Esra Yalazan

21 Aralık 2014

Net ve dikenli bir yazarla uzun bir söyleşi: Marguerite Duras

Duras, pek çok kadın karakteri gibi yaşamayı başaramadığı bir hayatın delisi miydi, bilmiyorum.

İtalyan gazeteci Leopoldina Pallotta della Torre’nin 87-89 yılları arasında Duras’la yaptığı uzun söyleşi, 2012’de tekrar yayımlanınca haliyle tartışmalar yeniden başlamış. Hayatı boyunca yazarak, konuşarak sinema, siyaset, sanat, eleştirmenler hakkında istediklerini söylebilmiş bir yazarın bu defaki ‘netliği’ belli ki her kesimden insanı epey kızdırmış.

Yazmak yapılan bir’ iş’ midir yoksa kelimelerin gücüne teslim olma zaafı mıdır? Deliliğin sınırlarında dolaşan insan kendini korumak için en bencil, ürkütücü, şaşırtıcı, yalnızlaştırıcı, kibirli eylemlerinden birini, ‘yazmayı’ neden seçer mesela. Sınırın öte yanına geçmemek için mi? Ya da duyguları dile olduğu gibi aktarmanın imkansız olduğunu bilen yazar, o çaresizlikle nasıl başa çıkar? Henüz yazılmamış bir kitapla baş başa olmanın korkusu, yalnızlığın en ilkel haline dönmek midir? Eğer öyleyse neden bunu  sevdiklerinden bile vazgeçecek kadar çok arzular? 

Kelimelerin büyüsüyle, acısıyla, yüküyle yüzleşmeden önce ne yazacağını bilebilseydi gerçekten yazmak ister miydi insan? Sanmıyorum. Kaderinin kulağına fısıldanması gibi tatsız bir yolculuk olurdu bu muhtemelen. Yazarken sadece ruhundaki yırtığın derinleşeceğini hissetmez yazar, aynı zamanda beden gücünün de zayıflayacağını, kalbinin o süreçte büsbütün yorulacağını bilir. Evet yazmak yazanı da okuyanı da iyileştirir aynı zamanda ama zehirli bir mürekkep misali benliğinin bütün derin kıvrımlarıyla dokunanı yakar.

Sevilmek, okunmak çok da umurunda değilmiş gibi konuşanlara aldırmayın. Herkesten eşit ölçüde etkilenmezler elbet ama yazdıklarının ‘görülmeme’ ihtimaline bile dayanamaz yazar.  Yazmak bu anlamda her defasında daha çok yara alarak canına kıymaktır. Kendi hikayesinin nerede başladığını nerede biteceğini görebilmek için de yazar bazen insan. Ve o ‘hikaye’ hiç bitsin istemez. Yazı bunu garanti etmez, sadece vaat eder. Dile dökülemeyecek kadar korkunç olanı harf harf kazımak için, hayata, yakınlarına, sırlara hatta kendi hakikatine bile ihanet eder. Telin üzerinde yaşayan cambaz misali hep risk alır. Kaçınılmaz olarak kendinden süzülenleri anlattığında parçalanacağının ve varlığını hırpalayacağının farkındadır ama yine de yazar işte. Bunun için plan yapmaz. Çıplak gerçekliğin keskin bıçağını boynunda hissettiğinde bu bilince rağmen oturur yazar. Belki bu yüzden yazmayanların hayat denilen o kaosla nasıl başa çıktığını da pek anlamaz.

İnsan yazmadığında ne yapar?

 

Bu sorunun cevabını içtenlikle merak eden Fransız yazar Marguerite Duras, “Yazmayan insanlara karşı gizli bir hayranlığım var ve nasıl yapabildiklerini tam bilmiyorum” diyor.  Okuduğum yazı-insan ilişkisi tarifleri arasında en ilginç ve samimi olanlardan birisiydi sanırım.

Duras, sinema yazarlığına yaklaşımı, söyleşilerindeki sert ifadeler, çıplak itiraflar, hakkında çıkan skandal haberler, eleştirmenlerle kavgaları, Mitterand’la yakınlığı ve elbette sıra dışı edebiyatıyla geçtiğimiz yüzyılın en çok konuşulan yazarlarından biri oldu. Hala da öyle. İtalyan gazeteci Leopoldina Pallotta della Torre’nin 87-89 yılları arasında Duras’la yaptığı uzun söyleşi, 2012’de tekrar yayımlanınca haliyle tartışmalar yeniden başlamış. Hayatı boyunca yazarak,  konuşarak, sinema, siyaset, sanat, eleştirmenler hakkında istediklerini söylemiş bir yazarın bu defaki ‘netliği’, belli ki her kesimden insanı epey kızdırmış.

On üç tematik bölümden oluşan bu söyleşi kitabını ‘Askıya Alınmış Tutku’yu okurken Duras’nın düşüncelerine büyük ölçüde katıldım. Arada kızıp “daha neler” derken, yüksek sesle güldüğüm de oldu. Çocukluğundan, kadınlardan, erkeklerden, tutkudan bahsettiği bazı bölümlerde bir yazar olarak ne kadar derinleşebildiğini de fark ettim. Doğrusu edebiyatını – özellikle bir dönemini- fazla teatral, biraz savruk ve dilin haz veren tabiatından uzaklaşmış bulurum.  Fazla diyaloglu romanlarında hikayeye yabancılaşırım ama bu elliye yakın roman, oyun yazmış,  gazetelerde, dergilerde okurları kışkırtan, düşündüren makaleler yayınlamış özel bir yazarın düşüncelerini merak etmeyeceğim anlamına gelmiyor. Tam tersine ‘yazar’ düşüncelerini, yazı riyakarlığının tuzağına düşmeden net ifadelerle, söyleyebiliyorsa ‘yazarlık’ mertebesinde biraz daha yükselmiştir benim için. Bu ve benzeri söyleşi kitaplarını bu anlamda kıymetli buluyorum.

 

Ödünç acıyla roman yazamazsınız

 

Söylediklerinin bana göre doğru, yanlış, kabul edilebilir, keskin, anlamsız olması değil ölçüm. İstediklerini korkularına rağmen söyleyebilme cesareti.  Evet bu söyleşiyi yaptığında 75 yaşını geçmiş, kimseyi umursamadığı bir noktaya gelmiş olabilir ama yazarlık kariyeri boyunca çok farklı davranmamış. Kaldı ki dediği gibi, insan pek çok şey hakkında yalan söyleyebilir ama acının özü hakkında söylemez. Duras’ya küçük bir ek yapmak gerekirse, başkalarının kelimeleriyle yazabilirsiniz, konuşabilirsiniz ama ödünç acıyla roman yazamazsınız. İşte bu yüzden soruları da fevkalade derinlikli olan bu söyleşiyi edebiyat, yazı seven biri olarak okurken duygulara, yazmaya, zaaflara dair pek çok yeni yıldız parladı zihnimin kuytusunda.

Onun yazılamayacak, yaşanamayacak ‘haller’ hakkındaki tevekkül sahibi duruşu ferahlattı mesela. Hindiçin’de geçirdiği özel çocukluğunu (Yıllar sonra milyonlar satacak ‘Sevgili’ romanına konu olan dönem) anlatırken   ‘hayata yabanıl bir bağlılık’ kazandığından bahsediyordu. Erken yaşta kaybettiği babasının, nefret ettiği erkek kardeşinin erkeklere karşı güvensizliği tetiklediğini söylüyordu. Deliliği onda sonsuza kadar iz bırakan annesinin olağanüstü bir masal anlatıcısı olduğunu öğrendiğimde kendi hikayelerini edebiyatın diline tercüme etmekten başka çaresi olmadığını da anladım.

Siyasi angajmanları reddetmesine rağmen 8 yıl süren komünist parti militanlığının ondaki bilançosunu net ifade ediyordu: “Bir partiye katılmak için otistik, nevrozlu, bir anlamda kör ve sağır olmak gerekiyor”. O tüm rejimler gibi Marksizm’in de ‘bazı özgür güçler’den – hayal gücü, şiir, hatta aşk – korktuğunu hatırlatıyordu. Özellikle bu bölümde ‘eski Marksistlerin’ ona çok kızdığını tahmin edebiliyorum.

‘Kim okuyor onları, sıkıcılar bence’

 

Duras, kim ne dersin kendi korkularına, zaaflarına, yersizliğine rağmen özgürleşmeye önem veren bir yazar. İnsanın kendisinden öncekilerin üsluplarından, düşüncelerinden  oparak, bunları her seferinde yeniden icat ederek yazılabileceğine inanıyor. Çelişkilere takılmadan yazar olunamayacağını biliyor çünkü. Gazeteciliği tarif ederken yazarlıkla arasındaki farkı göstermek için bir yazarın, kendi kitaplarında kolayca vazgeçebileceği ‘net’ ahlaki bir duruşu ortaya koyuyor. 

Hiç inanmamanın mümkün olmadığını, bunun büyük tutkuların sonsuzluğunu ortadan kaldırmak olduğunu düşünüyor Duras. İnsanların ona dayattıkları delilikten kurtulmak için büyük çaba sarf ettiğinden bahsediyor. ‘Kitabın önemli olmasının sıkıcı olmakla karıştırıldığı’ tespitlerine katılmamak mümkün değil. Kendisine ‘entelektüel zımbırtılar’ yazıyor diyenlerle de inceden dalgasını geçiyor tabii.

Duras, pek çok kadın karakteri gibi yaşamayı başaramadığı bir hayatın delisi miydi, bilmiyorum. Psikanalizle, nevrozuyla ilişkisi çok uçlu ve yeterince ‘akıllı’ bence. Deliliğinin bilince varmanın iyileşmek için yeterli olmadığının farkında ve belki de bunu yenmek için alkolle mücadele verdiği zor zamanlarda bile yazmaktan vazgeçememiş. Kendi deyişiyle kimsenin çözemeyeceği içimizdeki ‘tutku mekanı’ denen yerden bir türlü kopamamış.

Kendini yok etmek, önemini ortadan kaldırmak için varlığının yerine kitaplarını koyabilen yazar başka yazarlara karşı da acımasız olabiliyor haliyle. Bazı çağdaş Fransız yazarları ve ‘Yeni Roman’ akımı yazarları hakkındaki düşünceleri biraz acımasız lakin gerçekçi: “Benim için fazla entelektüel. Bir edebiyat teorisine tutunmak ve tüm hayal gücünü bununla yönetmek. Bense, hayır, benim hiç böyle düşüncelerim olmadı…Kim okuyor onları. Sıkıcılar bence”.  Camus’nünki gibi angaje edebiyat hakkındaki cevabı ise fazla keskin: “Daha önce de söyledim. Çağdaşlar sıkıyor beni…Edebiyatı, bir tezi yaymak için araç olarak düşünmeleri fikri bile beni bunaltıyor. Sartre’ın Fransa’nın bu üzücü kültürel ve siyasi geri kalmışlığının nedeni olduğunu düşünüyorum. Kendisini Marx’ın mirasçısı, düşüncesinin tek gerçek tercümanı olarak kabul ediyordu”. Bu dikenli cevaplardan ‘edebiyat ödülleri’ de nasibini alıyor tabii: “Bir eserin edebi değerinden önce kurum önemseniyor. Yenilikçi eğilimlerin ağır basabilmesi için jüriyi yargılayabilmek gerekiyor”. Zaten kendisi de teklifleri reddetmiş. Neden ona çok kızdıkları anlaşılıyor değil mi artık? Ülkesindeki bütün ‘kutsal’ edebiyat tanrılarına dair düşündüklerini bayağı bir politik doğruculuğun arkasına gizlenmeden anlatıyor çünkü. Üstelik  kitaplarının beğenilmeme endişesini yaşadığı sürece yakasını bırakmadığını itiraf ederek.

 

‘İnsan yazdığı gibi arzular’

 

Kim ne derse desin okurlarıyla, sinema, tiyatro, edebiyat, sanat, siyaset  dünyasından hakiki dostlarıyla, birbirine benzemeyen sevgilileriyle, yazdıklarıyla, hırçınlığıyla kendine has dürüstlüğüyle, zaaflarıyla özel bir kadından bahsediyor bu söyleşi kitabı. Özellikle ‘Tuktu’ ve ‘Bir Kadın’ bölümünde edebiyattan ve şahsından iyi anladığı belli olan kadın gazeteciye verdiği cevaplar, okuyanda eserleri kadar iz bırakacaktır muhtemelen; “Arzu gözükmeyen bir şeydir ve bu yönüyle yazıya benzer: İnsan yazdığı gibi arzular durmaksızın…Kaos arzunun içindedir. Haz, ulaşmayı başardığımız o küçücük kısımdır. Aslında arzumuzun büyük kısmı orada kalır, sonsuza dek kaybedilir”.

Duras’ın dikenli düşüncelerine katılmasanız bile özgürleşmek için kendini, çevresini eksiltmekten korkmayan bir yazarın müdanasız duruşunu kavrayabilmek için bile iyi bir fırsat bu söyleşi. Netice itibarıyla “Yazarlar, asla başkalarının onların olmasını istediği yerde olmazlar” diyen ‘net’ bir yazardan bahsediyoruz. Yetmez mi? Bana bu kadarı bile yetti aslında.  Kaybolan arzular, yakıcı tutkular has edebiyatın meselesi ne de olsa. 

____________________________________________________________

Askıya Alınmış Tutku – Can Yayınları
Marguerite Duras /Çev. Birsel Uzma