavaştı, yüz yıl gibi yaşadım’ diyordu. Gördüğüm fotoğraflar, zamanın akışkan hafızasını da yavaşlatıyor, kendi gerçekliğini kuruyordu. Artık var olmayanı da gösteriyordu. O anlardan geriye kalanı…
Mesleğini tutkuyla sevmek
Salgado ne çekerse çeksin ideolojik, fiziksel, duygusal ve düşünsel anlamda mutlaka orada, hadisenin, mekanın, mücadelenin, isyanın, insan yüreğinin tam ortasında duruyor. Onu çağının hızlı ve ‘estetik’ fotoğrafçılarından ayıran özelliği de bu sanırım. Irak’ta patlayan petrol rafinelerindeki işçilerle, Meksika’daki müzisyenlerle, kuraklık yüzünden evlerini terk edenlerle, Bangladeş’deki gemicilerle, Sovyetler’deki çelik işçileriyle, Siçilya’daki balıkçılarla, Ruanda’daki çiftçilerle, Yugoslavya’daki mültecilerle, koleradan ölenlerle beraber yaşıyor, hayatlarına, acılarına, umutlarına ortak oluyor. Onları görüntülemek için bir süreliğine orada ‘misafir’ olmuyor. Gittiği yerlerde gördükleri esas itibarıyla şiddet, zulüm, gaddarlık ve vahşet. Hayatını defalarca tehlikeye atıyor, canı acıyor, ruhu çürüyor.
İnsan bu gördüklerinden ibaret değil kuşkusuz ama bunlar yaşandı ve Salgado onları görüntülemeye ömrünü adadı. Ondan geriye kalacak olanın arşiv, belge, sanat değeri bir yana, mesleğine böyle tutkuyla bir adanmışlık da beni derinden etkiledi doğrusu.
Felaketler çağının ortasında “Herkes türümüzün ne kadar acımasız olduğunu görmek için bu fotoğraflara bakmalı” diyen fotoğrafçı, nihayetinde ruhunun hastalandığını, gördükleri yüzünden defalarca kamerayı bırakıp ağladığını itiraf ediyor. John Berger’le yaptığı söyleşide de bundan bahsetmiş: “Kimi zaman bir günde on bin insanın öldüğünü gördüm. On bin insanın öldüğünü görmek hiç kolay değil. Çok acı sağlığı yerinde on bin kişi açlıktan ölmüyordu, onları kurtarmanın yolunu bilmediğimiz için ölüyordu”.
Salgado’nun 97’de Kongo’ya yaptığı seyahat bu projelerin sonuncusu oluyor. Orada ormanda kaybolan 250 bin insanın peşine düşüyor. Onlardan sadece 40 bini dönüyor. Kayıplar devam eden yaşamı da gösteriyor. Binlerce insan gerillalar tarafından katledilirken ormanın ortasında saçını kestirenler, dolar satanlar, dolandıranlar, katiller…Hepsi orada çıldıranların bakışında görünüyordu. Salgado o anları fotoğraflarıyla anlatıyordu. Berger’ın ‘Istırabın Fotoğrafları’ yazısındaki tespitiyle, onun fotoğraflarının örtüştüğü yer hakkında düşünmeli: “Fotoğraflanmış bir ıstırap anıyla yüzleşme, çok daha yaygın ve acil bir yüzleşmeyi maskeleyebilir. Bize gösterilen bu savaşlar, genellikle doğrudan ya da dolaylı bir biçimde, ‘bizim’ adımıza yürütülmektedir. Bize gösterilen şey, dehşete düşürür bizi. Bundan sonraki adım, politik adımdan yoksun oluşumuzla yüzleşmek olmalıdır. Var oldukları şekliyle politik sistemler içinde, bizim adımıza yürütülen savaşlara fiilen müdahale etmemizi mümkün kılacak hiçbir yasal olanağa sahip değiliz. Bunun farkında olmak ve buna göre davranmak, fotoğrafın gösterdiğine tepki vermenin tek etkin yoludur”.
‘Toplumsal Bellek ve Belgesel Sinema’
Bugün yaşadığımız ülkenin doğusunda, harabeye dönmüş ilçelerin, katliamların, zulmün fotoğraflarına bakarken bu cümleleri tekrar düşündüm. Hayatımızı bıçak darbeleriyle kanattığı halde çoğumuzun yokmuş gibi davrandığı bu fotoğraflara tepki vermek de bir tür yüzleşmedir aslında ve bu tür belgeler bugünün uyuyan direnişini de kışkırtabilir. Gelecekte bugünleri anlatacak olan belgeselcilerin bakışı da bu anlamda fevkalade önemli bana göre.
Tam da bu noktada şair, yazar Asuman Susam’ın ‘Toplumsal Bellek ve Belgesel Sinema’ başlıklı kitabında, belgesel sinema ve bellek ilişkisine dair tespitini hatırlamalı: “Belgesel sinema, yönetmeniyle de birlikte adalet dağıtıcılığı peşinde koşmadan, kendini yargıç yerine koymadan geçmişin tanıklıklarını kaydetmekle yükümlü. Travmaları, negatif hatırlamaları gün yüzüne çıkarmaya çalışan belgesel yönetmenleri tarihsel bir olay ya da olgunun farklı gruplar ve tek tek insanlar üzerindeki etkilerini göstermeye çalışırlar. Bunu, geçmişin çoklu bakış açılarıyla ve daha demokratik bir biçimde algılanması ve yeniden inşası için ciddi bir katkı olarak görmek gerekir."
Yönetmen Wim Wenders’ın Salgado’nun tanıklığını hikaye ederek kaydetmesinin merkezinde ‘insana’ bu türden bir bakış var ve bu yüzden değerli. O fotoğraflar ve görüntüler, John Berger’in bahsettiği hakikate yaklaşıyor çünkü: “Fotoğrafçının başlıca kararı tecrit etmek istediği ana dairdir. Ne var ki fotoğraf, eşsiz gücünü bu gözle görünür sınırlılıktan alır. Gösterdiği şey gösterilmemiş olanı akla getirir. Buradaki hakikati teslim etmek için herhangi bir fotoğrafa bakmak yeter. Mevcut olanla olamayan arasındaki yakın ilişki herhangi bir fotoğrafta hemen dikkat çeker: buz güneşi, keder trajediyi, tebessüm hazzı, beden aşkı vb. çağrıştırır”.
Tabiat ve diriliş umudu
‘Toprağın Tuzu’nun ruhu itiraf etmeliyim ki muhteşem görüntülere ve fotoğraflara rağmen epey yorucu. Hırpalıyor . Ama sonundaki yirmi beş dakikalık bölüm insanın her şeye rağmen umutla tekrar ayağa kalkabileceğini, yüzünü tabiata dönerek, onun kadim yolculuğuna eşlik ederek iyileşebileceğini, gördüklerimize rağmen hayatı ve bir varlık olarak insanı sevebileceğimizi söylüyor.
Salgado’nun son dönem projesinin adı ‘Genesis’ . Bu dönemde sadece tabiat ve hayvan fotoğrafları çekmiş. Brezilya’daki çocukluğunun geçtiği kurak araziye ailesiyle dönen fotoğrafçı ailesiyle ormanları tekrar yeşertmek için Terra Enstitüsü’nü kuruyor. Öneri ailenin ruhunu korumak ve Salgado’nun fotoğrafçılık tutkusunu diriltmek için karısı Leila’dan geliyor. Ekosistemi iyileştirmek adına dikilen yüz binlerce ağacın hayat sevincini enerjisini çağırışını gösteriyor Wenders. ‘Hayat çemberini’ böyle tamamlayan bakışını sevdim doğrusu. Onlarla beraber ben de dirildim, bir anlamda iyileştim.
Salgado’yu elinde bir ağaç dalından yaptığı bastonuyla ormanda mırıldanarak yürüyüşünü izlerken ona eşlik etmek istedim. O, “Bazen sadece ağaca bakar ve onun güzelliği hakkında düşünürüz. Aslında her şeyimiz ona bağlı, suyumuz, oksijenimiz, o herkese, hepimize, karıncalara, kuşlara, ağustosböceklerine ‘yuva’ demek. Ağaç dikmenin işe yaradığını görmek müthiş bir duygu” diyordu kocaman ellerini ağaçların ihtiyar kabuklarına sürterken. Küçücük bir fidenin dört yüz yıl yaşaması ihtimali onu heyecanlandırıyor. Tıpkı bir saniye içinde bütün gezegeni görüntüleme fikrinin başını döndürmesi gibi.
‘Yaratılış’ projesinin (Genesis 2004 - 2013) başlangıçtaki amacı, ormanların yok edilmesini, okyanusların kirlenmesi gibi doğa felaketlerini fotoğrafla duyurmakken ilerledikçe gezegeni de kutsayan çok daha geniş bir bakışı kapsıyor. Salgado, gezegenin yarısının yaratılış gününün yarısındaki gibi olduğunu fark ediyor. 8 yıl boyunca ağaç, kaplumbağa, taş çekerken onlar kadar ‘doğal’ oluyor. Hayvanların kurallarına, yaşayışlarına, ölülerine, tabiatına saygı duymaktan bahsettiğinde bunu görüyorsunuz. Tabiata bakışıyla dokunarak onu yücelten bir aziz gibi davranıyor.
Ormanın içinde oturup gökyüzüne bakarken “Bu benim hayatımın hikayesi” diyen fotoğrafçı ve onu görüntüleyen Wenders’le döngü tamamlanıyor. ‘ToprağınTuzu’ içinde acı, şiddet, zulüm olan ama her şeye rağmen umudu yeşertirken insanlık değerlerine sahip çıkan bir ‘aşk mektubu’. Gezegene yazılmış sonsuz ve kırılgan bir aşk mektubu.
*Toprağın Tuzu (Le Sel de la Terra )Wim Wenders-Juliano Salgado
*John Berger – Bir Fotoğrafı Anlamak / Çev. Beril Eyüpoğlu – Metis Yayınları
*Toplumsal Bellek ve Belgesel Sinema / Asuman Susam – Ayrıntı Yayınları