Esra Akgemci

18 Eylül 2022

Şili'nin uzun eylülü: Pinochet ile hesaplaşmak

11 Eylül 1973, geçip gitmiş bir gün değil. Pinochet de mezarında yatan bir ölüden ibaret değil

Eylül ayının Şililer için sembolik bir önemi var. 18 Eylül, Bağımsızlık Günü, halk arasında bilinen ismiyle "el Dieciocho" yani "On sekiz", Şili'nin 1810'da üç yüzyılı aşkın İspanyol sömürgeciliğinden kurtuluşunun yıldönümü.

Sömürgecilik fiili olarak çoktan bitmiş olsa da neoliberal politikalarla şekillenen birikim rejiminin, sömürgeci mantığın bir uzantısı olduğunu söyleyebiliriz. Neoliberal model, 1980'lerde Latin Amerika genelinde borç krizlerinin ardından uygulanmadan, 1989'da Washington Konsensüsü ile tüm dünyaya bir reçete olarak sunulmadan çok önce, ilk kez Şili'de denenmişti. 1973'ün 11 Eylül'ünde ABD destekli askerî bir darbe ile sosyalist Allende hükümeti devrildi ve faşist Pinochet rejiminde Şili, neoliberalizmin deney alanı haline geldi.

Şililerin Latin Amerika'da ilk kez Marksist bir lideri seçimle iktidara getirdikleri gün de bir eylül günüydü. 4 Eylül 1970'te devlet başkanı seçilen Unidad Popular (Halkın Birliği) adlı sol koalisyonun lideri Salvador Allende, uyguladığı kamulaştırma politikaları ve tarım reformu ile sosyalizme geçiş süreci başlatmıştı. Soğuk Savaş'ın karanlığında sosyalizme giden alternatif bir yol göstermesinin bedelini hayatıyla ödedi.

Bundan yarım yüzyıl sonra, 4 Eylül 2022'de oylanan yeni anayasa taslağı kabul edilseydi, Şili tarihinde yepyeni bir sayfa açılacak, neoliberalizme karşı mücadelenin yasal zemini oluşacaktı. Bu zemin şimdilik kaymış görünüyor fakat mücadele bitmiş değil. Yeni bir yasal zemin inşa etmenin yolu hâlâ açık. Pinochet'nin gölgesinden kurtulmaksa başka bir bahara kaldı (Eylül, güney yarımkürede ilkbaharın başlangıcı).

Ulusal Stadyum: Toplama kampından oy kullanma merkezine

Referandum için uygun görülen tek sembol, 4 Eylül günü değildi. Şili tarihinin en önemli dönüm noktalarından birine ev sahipliği yapması için tercih edilen ve oy kullanma merkezi haline getirilen yerlerden biri de başkent Santiago'daki Ulusal Stadyum'du.

11 Eylül denince muhtemelen gözümüzün önüne gelen ilk görüntü, Dünya Ticaret Merkezi'nin ikiz kulelerine yapılan saldırıya ait. Oysa Şililer için 11 Eylül, 1973'te bir Perşembe günü ve o gün bambaşka imgeler çağrıştırıyor: Şili silahlı kuvvetleri tarafından bombalanan Başkanlık Sarayı La Moneda'dan yükselen dumanlar, sokaklarda konvoy halinde ilerleyen tanklar ve binlerce muhalifin esir tutulduğu Ulusal Stadyum'un tribünleri…

1973 Darbesi, 20. yüzyılın en kanlı darbelerinden biriydi. O günden sonra Şili'de yaşayan herkesin hayatı geri dönülmez bir biçimde değişti. Darbenin daha ilk gününde direniş sert bir şekilde bastırılarak en az 2 bin kişi öldürüldü. Darbecilerin elinde o kadar çok mahkûm vardı ki ülkenin en büyük spor sahası olan Ulusal Stadyum, dev bir toplama kampına dönüştürüldü. Binlerce kişi burada işkence gördü, infaz edildi, birkaç ay sonra da tribünler temizlendi ve hiçbir şey olmamış gibi yeniden halka açıldı.

Pinochet diktatörlüğünün sona ermesinin ardından, demokrasiye geçiş sürecinin ilk devlet başkanı Patricio Alywin'in göreve başlamasından sadece bir gün sonra, 12 Mart 1990'da, yaklaşık yetmiş bin kişi Ulusal Stadyum'da toplandı. Stadyumda katledilen Victor Jara'nın şarkıları eşliğinde on binlerce kişi gözyaşı döktü, kayıplarını andı ve "nunca más!" (bir daha asla!) diye haykırdı. İşte o günden beri Şilililer demokrasiye geçiş sürecinin sancıları içinde diktatörlükle hesaplaşmanın yollarını arıyorlar. Bugüne kadar tüm iniş çıkışlara rağmen çok mesafe alındı ancak görünen o ki en az bir o kadar daha yürünmesi gereken yol var.

Belirsizliklerle dolu uzun yol, yakıcı bir hesaplaşma elbette kolay değil. Yol boyunca en büyük engel, defalarca değiştirilmiş olmasına rağmen hâlâ Pinochet'nin otoriter ve neoliberal mirasını koruyan 1980 Anayasası'ydı. 1990'lardan itibaren demokrasiye geçiş sürecinde merkez-sol koalisyonuna dayalı Concertación hükümetleri "uzlaşı siyasetiyle" Pinochet döneminden miras kalan neoliberal modeli sosyal reformlarla yeniden şekillendirdi. Özellikle Concertación'un ilk aşamalarında öne çıkan "süreklilik içinde değişim" ve "eşitlikle birlikte büyüme" sloganlarıyla neoliberal modelden kopmadan, toplumsal ve siyasal koşullar iyileştirilerek neoliberal modelin en iyi şekilde işleyebilmesinin koşulları yaratıldı.

Oysa 2000'lerin başlarından itibaren gelişen toplumsal hareketler, bu "uzlaşı siyasetinin" hiç de uzlaşıya dayanmadığını açıkça ortaya koyuyordu. Güney Amerika'nın en müreffeh ülkelerinden biri olan ve bölgenin geri kalanına örnek bir model olarak sunulan Şili'de 2006'da "Penguen Devrimi" ve 2011'de "Şili Kışı"na yol açan öğrenci hareketi, istikrarlı ve yüksek büyüme oranlarının ardındaki toplumsal eşitsizliği ve adaletsizliği gözler önüne sermişti. Ülke geneline yayılan toplumsal hareketlerin etkisiyle 2013'ten itibaren yeni bir anayasa talebi giderek yükselmeye başladı ve bu talep, 2019 Protestoları'nın temel eksenini oluşturdu.

Şili'nin anayasa yapım süreci, 2019'daki protestoların bir kazanımı olarak başladı. 25 Ekim 2020'deki referandumda yüzde 78 Evet oyuyla kurucu meclis yoluyla yeni anayasa yapılması kararlaştırılmış, 15-16 Mayıs 2021'de ise 155 üyeli kurucu meclisin üyeleri seçilmişti. 2021 Seçimlerinde eski bir öğrenci lideri olan Gabriel Boric'in 4,6 milyon oyla (yüzde 56) devlet başkanı seçilmesi, yeni bir başlangıç olarak karşılandı. Ne var ki bütün bu sürecin sonunda, 4 Eylül 2022'de referanduma sunulan anayasa taslağı yüzde 62 gibi ezici bir oy oranıyla reddedildi. Peki onca çabaya ne olmuştu? Bu kadar adım atıldıktan sonra birdenbire en başa mı dönülmüştü?

Yeni anayasa süreci: Güçlendirmesi beklenen unsurlar zayıflattı

En baştan belirtmek gerekir ki referandumdan çıkan Hayır oyu (rechazo), Pinochet ile hesaplaşmak için çıkılan uzun yoldan dönüş anlamına gelmiyor. 1980 Anayasası, Şili tarihinde en çok değiştirilen (kırk yılda kırk üç kez değiştirildi) anayasa olmasına rağmen diktatörlük rejiminin özünü koruduğu için hâlâ "Pinochet Anayasası" konumunda ve meşruluğunu büyük ölçüde kaybetti. Yeni anayasa taslağına hayır diyen sağcılar bile 1980 Anayasası'nın değişmesi gerektiğini kabul ediyorlar. O halde bu geri adım, kesin bir geri dönüş değil. Belki bir yokuşu aşamamak, bir engele takılmak, belki de yanlış bir sokağa sapmak olarak görülmeli.

Hatta belki de referandum yenilgisini, bir an önce varmak için tercih edilen ama yolu daha da uzatan bir "kestirme yol" olarak tanımlamak daha doğru olur. Zira taslak metin, bir anayasada olması gerekenden çok daha fazla detay içeriyordu. Sanki bütün sorunlar bu anayasa ile bir çırpıda çözülmek istenmiş ve ülkenin bütün sorunları apar topar anayasanın içine sokulmuştu.

Reddedilen yeni anayasa, "kazuistik anayasa" denen çok uzun ve fazla ayrıntılı bir anayasaydı ve yasa koyuculara kamu politikaları yapma konusunda demokratik bir alan bırakmadığı için eleştiriliyordu.[1] Bu kadar uzun bir metinde elbette herkes sevmediği bir şey bulabilir, itiraz edilen tek bir madde, bütün taslağın çöpe atılmasına yol açabilirdi.

Anayasa taslağının bu kadar yüksek bir oranla reddedilmesinin bunun gibi birçok nedeni var. Örneğin Boric hükümetinin stratejik bir hata yaparak anayasanın içeriğini halka anlatmakta geç kalması, buna karşın sağcıların medya ve finans gücünü kullanarak daha taslak metin tamamlanmadan neredeyse oylanan her madde ile ilgili spekülasyona başlamış olması, sonucu etkileyen en önemli nedenlerden. İletişim sorunu ve dezenformasyonun yanı sıra iktidardaki ilk dokuz ayında enflasyon ve düzensiz göç gibi birçok sorunla boğuşan Boric hükümetine kesilmiş bir fatura da söz konusu olmuş olabilir. Ancak buradaki en temel mesele, anayasa yapım sürecini güçlendirmesi için öngörülen bazı özelliklerin, tam tersine sürecin "yumuşak karnı" haline gelmiş olmasından kaynaklanıyor.

Bu özelliklerin başında taslağı hazırlayan kurucu meclisin yüzde 67'sinin hiçbir siyasi partiye üye olmayan bağımsız adaylardan oluşması geliyor. Şili siyasetinin son on beş yılına bakarsak Michelle Bachelet'nin temsil ettiği merkez sol ile Sebastián Piñera'nın temsil ettiği merkez sağ arasında gidip gelen bir sıkışmışlık, bir sağa bir sola savrulan bir arayış görürüz. Şililer, bugün dünyanın birçok ülkesinde olduğu gibi, geleneksel siyasetçilere, siyasi partilere ve kurumlara olan güvenlerini büyük ölçüde kaybetmiş durumda.

İşte bu temsil krizini aşmak, Şililerin yeniden demokratik süreçlere güvenmelerini sağlamak için hiçbir siyasi partinin baskın olmayacağı, herkesin güvenini kazanabilecek ve tüm halkı temsil edebilecek güçte bir kurucu meclise ihtiyaç vardı. Tam da böyle bir meclis görüntüsü ortaya çıkmışken süreç tam tersine işledi. Daha en başlarda kurucu meclisin başkan yardımcısı vekili olan aktivist Rodrigo Rojas Vade'nin kanser hastası olduğu konusunda yalan söylediği ortaya çıktı. Bunun ardından gerek ulusal gerekse uluslararası medyada (özellikle Economist ve FT gibi mecralarda) başlayan meclisi itibarsızlaştırma süreci hız kazandı. Örneğin yine 2019 Protestolarında öne çıkan Tía Pikachu (Pikaçu Teyze) lakaplı Giovanna Grandón'un Pikaçu kostümü, "Şili'nin geleceğinin yetersiz ve apolitik kişilerin elinde olduğuna" delil olarak gösterildi.

Kurucu meclise güvensizlik, anketlere göre referandumda "hayır" oyu vereceklerin öncelikli nedeniydi.[2] Buna göre bağımsız üyeler, parti disiplininden yoksundu, uzlaşmaya çalışmıyor, kendi gündemlerini dayatıyorlardı ve siyasetçi olmadıkları için hesap verebilir konumda değillerdi. Dolayısıyla bu meclisin halkı temsil etmediği yönünde bir algı oluştu. Kurucu meclisi güçlü kılması beklenen anti-parti özelliği ters tepmişti.

Ters tepen bir diğer özellik, şeffaflık oldu. Kurucu meclisin çalışma programı herkese açıktı, programa internetten erişim mümkündü.[3] Ancak bu şeffaflık halihazırda spekülasyon peşinde koşan sağcılara koz vermiş oldu. İçinde bulunduğumuz "hakikat sonrası" (post-truth) olarak nitelendirilen çağda komploculuk ve dezenformasyon, sağ popülist stratejilerin ayrılmaz bir özelliği haline gelmiş durumda. Özellikle Latin Amerika'da sağcıların da solcular kadar örgütlü ve güçlü olduğu unutulmamalı. Hal böyle olunca bölge genelindeki seçim süreçlerinde (Bolsonaro'nun seçildiği Brezilya'nın 2008 Seçimlerindeki gibi) solcuların daima sağcıların atakları karşısında savunma pozisyonunda kaldıklarını ve karşı atağa geçmekte zorlandıklarını görüyoruz.[4]

Şili'deki referandum sürecinde de olan tam olarak buydu. İlerici ve yenilikçi kabul edilen çoğu madde üzerindeki tartışmalar, sağcıların elinde spekülasyona dönüştü. Yeni bir Magna Carta olarak görülen, çokuluslu, demokratik, eşitlikçi, çevreci ve feminist bir sosyal devlet inşası için zemin hazırlayan yeni anayasa, belli ki toplumda o kadar da "ilerici" olarak algılanmamıştı. Öncelikle, anayasanın öngördüğü çokulusluluğun, çoğu Şilili açısından karşılığı "bölünme korkusu" oldu. Bunda milli marşın ve bayrağın değişeceği yönündeki sağ manipülasyonun etkisi büyük. Yerlilere tanınan özerklik ise "paralel hukuk sistemine" yol açacak ve adalet sistemini zayıflatacak bir hamle olarak görüldü.

Diğer yandan çevrecilik ve doğaya tanınan haklar, ekonominin motoru olan madenciliğin sonu olarak algılandı. Su kaynaklarının korunmasına yönelik düzenlemelerin karşılığı "şişe suyun yasaklanacağı", kürtajın yasallaşmasının karşılığı da "dokuz aya kadar kürtaj yapılabileceği" şeklindeydi.[5] Anayasa taslağında bazı maddelerin yeterince net olarak tanımlanmamasının da sağcıların bu tarz yanlış bilgileri yaymasına yardımcı olduğu söylenebilir. Taslağın kabul edilmesi halinde taslakta yer alan bazı eksikliklerin daha sonra "Uyumlaştırma Komisyonu" tarafından tamamlanması planlanıyordu. Ancak bu da belirsizlerle dolu bir sürece işaret ettiği için metne olan güveni azaltan bir unsur oldu.

Son olarak yani anayasaya meşruiyet kazandırması beklenen referanduma zorunlu katılım özelliğinin de ters teptiğini görüyoruz. Şili'de 2012'deki yasal değişikliğin ardından oy vermek zorunlu olmaktan çıkarılmış, bu da seçime katılım oranlarının çok düşük olmasına yol açmıştı. Haziran 2021'de yapılan anayasal değişiklikle oy vermek yeniden zorunlu hale getirildi. Boric'in seçildiği başkanlık seçimlerinde katılım oranı ikinci turda yüzde 55,6'dı, bu da 8,2 milyon seçmene denk geliyordu. Referandumda ise katılım zorunlu hale gelince 12,7 milyon seçmen oy kullandı ve katılım oranı yüzde 85'e çıktı. Anlaşılan başkanlık seçimlerinde oy kullanmayıp referandumda kullanan 4 milyon seçmenin neredeyse tamamı "hayır" oyu vermişti.   

Bundan sonra ne olacak?

Sonuç olarak, şunu söylemek mümkün: Anayasa metni daha belirli ve sınırlı olsaydı, hükümet sürece daha çok sahip çıkabilseydi, kurucu meclis prestijini kaybetmeseydi, bu kadar çok spekülasyon olmasaydı ve katılım zorunlu kılınmadan teşvik edilebilseydi ortaya daha farklı bir tablo çıkabilirdi. En azından tüm bu meselelerden bağımsız olarak yeni anayasanın içeriğinin ne kadar belirleyici olduğunu görmek mümkün olurdu. Şimdi karşımızda o kadar dağınık ve karmaşık bir durum var ki Pinochet Anayasası'ndan kurtulma yönünde çok güçlü bir irade olmasına karşın yeni anayasa yapım sürecinin toplumsal koşullarının nasıl oluşacağı belli değil.

Bununla birlikte referandum sonucu, kongrede ve senatoda çoğunluğa sahip olmayan Boric hükümetinin hayata geçirmek istediği tüm sosyal politikaları sekteye uğratmış oldu. Eğitim, sağlık ve emeklilik gibi sosyal hakların sorumluluğunu serbest piyasaya bırakan mevcut anayasa, Boric'in öngördüğü sosyal reformların gerçekleşmesine imkân tanımıyor. Bu sebeple Boric'in önceliği, yeni bir kurucu meclis oluşturmaktan yana. Referandumun ardından Boric'in yaptığı kabine değişikliği de anayasayı değiştirmek yerine reformize etmekten yana olan merkez solcularla uzlaşmaya çalıştığı yönünde yorumlandı.

Bu süreçte sol siyasetle ilgili iki temel dinamiğin dikkate alınması gerekiyor: Yukarıdan aşağıya bir strateji izleyen merkez solun reformist çizgisi nasıl aşılabilir? Toplumsal hareketlerin taleplerini karşılayacak aşağıdan yukarı bir anayasal dönüşüm süreci nasıl inşa edilebilir?

Toplumsal hareket meselesi, özellikle de yerli hareketinin talepleri çok önemli. Hâlihazırda Şili'nin güneyinde, Araucanía bölgesinde Mapuche yerlileriyle büyük toprak sahipleri arasındaki çatışmalar OHAL koşulları altında sürüyor. Boric hükümetinin yerlilere yönelik politikalarını belirlerken önceki hükümetlerden farklı davranmamış olması, referandumda güneydeki yerli bölgelerinden de "hayır" oyu çıkmasını açıklayan bir unsur olarak ele alınabilir. Sömürgecilik döneminden miras kalan bu çetrefilli mesele, Boric hükümetinin en büyük çıkmazı olmaya devam ediyor.

Sömürgecilik geçmişi de Pinochet rejimi de Şilililer için puslu bir anı değil, gündelik hayatı ve siyaseti belirleyen temel bir mesele. 11 Eylül 1973, geçip gitmiş bir gün değil. Pinochet de mezarında yatan bir ölüden ibaret değil. Diktatörler ölür ama huzur içinde uyumazlar, hortlayıp aramıza karışır, hiçbir şey olmamış gibi ortalıkta gezinirler. O yüzden Şili ve Türkiye gibi demokrasinin uzun süre askıya alındığı ülkelerde hayalet avcılığını ciddiye almak gerekir.


[1] Oya Yeğen, "Şili'de yeni anayasa yapma deneyimi", Toplum ve Bilim, Sayı 160, 2002, s. 217.

[2] Oya Yeğen, "Şili'de yeni anayasa yapma deneyimi", s. 215.

[3] Kurucu meclisin oluşumu ve işleyişine dair tüm bu detaylar için Türkiye'de konuyu yakından izleyen akademisyenlerden Oya Yeğen'in Toplum ve Bilim dergisinin son sayısında yayımlanan "Şili'de yeni anayasa yapma deneyimi" başlıklı makalesine bakılabilir. Ayrıca referandum sonucuna ilişkin olarak Oya Yeğen ile Şili'de yaşayan akademisyen Umut Aydın'ın katıldığı, Işın Eliçin'in hazırladığı Femfikir programı (https://www.youtube.com/watch?v=Mnakr940B0Q&ab_channel=Medyascope ) da aydınlatıcı ve zihin açıcı olacaktır.

[4] Latin Amerika sağının son atakları üzerine daha detaylı bilgi için Ertan Erol'un yazısı https://www.evrensel.net/yazi/91586/sagdan-kontra-atak okunabilir.

[5] Taslağın içeriğine yönelik tartışmalar için Ahmet İnsel'in Birikim'deki https://birikimdergisi.com/haftalik/11120/silide-yeni-anayasa-macerasi yazısı çok önemli bir kaynak.

Esra Akgemci kimdir?

Esra Akgemci, Lisans eğitimini Hacettepe İktisat (İngilizce), yüksek lisans ve doktora eğitimini Ankara Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümünde tamamladı. ABD, Meksika, Şili ve Brezilya’da lisansüstü araştırmalarda bulundu.

Kâzım Ateş ile birlikte Dünyanın Ters Köşesi Latin Amerika: Tarih, Toplum, Kültür (İletişim, 2020) adlı kitabı derledi. Selçuk Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde doktor öğretim üyesi. ODTÜ Latin ve Kuzey Amerika Çalışmaları programında yüksek lisans dersleri veriyor.