Esra Akgemci

30 Ekim 2022

Bir seçim, "iki Brezilya"

Lula da Silva, Brezilya'nın en yoksul kesimlerinden gelen ilk devlet başkanıydı ve kendisiyle aynı şartlarda yaşayan insanlara yeni bir hikâye sunmayı başarmıştı. Ancak Lula'nın anlatısına dayalı siyaset (Lulismo) güçlendikçe karşısında bir başka anlatı şekillenmeye başladı. Buna göre Lulismo'nun hegemonik bir proje olarak pekişmesi, Brezilya'yı yaşanmaz hale getirecekti. PT iktidarında Brezilya, tıpkı Venezuela gibi adım adım krize ve kaosa sürüklenecekti. Son seçim sonuçları gösteriyor ki Lula iktidara geri dönse de bu anlatı Bolsonaro'nun öncülüğünde şekillenmeye devam edecek

Brezilyalılar bugün (30 Ekim 2022) başkanlık seçimlerinin ikinci turu için sandık başında olacaklar. İlk turda yüzde 48 oy alan Lula da Silva iktidara çok yakın. Onu yüzde 43 ile izleyen Jair Bolsonaro ise iktidarını kaybetse bile "Tanrı", "vatan" ve "aile" üzerine kurduğu yeni-muhafazakâr siyasetiyle Lula'nın karşısında durmaya devam edecek. Hem de konsolide olmuş bir sağ, kongrede zorluk çıkaracak güçlü bir blok ve mobilize olmuş aşırı sağcı bir hareket ile… Seçim sonucu ne olursa olsun, Brezilyalıları politik şiddet ve siyasal kutuplaşmanın yoğunlaşacağı, zor bir dönem bekliyor.

Son dönem Latin Amerika siyasetinde seçimler, özellikle de başkanlık yarışı ve referandum zamanları, siyasi kutuplaşma ve politik şiddetin en çok tırmandığı dönemler olarak karşımıza çıkıyor. Eski bir asker olan, şiddet yanlısı söylemlerde bulunan, silahlanmayı kolaylaştıran ve militerleşme sürecini tırmandıran Bolsonaro'nun dört yıllık iktidarının ardından Brezilya'nın durumu daha da kritik. Bolsonaro'nun kaybetmesi durumunda seçim sonuçlarını kabul etmeyeceği ve şiddet eylemlerine başvurabileeği yönünde ciddi endişeler var. Bu endişelere mahal veren de Bolsonaro'nun bizzat kendisi.

Rio de Janeiro Federal Devlet Üniversitesi'nde (UNIRIO) yapılan bir araştırmaya göre, Bolsonaro'nun başkanlık koltuğuna oturduğu Ocak 2019'dan bu yana ülkedeki politik şiddet yüzde 335 arttı. Bu süreçte siyasi parti üyelerine yönelik 1209 saldırı gerçekleşti. Buna, 2022'de suikast sonucu hayatını kaybeden 45 parti lideri dâhildi.

İnsan hakları alanında çalışan sivil toplum kuruluşları Justicia Global ve Terra de Direitos tarafından yürütülen bir başka araştırmaya göre de seçim sürecinde, ilk turun gerçekleştiği 1 Ağustos-2 Ekim 2022 arasında, siyasi parti üyelerine yönelik 121 politik şiddet vakası gerçekleşti. Bu da ortalama olarak iki günde bir şiddet vakası yaşandığı anlamına geliyordu. Araştırmaya göre bu süreçte politik şiddete maruz kalanlar ağırlıklı olarak solculardan oluşuyordu. Özellikle de Lula'nın partisi olan PT (İşçi Partisi) ve PSOL (Sosyalizm ve Özgürlük Partisi) üyeleri, şiddetin öncelikli hedefleriydi. Her başkanlık seçiminde aday göstermesine rağmen PSOL'un 2022 seçimlerinin ilk turunda aday çıkarmayarak Lula'yı desteklediğini, hatta bu yüzden PT'ye mesafeli olan Brezilyalı sosyalistler tarafından eleştirildiğini de hatırlatalım.  

Toplumsal eşitsizlik ve siyasal kutuplaşma

Böylesine yoğun bir şiddet ortamında gerçekleşen seçimler üzerine yapılan analizler, ister istemez kutuplaşma meselesine odaklanıyor. Buna göre seçimlerde sadece iki aday değil "iki Brezilya" karşı karşıya gelmiş durumda.

İki farklı Brezilya'yı görebilmek için sadece başkanlık seçimlerinin ilk turundaki oy dağılımı haritasına bakmak yeterli. Ancak kutuplaşma sürecine direnen, bu iki Brezilya'nın ötesinde, eşitlikçi, özgürlükçü ve kapsayıcı bir Brezilya inşa etmek için politika yapan toplumsal muhalefet aktörleri olduğu da unutulmamalı.

 

Öncelikle belirtmek gerekir ki gerçekten de toplumsal ve siyasal bir bütün olmaktan çıkmış, sert bir ayrışmaya dayanan PT taraftarlığı (petista) ve PT karşıtlığı (anti-petista) ekseninde kutuplaşmış bir Brezilya var karşımızda. Son dönemde gittikçe yoğunlaşan bu siyasal kutuplaşmanın sınıfsal ve etnik temelleri de var. Haritada görülebileceği gibi, ülkenin kuzeydoğusunda, ağırlıklı olarak Afro-Brezilyalılardan oluşan en yoksul kesimlerin yaşadığı daha kırsal bölgelerde PT oyları kemikleşirken, sanayileşme ve gelişme düzeyinin görece yüksek olduğu batı ve kuzeybatıda Bolsonaro üstünlüğünü koruyor.

Bu tabloya bakılarak, genellikle Bolsonaro'nun "beyaz ve zengin" Brezilya'yı, Lula'nın ise "siyah ve yoksul" Brezilya'yı temsil ettiği bir başkanlık yarışı tasvir ediliyor. Genel görüntü bu yönde olabilir ancak sınıfsal açıdan mesele göründüğünden daha karmaşık. Bolsonaro'nun da oy alabildiği yoksul kesimler (özellikle büyük kentlerde yer alan, son dönemde muhafazakârlaşma eğiliminin arttığı gecekondu mahalleri, yani favela'lar) olduğu gibi Lula'yı destekleyen sermaye kesimleri de (özellikle ihracatçı sektörler) var.

Kutuplaşmanın sınıfsal temellerini anlamak için 13 yıllık PT iktidarı (2003-2016) boyunca uygulanan Bolsa Família gibi sosyal yardım politikalarının sonuçlarını görmek gerekiyor. Bu politikalar, ülkedeki gelir dağılımı eşitsizliğini belirgin biçimde iyileştirdi ve en yoksul kesimlerin hayat standartlarının yükselmesiyle "yeni bir işçi sınıfı" ortaya çıktı.

Latin Amerika genelinde sol hükümetlerin hayata geçirdikleri, gelirin yeniden dağılımını hedefleyen politikalar mevcut sınıf yapılarına dokunmasa da yoksul gençlerin eğitim ve sağlık olanaklarına kavuşarak kendilerini daha iyi ifade etmelerine ve siyasete atılmalarına imkân tanıyor. Böylelikle, Brezilya gibi yerel siyasette katılımcı mekanizmaların etkin olarak kullanıldığı ülkelerde, bu gençlerin kendi gelecekleri hakkında söz sahibi olmalarını sağlayan demokratik bir alan açılıyor.

Diğer yandan, bu süreçte çoğunlukla sabit gelirlilerden oluşan orta sınıflarda yeniden bölüşüm politikalarına yönelik bir tepki gelişiyor. Bu politikaların ekonomik krize yol açtığı ve yolsuzluğa neden olduğu inancı ve ülkeyi "Küba gibi komünist yapacağı" kaygısı, yoksulların kazanımlarına yönelik bir "sınıf nefreti" doğuruyor. Büyük sermaye gruplarının elinde bulanan ana akım medyanın manipülasyonu da bu muhafazakâr kaygıların şekillenmesinde etkin rol oynuyor.

Kimin hikâyesi?

Bolsonaro, tam da bu kaygıların üstüne gitmiş, ülkedeki tüm sorunlardan solcuları sorumlu tutan, ayrıştıran ve hedef gösteren söylemlerle iktidara gelmişti. Bugün de aynı kutuplaşmadan beslenmeye devam ediyor. Belki aynı strateji ile bir kez daha seçilemeyecek ama PT karşıtı tabanı solculara karşı kışkırtmaya ve harekete geçirmeye devam edeceği aşikâr.

Siyasal kutuplaşma bu denli keskinleştiği zaman, seçimler ve genel olarak siyaset, sadece kazananlarla kaybedenlerin yer aldığı bir meydan savaşına dönüşüyor. Kazanmak için her yolun meşru görüldüğü, gerçek ve ortak sorunlardan ziyade yapay gündemlerin öne çıktığı, mağduriyetlerin yarıştırıldığı, demokrasinin gitgide işlevini kaybettiği, geleceğin iyice belirsizleştiği bir ortamda buluyoruz kendimizi.

Türkiye'den de aşina olduğumuz bu ortam, siyasetçilere, demokratik kurum ve süreçlere yönelik bir güvensizliği besliyor. Toplumsal hareketlerin tarihsel olarak her zaman çok güçlü olduğu Latin Amerika ülkelerinde, toplumsal muhalefet aktörleri, etkin grev ve protesto eylemleri düzenleyebiliyorlar. Böylelikle sokaklar ve meydanlar, demokratikleşme talebini canlı tutmaya devam ediyor. Tabandan gelişen bu hareketler içinde farklı kesimlerden insanlar, kendi dertlerini ve taleplerini dile getirebilecekleri, kendi hikâyelerini anlatabilecekleri bir zemin inşa etmeye çalışıyorlar.

Bu zemin yeterince güçlü olmadığı zaman, sıradan insanların sesleri yerine sadece liderlerin söylevleri duyuluyor. İnsanlar içine doğdukları toplumu/dünyayı kendi çabalarıyla, kolektif mücadele ile değiştirebileceklerine inanmadıklarında bir liderin gelip onları kurtarması ve tüm sorunları çözmesi daha makul bir seçenek olarak beliriyor. Hele de Bolsonaro gibi "Mesih inancına" dayanarak kendilerini "seçilmiş insanların seçilmiş önderi" olarak sunan liderler, karmaşık dünyayı sıradan insanlar için basitleştiriyor ve tüm meseleyi iki seçeneğe indirgiyorlar: Ya "biz" ya da "onlar".

Sınıfsal eşitsizlik ve ayrıştırıcı retorik, kutuplaşmaya neden olan en önemli unsurlar olarak öne çıkıyor. Ancak bu iki unsur kutuplaşmanın boyutlarını anlamak için yeterli değil. Sıradan insanların "biz" ve "onlar" ayrımına dayalı antagonist anlatıları neden ve nasıl benimsediklerini anlayabilmek için iki tarafın da hikâyelerini dinlemek gerekiyor. Bu da elbette kolay bir iş değil.

Lula da Silva, Brezilya'nın en yoksul kesimlerinden gelen ilk devlet başkanıydı ve kendisiyle aynı şartlarda yaşayan insanlara yeni bir hikâye sunmayı başarmıştı. Ancak Lula'nın anlatısına dayalı siyaset (Lulismo) güçlendikçe karşısında bir başka anlatı şekillenmeye başladı. Buna göre Lulismo'nun hegemonik bir proje olarak pekişmesi, Brezilya'yı yaşanmaz hale getirecekti. PT iktidarında Brezilya, tıpkı Venezuela gibi adım adım krize ve kaosa sürüklenecekti. Son seçim sonuçları gösteriyor ki Lula iktidara geri dönse de bu anlatı Bolsonaro'nun öncülüğünde şekillenmeye devam edecek.

Önümüzdeki süreçte "iki Brezilya"nın hikâyesini bol bol dinleyeceğiz. Diğer yandan kendi anlatılarını kendileri kurmaya çalışan, başka bir dil kullanmaya özen gösteren, derin kutuplaşma ortamında kendi çabalarıyla özerk bir politik alan açmak için uğraşan yerlilerin, siyahların, kadınların, LGBTİQ+'ların, öğrencilerin, işçilerin ve topraksızların hikâyelerine de kulak vermek gerekiyor.

Esra Akgemci kimdir?

Esra Akgemci, Lisans eğitimini Hacettepe İktisat (İngilizce), yüksek lisans ve doktora eğitimini Ankara Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümünde tamamladı. ABD, Meksika, Şili ve Brezilya’da lisansüstü araştırmalarda bulundu.

Kâzım Ateş ile birlikte Dünyanın Ters Köşesi Latin Amerika: Tarih, Toplum, Kültür (İletişim, 2020) adlı kitabı derledi. Selçuk Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde doktor öğretim üyesi. ODTÜ Latin ve Kuzey Amerika Çalışmaları programında yüksek lisans dersleri veriyor.