Esra Yalazan

27 Eylül 2015

'Eski Sevgiliye Yazılmış Mektuplar’ için…

Tanıştığımızda doğru kilidi bulan anahtar gibi tıkırdayan varlığımızdan hiç şüphe duymadık

Kitapçıda dolaşırken ‘Eski Sevgiliye Yazılmış Mektupları’ başlığını görünce  durdum. Raftan alıp biraz karıştırdım, sonra alıp çantama attım. Epeydir başucumda duruyordu. Çoğu yazarlar tarafından kaleme alınmış bu ‘kurgu-mektuplar’ı okudum kısa molalarda. Kurgulanmış da olsa mektup yazmayı, edebi bir tür olarak mektup okumayı özlediğimi fark ettim. Ve bu vesileyle, kitaba katkı olsun temennisiyle bir mektup da ben yazdım.

Mavi Mektup

Önünden çoktandır kullanılmayan tren yolu geçen bu metruk binaya ilk ne zaman geldiğimi hatırlamıyorum. Hafızam epeydir yanlış işaretlerle kandırıyor beni. Daha önce tanıştığımı sandığım bir yüzle, kokuyla, eşyayla ilk kez karşılaşıyormuşum gibi şaşırmam bundan sanırım. Arada ziyarete gelenlerin merak ettiği lüzumsuz sorulara bıkmadan cevap verebilmemin sebebi de aynı yabancılık hali. Canım sıkılıyor muymuş, ilaçlarımı düzgün kullanıyor muşmuşum, istediğim bir kitap varsa bana memnuniyetle getirebilirlermiş gibi lüzumsuz sorular. Zor konuşmalar arasındaki kısa sessizliklerde ölümün hakikatiyle, acıyla yüzleşemeyenlerin huzursuzluğunu vaktinden önce öğrendim. Suçluluk duygusu yokmuş gibi davrananların çaresizliği beni hep kederlendirdi. Yaşamaya mecalim varken böyle durumlarda gerçek hikayeleri coşkuyla eklemeler yaparak gerçek değillermiş gibi anlatırdım. İnanırlardı bana. Bu oyunu severdim. Belki hikayeler uydururken birlikte gülebilmenin hatırasını böyle koruyabileceğime inanmıştım, bilmiyorum. Sen kaybolduktan sonra geriye kalanlarla avunabildiğim umutlu günler, derin bir sis denizinin dibine çöktü.

Artık bekleyişin acımasız çöküntüsü yok ve bundan memnunum. Hem odamda son ana kadar bende eksik kalanları yazmak istediğim yüzlerce defter varken neden sıkılayım ki? Üstelik daha önce yazdığım defter- mektuplarımın nerede olduğu da belli değil. Umarım bir gün onları anlayacak birilerine kavuşurlar. Sen hep ‘Kelimeler dokunacağı yüreği sezgileriyle seçer, onların da kendilerine göre bir kader anlayışı var’ demez miydin?  Bu mektuplar mı ne olacak? Eğer vasiyetimi ciddiye alırlarsa gün ışığına çıkmadan benimle birlikte ebedi yoluculuklarına devam etmelerini isterim. Sen gittikten sonra yazma arzusu da boyut değiştirdi çünkü. Bir yerde mi okumuştum; “Ne yazarsak yazalım sadece bir kişi için yazarız ama herkesin okumasını isteriz”. İşte ben o benzersiz o hazzı varlığınla kazandım, yokluğunla kaybettim. En yakınımdakilerin bile anlam veremediği ruh çoraklığım bundandır.

Vaktiyle yazarları, sevdiğim kitaplarını anlatmak için gazetede yazdığım kurgulanmış mektupları düşündüğümde, eksikliğimi tamamlamak, kendimi en çıplak haliyle anlatmak için yazmanın ne kadar güç olduğunu fark ettim. George-Lawrence Durell kardeşlere seslenirken kullandığım o dil unutulmaya yüz tutmuş eski kelimeler gibi giderek uzaklaşıyor benden: “Bu ıssız köyde, hayattan müsaade alarak birbirlerine sığınanların, kimsesiz havyaların, düşüncelerini gövdelerinde saklayan ihtiyar zeytinlerin sevgiyi sessizce çoğaltmasını izlerken sizi daha iyi anlıyorum. Bazen gün ortasında ağlayan ılgın ağaçlarının altına uzanıp ölenlerin tüketemediği eksik duygulardan kimsenin okumayacağı hikayeler yapıyorum çocuklara. Köylüler bile yalnız başıma oturup sayıklamama şaşırıyor. Verandanın gıcırdayan ahşabına kürek kemiğimi sıkıca yaslayıp gök kubbeyi seyre daldığımda kekik kokan dağların masallarına da ortak oluyorum. Portakal kabuklarından yapılmış salların üstünde uyuyan kara, kavruk oğlanlar görüyorum bazen. Bir de çıngıraklı koyunlarını otlatırken paslı bıçaklarını bileyen deli bir çoban. Başka hayat hikayelerinin rüyalar gibi bilinmez olduğunu ama onlardan korkmamız gerektiğini sen bütün romanlarında her defasında başka türlü anlattın”.

Sevdiğim iki yazar için -ki sen de severdin onları- yazdığım bu ‘mektup-yazıyı’ bir parkta okuduktan sonra kıskançlığını gizleyemeyen titrek ergen sesinle beni aradığın günü hatırlıyorum. Ne tuhaf, böyle hissettiğim için utanıyorum ama sen olmayınca okumayı, yazmayı özleminin de içi boşaldı sanki. Hayatın gerçekliği, dilin hakikati gibi meseleler hakkında yazdığım onca çok bilmiş makaleden sonra saf kelimelerim senin ruhunla birlikte azgın bir nehre karışıp tükendi. Artık dağların mora kestiği saatlerde melisaların yanık şekerli kokusunu, ani bir esintiyle yatan otların şarkılarını, serin rüzgarlarla titreyen badem çiçeklerini, yeşil mandalinaların acı kokusunu, gökkuşağını kıskandıran begonvilleri, denizin kıyı suları gibi ışıldayan yalı çapkınlarını, masum sarı çiğdemleri anlatmak istemiyorum. Bunları birlikte görme ihtimalimiz ölünce, yazma sevincimi de yitirdim. Amatör olduğumu söylerken haklıydın, senden sonra bir kez daha ‘oynamama’ hakkımı kullanıyorum.

11 Eylül

En başından beri dünyayı siyah-beyaz gördüğünü itiraf ettiğinde bunu bir kusur gibi anlatmama soyluluğun karşısında mahcup olmuştum. ‘Mavi’nin hakiki duygusunu hissedemeyecek olman canımı acıtmıştı. En sevdiğim renk olduğundan değil hayata ‘mavinin’ melankolisiyle dokunduğunda ‘mavi’yi göremeyeceğin için. Kitaplarda anlatıldığı gibi değil hiçbir şey çünkü. Maviyi, bulutla, denizle, gökyüzüyle, çiçeklerle, kelebeklerle tarif ediyorlar değil mi. İlk dokunuştan, ilk itiraftan, kesif bir özlemenin neden olduğu o ilk iç ürpermesinden, ilk yalandan, ilk ayrılıktan önce hissedilen korkudur mavi her şeyden evvel ve öte. Işık yansımalarının oyunlarıyla aldatan renkler, ancak duygularımızla buluştuğunda anlam kazanıyor.  Seziyor ama göremediğin için o büyülü aldanışı hissedemiyordun. Bu eksiklik senin öteki duyularını güçlendirmişti.

Boynumdan aşağıya inen parmaklarına eşlik eden ‘sınırsız ülkeler’ hikayelerini hatırlıyorum. Vücudumdaki her kıvrımın, çukurun, tepenin, vadinin coğrafyamızda hakiki bir karşılığı vardı. Uykuya direnen bir çocuğu avutur gibi bıkıp usanmadan anlatırken yastığın üzerine yığılan ipeksi, yumuşak saç demetiyle oynardın usulca.  O anların kırılgan uçuculuğunu düşündüğümde, sevgimi senden sonraki müphem bir hayata saklamış olduğumu da gördüm. Hayatı erteleyen insanlarla ilgili yazarken, kendini unutmanın acı ironisiyle çarpışınca hissettim yaşamdan çalmanın telafi edilemez burukluğunu. Ama biliyor musun o günlere dönme şansım olsaydı muhtemelen yine öyle hoyrat davranırdım. Bu çarpık bilinç, yokluğunun açtığı büyük boşluktan daha korkunç. Başka türlü yapamama, olamama hastalığı…

Ben hiç kendini tanımak isteyecek kadar olgun olmadım. Bütün arzularını, hayallerini gerçekleştirdiğini söyleyen sendin. Benim cesur görünen korkak bir babaya ihtiyacım vardı. Senin de korkak görünen cesur bir kız çocuğuna. Tanıştığımızda doğru kilidi bulan anahtar gibi tıkırdayan varlığımızdan hiç şüphe duymadık. Biz üzülmeyecektik, yaşlanmayacaktık, ölmeyecektik  zaten, mümkünse hayat bize ayak uyduracaktı. Bunca yıl süren yakınlıkta tarifi imkansız sessiz, sağlam bir ‘söz’ vardı: Hiçbir şey için söz vermemiş olmak.

Senden sonra insanları izlemeyi bırakıp bütün dikkatimi tabiattaki diğer varlıklar üzerinde yoğunlaştırınca sevmenin, sevilmenin ölçüsü de değişti. Tutulamayan sözlerin, taammüden söylenen yalanların, lüzumsuz itirafların, acımasız kandırmaların çamursu tortusu yerini kocaman bir  hiçliğe bıraktı. Aşk ötekine varmak değil içime, dağlara, denize, ağaçlara, kuşlara baka kalmak oldu. Yeniden kendimi, seni keşfetmeye geç kaldım.

Aramızdaki ‘kara delik’ duygularını ifade edemeyişinden değil ettiğinde çürüyeceği düşüncesiyle büyüdü sanırım.  Yüreğine değil zihnine ulaşmanın imkansız olduğunu anladığımda olaylar arasında neden sonuç ilişkisi kurmayı, mantığın peşinden koşmayı bıraktım. Senin gibi hissetmek istedim. Hafızamızı gıdıklayan bir melodiyi çarpıcı bir hikayeyle anlatırsam yeryüzüne bir biçimde kazınacağımıza inanmaya başladım zamanla. Ama taşlaşan acı hiç geçmedi. Yapamadım. Neden hepimiz hayata ağlayarak başlıyoruz, bunu konuş muyduk, sanmıyorum. Eğer konuşsaydık acının bilinçle alakası olmadığını söylerdin muhtemelen. Evet, acı biz doğmadan önce de vardı, bizle başlamadı, bizle bitmeyecek. Sadece olması gereken oldu. Kaotik ruhlarımız bir noktada karşılaştı, çarpıştı ve paramparça oldu. Hepsi bu.

 

13 Eylül

Şimdi bu mavi odada oturmuş yağmur tıpırtılarını dinlerken yazarı ölmüş, kimsesiz bir kitap gibi derin, karanlık bir kuyuya düşüyorum. Her gün yeni baştan… Bir zamanlar sende ‘kibir’ diye adlandırdığım o berbat suskunluğun güvenle bağlantısını ancak böyle katı bir sessizlikle kuşatılınca çözebildim. Bana hayatın basit prensiplerini öğretmeye kalkmadın, zor koşullarda yargılamadan tevekkülle kabullenme ihtimalini gösterdin. Bunu becerebileceğimden emin değilim. Dünyanın geri kalanından, kendimden, yakınlarımdan, bir zamanlar sevmiş olduklarımdan, sırlarımdan kaçıp, mağaramda saklanarak yaptığım bu ağır ‘hesaplaşmanın’ ağır bir bedeli var. İyi tarafından bakarsak yaşamanın, ölmeden ölmenin ve nihai bir son olan ölümün birbirinden farklı olmadığını kavradım. Hepsi seçtiğimiz ’var olma’ biçimleri. Karanlığa karşı ışık değil, ikisinin özünden oluşan başka türlü sihirli bir karışım.

Çelişkileri yazmayı severdin ama bu konuda yazdığını hatırlamıyorum. Büyümek, yaşamak, yaratmak için koca bir ömür tüketen insanın bir anda ölmesi seni hiç düşündürmedi mi? Öldüğümüzde sadece biz ölmüyoruz, eğer hatırlarımızı, sırlarımızı, hayallerimizi biri kaydetmezse, hikaye etmezse, anlatmazsa, yazmazsa bizle beraber kainatın boşluğunda kayboluyorlar.  Bu mektubu yazan, geri kalan vakitte o defterleri doldurarak yeryüzüne bir çentik daha atacak olan da ben değilim sanki. Olup biten her şeyi gördüğü için bizden daha çok acı çeken Tanrı’nın sesi olabilir mi?

Sen ömrünü yazı sanatına adamıştın, ben yaşamaya. Ürkütücü gücünün baskısından kurtulduğumda rahatlar, hatırlarımdan süzülenleri istediğim gibi kurgularım sanıyordum. Şimdi bu çöl ıssızlığın ortasında, bir odada, bir başınayım. Kimse yok, sen yoksun ve ben yine ancak yaşadığım kadarını yazabiliyorum. Yanımda olsan bunları yazmak zorunda kalmazdım. Yüzümdeki şaşkınlığı, hayreti, merakı, endişeyi, merhameti, kayıtsızlığı, umudu, kırılganlığı, huzursuzluğu, yenilgiyi arka arkaya birkaç dakikalık  kısa film gibi izleyebilirdin. Tam da bu yüzden kimsenin okumayacağını bilsem de yanık hayallerim bizde saklı kalsın istiyorum.

Gökyüzü eflatuna kesiyor, biraz sonra şafak sökerken penceremde buzdan çiçekler açacak. Ay ürperen denizin tenine batacak. Deniz, uykusunda inleyen bir kadın gibi iç çekecek. Zihnimin gerçekliği büsbütün parçalanacak ve ben onlardan yeni bir gerçeklik yaratacağım. Sabah odaya gelip nasıl hissettiğimi sorduklarında anlayamayacakları durgun bir bakışla susacağım. Yaşamadığım bir hayatın alacakaranlığında hapishanemden dünyaya bakacağım. Sırlarımızı baka baka unutacağım.

Sonra ben öleceğim biri doğacak, o ölecek başka biri doğacak. Birileri daha az sevildiği için kıskanacak,  sebebini anlayamadığında korkacak, öfkelenecek, kendini, başkalarını suçlayacak, ihtiyacını duyduğu aşka kendini teslim edemeyecek ve her şey kendini tekrar tekrar aynı döngünün içinde yenileyecek.

Artık dünya denilen küre daha berrak ; nesneler, bedenler,  kelimeler, sesler giderek şeffaflaşıyor. Duvarlar inceliyor, her şeyin ötesini görebiliyorum ama bu geniş bakışımın bir işe yaramayacağını biliyorum. Bir defasında en büyük hazinemin beni yalnızlaştıran zekam ve ürkütücü dürüstlüğüm olduğunu söylemiştin. Bu özelliklerimi maalesef bahşedilmiş bir lütuf gibi değil kendimi kendimden koruyan bir gurur kalkanı olarak kullanıyormuşum. Sen böyle vaaz verir gibi konuştuğunda bildiğimi sandığım her şeyden kaçıp çok uzaklara gitmek istiyordum.  Sonunda gittim. Giderken zamanın dairesel hareketlerini göremeyecek kadar mağrur, döndüğümde o çemberin içinde kımıldayamayacak kadar ağırlaşmıştım. 

Senin gibi kibirli ama aynı zamanda umutlu olabilmeyi isterdim, çok az insana nasip olur, ben beceremedim. Bu dünyada misafir gibi yaşamadın, o seni kucaklamadığında bile huzurluydun. Bilgelik değildi, doğal yeteneğin gibiydi. Ben hep davetsiz bir misafir gibi hissettim. Aramızdaki en belirgin fark buydu. Bu kadarını görebilseydin belki bağışlardın beni. Ama biliyorsun, bağışlamak zamandan bağımsız bir erdem değildir. Yazılarıyla, kitaplarıyla hatırlanacağını bilen bir yazarın haklı güveniyle vakit genişler sanıyordun. Tanrısallığa sığınan bütün faniler yanılgısı…Güçlülerin trajedisiyle zayıflarınki çok farklı değil galiba. Nihayetinde esas olan, insanın kendisine atfettiği değerin bir gün silinecek olmasına karşı gösterdiği direnç. Bazen aşk, bazen yazı, bazen de başka türlü, asi bir hatırlatma çabası. Trajedi bu.  

Biraz sonra günün ilk solgun ışıklarıyla limon servilerinin, sessizlikle çıtırdayan zeytin koruluklarının arasından geçip, her sabah olduğu gibi bu mektubu mavi kır çiçekleriyle birlikte başucuna bırakacağım. Sana yine başkalarının hikayelerini anlatırım. Severdin, hatırlıyorum, onlardan yazılar yapardın. Ölüm tedirginliği olmasaydı kimse bir şey anlatmazdı, yazmazdı.  Sen bile, biliyorsun değil mi? Aramızda her zaman kaderin tahmin edemeyeceği fırtınalar, sırlar ve bize rağmen bizi bir arada tutan yazı ve yalnızlık vardı. Bugün sana Neruda’nın Matilde’e yazdığı mektubu okuyacağım, şiirin bir kısmını toprağın özüne karışsın diye mektubumuza yazıyorum: “Aşkımızı sana bırakıyorum/bırakır gibi bir avuç toprağı tohumlarla/Bir avuç toprağı tohumlarla bırakır gibi aşkımızı sana bırakıyorum/ Nice hayat doğacak aşkımızdan/Aşkımızdan içecekler suyu./Olur ya bir gün gelecek/onda bir erkek ve bir kadın, tıpkı biz gibi/dokunacaklar bu aşka ve bu aşk/dokunan elleri yakma gücünü taşıyacak hala…

 

*Eski Sevgiliye Yazılmış Mektuplar–Yayına hazırlayan: Tezcan Topal /Yitik Ülke Yayınları