Rüya, sınırsız hayal gücünü harekete geçiren, en derinimize vakıf olan sırlarıyla, ölümü, uyanışı ve deliliği andırmasıyla, şifreli diliyle, özlediklerimizle buluşturan merhametli yüzüyle, bildiklerimizi ‘bilinemez’ kılmasıyla, hatıraları biriktirebilen ve zamanı yok eden gücüyle hayat kaynağımız. Rüyaların anlamı olduğunu ve bu anlamın çözülebileceğini varsaysak bile aramaya değer mi ya da ‘mantıksal, ahlaki ve estetik açılardan bütünüyle tatmin edici olan rüyalar’ gerçekten istisna olacak kadar az mıdır? Jung, ‘Rüyalar’ kitabında benzer soruların cevaplarını kesinlikten uzak anlaşılır bir dille, üzerinde çalıştığı vakalar ve dini-kültürel- tarihi sembollerle anlatıyor.
Kitabı, ekranları, ışığı kapatıp gecenin ıssızlığında öylece oturuyorum. Rüyaların hakikatini, gerçeğin tuzaklarını düşünüyorum. Yorgun ve umutsuz bir gecenin ardından yaşadığımız coğrafyada, ülkede iyileştirebilecek olanın edebiyat olduğuna inandığım için yine ona sığınıyorum. İlk aklıma gelen Marguerite Yourcenar’ın ‘Rüya ve Kader’i. Hatırlayabildiği rüyalardan yeni bir ‘düş ve gerçeklik’ algısı yaratmıştı. Sabah o kitabını çıkarıyorum kütüphaneden: Bir yandan rüyalar var, bir yanda kaderler; ben özellikle kaderin rüyayla iade edildiği anla ilgileniyorum. Yazar rüya görenlerin şair olduğunu düşünüyor: “Şair kelimeleri nasıl bir araya getiriyorsa, uyuyan kişi de imgeleri bir araya getirir, kendinden bahsetmek için bu imgeleri iyi ya da kötü kullanır”. Ve benzersiz diliyle rüyayla insanın ve kaderin puslu ilişkisini gösteriyor: “Her uyur, ebedi bir aynada kendine heyecanlanan, kendini gerçekleştiren bir Narkissos’tur”.
Yaratıcılığın esas kaynağı rüya
“Yıllar boyunca her yıl yaklaşık 2 bin rüya analiz ettim ve bu konuda ciddi bir deneyim kazandım” diye yazmış yetmiş dokuz yaşındaki psikiyatrist yazar, eğitimci Jung. 1916-1945 yılları arasında yayınladığı bildirilerden oluşan ‘Rüyalar’ derlemesinde din, kültür, mitolojik ve tarihi sembollerle açıklanan rüya analizleri, psikolojisi, doğası gibi başlıklar var. Her ne kadar ilk bakışta teknik yanı ağır basan bir bilim kitabı gibi görünse de rüyaya dair merak edilen basit sorularla gerçeklik algısında farklı kapılar açıyor. Mesela, rüyaların anlamı olduğunu ve bu anlamın çözülebileceğini varsaysak bile aramaya değer mi ya da ‘mantıksal, ahlaki ve estetik açılardan bütünüyle tatmin edici olan rüyalar’ istisna olacak kadar az mıdır? Rüyanın doğru anlamına ulaşmak için geçmişe dönük analiz şart mı? Bilinçli arzularımızla zıtlıklar oluşturan rüyalar bilinçdışını nasıl etkiler? Jung, benzer soruların cevaplarını kesinlikten uzak, anlaşılır bir dille, üzerinde çalıştığı vakalar ve sembollerle aktarıyor. Bu da düşüncelerini yerleşik teorilere saplanmaktan büyük ölçüde kurtarıyor.
Aslında 20.yy’ın en ünlü psikiyatristlerinden Jung’un en çarpıcı kitabı, seksen yaşına kadar koruduğu anılarıdır. Kitabının başında “Bu özgeçmiş, bilimden edindiğim bilgilerin ışığında yaşamımın öyküsü. İkisi bir bütün. Yaşamım bir anlamda yazdıklarımın özünü oluşturuyor. Yazdıklarım yaşadıklarımın özünü değil” diyor. Hayatının resmini farklı dönemlerini kendi rüyalarından verdiği sembolik örneklerle çiziyor.
Edebiyat tarihinde de rüyalarını/kabuslarını yazı sanatının diline tercüme edenlerin eserleri, bazen o dünyayı bilim adamlarından daha iyi görür. Romancı Stevenson ‘Rüya Bahsi’ başlıkla denemesinde, “Gerçek hayatın üç boyutlu dünyasında yaşadığımız hikayelerle, vücudumuzun geri kalan bütün organları ölü gibi uyurken bütün bir gece boyunca tek bir ışığı bile sönmeyen beynimizin minik tiyatrosunda sahnelenen hikayeler – başımızdan geçen hikayelerle başımızda geçen hikayeler - arasında hiçbir fark yoktur “ diyor. Yaratıcılığın esas kaynağının rüya olduğuna inanan tek yazar Stevenson değil elbet. ‘Rüya bahsi’ hemen her dönemde, gotik, romantik, klasik ve modern edebiyatta, delilikle-rüyaların ince bir çizgiyle ayrıldığı zihinsel sınırın ötesinde kendine bir yer açmış. Her ne kadar rüyaların Freud’la bilinçdışına açıldığı söyleniyorsa da ondan evvel yaşayan romancılar, şairler sezgileriyle o ‘karanlık alana’ kimi zaman kendilerini de kullanarak girmişler. İngiltere’nin karanlık, puslu sokaklarını önce rüyalarında gören Charles Dickens, metafiziğe ilgi duyan Coleridge, Blake gibi şairler, gerçeküstünün deli dehaları olarak anılan Nerval, ondan etkilenen Breton, Eluard, ve daha sonra kendi üsluplarınca rüyayı kullanan Dostoyevski, Borges, Marquez, Calvino ve diğerleri.
Tanpınar, ilk hikaye kitabı ‘Abdullah Efendi’nin Rüyaları’nda uyku sanrılarının eşiğinde, gerçeküstü motiflerle aydınlattığı düşsel bir dünyayı anlatır. Gerçekle hayal arasındaki ‘arafta’ yaşayan kahramanı bilincinin parçalanmasının ıstırabını tasvir ediyor: “İşte o geceden beri kendisinde çok derin bir yerde saklı, esrarlı bir zembereğin harekete geçtiğini duydu: Kainat karşısında artık aynı adam değildi. Her şey onda sanki daha derine, daha esaslıya doğru gidiyor ve bu yüzden günlük manzara ve çehreler kendisi için zaman zaman değişiyordu. O artık etrafında bulunan her şeyi, küçük ve bazen çok şaşırtıcı uyanışlar halinde görmeğe mahkumdu; bir sisten ayrılan tek bir ağaç gibi, bu zihin bulanıklığına mevcut olan her şey tek başına aksediyordu. Hayat basitliğini ve bütünlüğünü kaybetmişti”.
Rüyalar, ikinci hayatlarımız
Bazen rüyalar hayatın basitliğini yok eder sahiden. Rüyaya dair en çarpıcı cümlelerden birisine yazar Karen Blixen, ‘Hayalperest’ isimli hikayesinde rastlamıştım: “Rüya görmek terbiyeli insanların intihar şekli” diyordu kadın. Eğer uyku dünyasıyla bilinç yatağı kökleriyle birbirlerine bağlıysa orada eşyayla, varlıkla, arzularımız ve korkularımızla kurduğumuz ilişkinin her manada bir karşılığı vardır. Belki rüya görürken Tanrı ağacı, kuşları, denizi, mitolojik kahramanları, insanı, müziği, mucizeleri, gördüğümüz ve göremediğimiz her şeyi neden yarattı diye düşünüyoruzdur.
Rüya, sınırsız hayal gücünü harekete geçiren, en derinimize vakıf olan sırlarıyla, ölümü, uyanışı ve deliliği andırmasıyla, şifreli sembolik diliyle, özlediklerimizle buluşturan merhametli yüzüyle, bildiklerimizi ‘bilinemez’ kılmasıyla, hatıraları biriktirebilen ve zamanı yok eden gücüyle hayat kaynağımız aslında. Onu daha iyi anlayabilmek için direnmek ve kaçmak yerine teslim olmak ‘gerçek hayatımızda’ bizi daha mutlu kılabilir. Kendi irademiz dışında sınırsız bir özgürlüğe kanat açan rüyaları her zaman anlayamasak da onları anlamaya çalışarak iyileşebiliriz. Sıradan bir hayatın büyülü tezahürü olabilirler. Eğer söylendiği gibi rüyalar ikinci hayatımızsa, kendimizi keşfetmek ve gerektiğinde o ‘resimler ve hikayeler’ korosunu yaratıcılığımız için kullanmak çabası kıymetlidir. Üstelik de güzel yanı onları kontrol edemememiz. Bu yüzden bütün anlam katmanları ve gerçek hayatla çelişkilerine rağmen sürprizli ve caziptir rüya.
Jung ‘Rüyalar’ kitabında bunu güzel bir örnekle anlatıyordu. “Bilinçli zihin kendisinin bir papağan gibi eğitilmesine izin verir ama bilinçdışı vermez - Aziz Augustinus da bu yüzden Tanrı’ya, kendisini rüyalarından sorumlu tutmadığı için şükretmiştir. Bilinçdışı özerk bir varlıktır; onu çalıştırmak görünüşte başarılı ama bilinç için zararlıdır. Doğanın ve onun sırlarının ne geliştirilebileceği ne de bozulabileceği bir alanda özel kontrolün ulaşamayacağı, dinleyebileceğimiz ama karışamayacağımız bir yerdedir ve orada kalacaktır”.
Bu yazıyı yazmak üzere oturduğum çalışma odamda, rüyanın duygusal yoğunluğu yüksek alemlerinde kaybolduktan sonra dingin, hüzünlü bir mutlulukla uyandığım sabah yine pencereden dışarı bakıyorum. Gündüz düşlerinde kelimelerden tespih dizen bir şair gibi kısa sessizliklerle efsunlanmış resimler görüyorum. Zamanın ağırlaştıran yerçekimi yok o dünyada. Sadece her iki alemin – gerçek ve rüya – kırıntıları anlık şimşek çakımları gibi belirip kayboluyor; Soğuk bir Avrupa şehrinde nehir kenarında ısınmak için birbirine sokulmuş bir çift, mandalina bahçesinde etekleri rüzgarla havalanan mavi elbisesiyle çocukluğum, bir Ege köyünde dağlarda nergis toplayan bir kadın (yüzünü göremiyorum), farklı şehirlerde annemle ev arayan bugünkü ben, köy camiinin avlusunda beni sabırla bekleyen ihtiyar bir adam, dar bir patikadan tırmanmaya çalışan bembeyaz dağ keçileri, uçurumdan denize doğru tıpır tıpır yuvarlanan taşlar ve altında batık şehri izleyebileceğim akvaryum gibi deniz… Kar, bir şair rüyasında kendini öldürmüş gibi hiç durmadan iç çekerek yağıyor. Ben yine aynı mısraları mırıldanıyorum: “Uyku bir kusur gibi duruyor kirpiklerinde / Ve rüya şimdi sende bir aldanıştır hayata”.
*Carl Gustav Jung –Çev. Aylin Kayapalı / Pinhan Yayıncılık