Esra Akgemci

17 Kasım 2024

Pedro Páramo: Toprak ağaları ve hayaletler

Pedro Paramo, bir çürüme hikâyesi. Yaşayanların da tıpkı ölüler gibi çürüdüğü, ölülerden pek de farklarının kalmadığı bir toplumun hikâyesi bu. Toprak ağaları ve hayaletler birbirinden çok da uzak değiller

Meksikalı yazar Juan Rulfo’nun 1955 tarihli başyapıtından uyarlanan ve merakla beklenen Pedro Páramo, 6 Kasım’da Netflix’te gösterime girdi.

Ünlü görüntü yönetmeni Rodrigo Prieto, ilk yönetmenlik denemesinde uyarlanması çok zor bir eseri seçmiş. Pedro Páramo, aynı zamanda fotoğrafçı olan Juan Rulfo’nun tek romanı. İspanyolca edebiyatın köşe taşlarından ve Büyülü Gerçekçilik akımının en iyi örneklerinden biri olarak görülen romanın, bilinç akışı, monolog, alt üst edilmiş bir zaman dizimi, geri dönüşler ve bakış açısı kaydırma gibi tekniklerle yazılmış olması, sinemaya uyarlanmasını epey zorlaştırıyor.

Pedro Páramo, 1967, 1977 ve 1981’de de sinemaya uyarlanmış, bu filmlerin etkilerinin sınırlı olması, romanın “uyarlanamaz” olduğu kanısını iyice yerleştirmişti.

Ancak bu kez işin içine Rodrigo Prieto gibi dört kez Oscar’a aday olmuş, Brokeback Dağı (2005), Babil (2006), Para Avcısı (2013), Barbie (2023) ve Dolunay Katilleri (2023) gibi filmlerdeki başarısıyla öne çıkmış bir görüntü yönetmeni girince beklentiler de haliyle artmıştı. 

Ne var ki Prieto da eleştirmenlerden iyi not alamamış gibi görünüyor. Filmin “gerçekçi” olsa da “büyülü” olmadığı, romanın ruhunu yakalayamadığı ve iddialı bir görüntü yönetmeninin elinden çıkmış olmasına rağmen romanın şiirselliğini yansıtacak bir görsel dünya yaratamadığı, gelen başlıca eleştiriler arasında.

Büyülü gerçekçi bir eseri uyarlamak

Sıra dışı olanı gündelik olanın, doğa üstü olanı doğal olanın içine yerleştiren büyülü gerçekçi eserler, hem fantastik eserler gibi okurun hayal gücüne çok şey bırakıyor hem de gerçekçi eserler gibi okurdan karakterlerin içinde bulunduğu toplumsal bağlamı dikkate almasını bekliyor.

Pedro Páramo hem son derece tekinsiz bir hayalet hikâyesi hem de Meksika Devrimi’ne (1910-1920) yol açan toplumsal koşulları ortaya koyan gerçekçi bir anlatı.

Yönetmen Prieto, kitaba son derece sadık bir uyarlama yapmış. Kitaptaki akış bire bir aynı şekilde izlenmiş, diyaloglar bile çok fazla değiştirilmemiş. Fakat Prieto’nun en çok eleştirildiği yerlerden biri de burası. Hikâyeyi olduğu gibi tekrar etmekten öteye gidememesi ve yeterince risk almaması.  

Bu elbette yönetmenin kişisel tercihi. Yine de Prieto, bire bir metni izlemektense kendi bakış açısından en vurucu olan parçaları öne çıkararak da sadık bir uyarlama çekebilirdi.

Uyarlamaları ilgi çekici yapan da bu değil mi? Hepimiz aynı satırları okuyoruz ama her birimize hikâyenin bambaşka yanları geçiyor. Hatta kendimiz bile aynı kitabı farklı zamanlarda okuduğumuzda farklı şeyler düşünüyoruz. Sonuçta yönetmen de bizim gibi bir okur ve bu eserin onun için ne anlam ifade ettiğini, onda ne hisler uyandırdığını görebilmek bizim için de heyecan verici oluyor. Daha cesur ve serbest uyarlamalar bu açıdan daha çok fark yaratabiliyor.  

Bununla birlikte Rulfo’nun eserinde olayların kendisi kadar nasıl anlatıldığı da önemli. Her şey sanki bir rüya gibi, ölülerle yaşayanlar birbirine karışmış, geçmişle şimdiki zaman iç içe geçmiş. Bunu görsel hale getirmek elbette çok zor.

Kitaba tekinsiz bir atmosfer kazandıran en önemli unsur, özellikle kitabın ilk yarısında karakterlerin ölü mi diri mi olduğunu anlayamıyor olmamız. Hatta karakterlerin kendileri de bunun pek farkında değil gibiler. Bu unsur, filme de başarıyla yansıtılmış. Filmin ilk yarısında kim hayatta kim değil anlaşılmıyor, terk edilmiş kasaba Comala izleyiciyi tedirgin ve huzursuz ediyor.    

Kitapta geçmişle şimdiki zaman birbirine çok sıkı bir şekilde iç içe geçmiş, bir paragraftan diğerine geçerken hangi zamanda olduğumuzu ilk başta anlayamıyoruz, zaman ve mekân okudukça netleşmeye başlıyor. Bu da tekinsizlik hissini artırıyor. Okumayı zorlaştırsa da yoğunlaştıran bir atmosfer kuruluyor böylelikle.

Oysa filmde bu zaman geçişleri çok belirgin. Şimdiki zamanda karanlık, ıssız ve çorak olan Comala, geçmişe gidince yerini aydınlık, ihtişamlı, yeşil ve capcanlı bir Comala’ya bırakıyor ve romandaki büyü kayboluyor. Okuması ne kadar zorsa izlemesi o kadar kolay. Fakat zamanın döngüselliğini ve tarihin canlılığını vurgulayan karmaşıklık gidince eserin gücü de eksiliyor.

Comala’nın hayaletleri

Pedro Páramo, bir eve dönüş hikâyesi olarak başlıyor:

Comala’ya geldim, çünkü bana babamın burada yaşadığı söylendi, Pedro Páramo adında biriymiş.[1]

Annesinin ölümünün ardından geçmişini ve hiç görmediği babasını araştırmak için Comala’ya gelen Juan Preciado, burasının hiç de annesinin anlattığı gibi masalsı bir yer olmadığını kısa sürede anlıyor. 

Babasının kim olduğunu sorduğunda ise aldığı ilk yanıt onun “canlı bir öfke” olduğu.  Hikâye ilerledikçe Pedro Páramo’nun gerçekten kim olduğunu öğreniyoruz: Herkesin malına el koymuş açgözlü ve zalim bir toprak ağası.

Fakat sadece kişisel arzuları içinde kaybolmuş bir adam değil, Pedro Páramo. Ataerkilliğin, maçoluğun, muhafazakârlığın ve adaletsizliğin hâkim olduğu Meksika’nın sembolü olan despot bir figür o.

Tüm mutlak iktidarlar gibi yol açtığı en büyük felaket, toplumdaki yozlaşma. Öyle bir yozlaşma ki kasabanın dilencisi Dorotea’yı bile toprak ağasının oğlu Miguel Páramo’ya kadın ayarlayan birine dönüştürüyor.

Kitabın (ve filmin) ikinci yarısından itibaren kasabanın hikâyesini, kucağında taşıdığı hayali bir bebekle sokakta yaşayan dilenci Dorotea’dan dinlememiz tesadüf değil. Comala’da acımasız toprak ağasından çok daha fazlası var anlatılması gereken. Sadece parası olanların günahlarını affeden ve yoksulları ısdırap içinde bırakan bir rahiple, patronun pis işlerini hallederek kendi küçük iktidarını yaratan kâhya gibi. 

Pedro Páramo, bir “kötü adam” hikâyesinden ziyade kötülüğü herkesin içine yerleştiren bir sistemin eleştirisi.

Kitabın en kötü kahramanlarından birinin, kızına zulmeden korkunç bir babanın, Bartolomé San Juan’ın dile getirdiği gibi:

İnsanı her bir tarafından sıkan, sanki toprağı kanımızla ıslatacakmışçasına bizi paramparça ederek tozumuzu avuç avuç oraya buraya boşaltan bu dünya. Biz ne yaptık? Ruhumuz neden çürüdü bizim?[2]

Pedro Paramo, bir çürüme hikâyesi. Yaşayanların da tıpkı ölüler gibi çürüdüğü, ölülerden pek de farklarının kalmadığı bir toplumun hikâyesi bu.  

Toprak ağaları ve hayaletler birbirinden çok da uzak değiller.


[1] Juan Rulfo, Pedro Páramo, çev. Süleyman Doğru, Doğan Kitap, 2012, s.7.

[2] Juan Rulfo, Pedro Páramo, s.90.

Esra Akgemci kimdir?

Esra Akgemci, lisans eğitimini Hacettepe Üniversitesi İktisat (İngilizce) bölümünde, yüksek lisans ve doktora eğitimini Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümünde tamamladı. ABD, Meksika, Şili ve Brezilya'da lisansüstü araştırmalarda bulundu.

Kâzım Ateş ile birlikte Dünyanın Ters Köşesi Latin Amerika: Tarih, Toplum, Kültür (İletişim, 2020) adlı kitabı derledi. Selçuk Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü'nde doçent olarak görev yapıyor. ODTÜ Latin ve Kuzey Amerika Çalışmaları programında yüksek lisans dersleri veriyor.