Ersan Şen

25 Haziran 2012

Casus Belli

Ülkemiz; birisi münferit (Ege Denizi’nde yapılan bir tatbikat sırasında askeri gemimize açılan dost ateşi ve Mavi Marmara...

 

Ülkemiz; birisi münferit (Ege Denizi’nde yapılan bir tatbikat sırasında askeri gemimize açılan dost ateşi ve Mavi Marmara adlı gemiye uluslararası sularda yapılan saldırı sonrasında) ve diğer ikisi süreklilik arz eden iki “casus belli” (savaş sebebi) olabilecek ve bunlardan en azından ikincisi yönünden net bir hukuka uygunluk nedeni kabul edilen (gerçekleştiğinde fiildeki hukuka aykırılığa ve suç haline son veren) meşru savunma adlı durumla karşı karşıyadır. İlki, Suriye tarafından askeri uçağımızın düşürülmesine verilecek cevap ve ikincisi de terör örgütü tarafından kaçırılan kamu görevlileri ile insanlarımızın kurtarılması ve Ülkemiz sınırlarında bulunan askeri karakollarımıza Irak'tan gelen saldırılara karşı yapılacak meşru savunmadır.
 
1- Suriye meselesi; gerçekten de soğukkanlı olmak gerekir. Bir taraftan Suriye'nin, hava sahasını ihlal eden uçağımızı düşürdüğüne dair cevabı ve diğer taraftan da Türk Hükümeti'nin, test ve eğitim amaçlı uçan askeri uçağımızın uluslararası sularda düşürüldüğüne yönelik beyanıdır. Ancak gerçek olan Türkiye'nin, bir sınır komşusu olan Ülkenin iç işlerine yönelik isteyerek veya istemeyerek aldığı veya almak zorunda bırakıldığı pozisyona Suriye'nin düşmanca gösterdiği tavır ve tepkidir. Türkiye için her zaman bir hayal olan "komşularla sıfır sorun" politikasının yürüyemeyeceği ortadadır. Şimdi Türkiye, ya Suriye'nin bu tavrını bir casus belli, yani savaş sebebi sayacak ya da NATO üyesi olması sebebiyle konuyu NATO gündemine ve belki de eş zamanlı Birleşmiş Milletler Örgütü'ne taşıyacaktır. Ancak bir tahriktir veya değildir, sıcakkanlı hareket etmek yerinde olmayıp, serinkanlı ve hatta soğukkanlı bir yol ve üslup izlemek gerektiği söylense de, hiçbir bölgesel güç bu şekilde bir davranışla karşı karşıya bırakılamaz. Kim ne derse desin Türkiye müttefikleri veya düşmanları tarafından bölgesel sorunların içine çekilmektedir. Gördüğümüz kadarıyla, Türkiye'nin de bu sorunların dışında kalmaya imkan ve niyeti yoktur. En azından, bir kısım uluslararası desteğe de sahip terör, iç ve dış güvenliği tehdit eden unsurlar Ülkemizi rahatsız etmeye devam ettikçe ve ettirildikçe, bu sorunlar tarafımızdan kökünden çözülmedikçe, yanı başında ortaya çıkan sorunları Türkiye'nin tek başına inisiyatif almak suretiyle barışcıl yöntemlerle çözüme kavuşturabilmesi mümkün gözükmemektedir.
 
Türkiye’nin beyanına göre, uluslararası sularda düşürüldüğü veya bir an için kimliği belli olan askeri uçağımızın Suriye hava sahasına izinsiz girişi olmuşsa bile uyarı yapılmaksızın düşürülmesinin, bugüne kadar gerçekleşen benzer olay ve teamüller karşısında kabul edilebilir bir yanının olmadığı tespiti ortadadır. Bu durum karşısında Türkiye’nin, misilleme dahil olmak üzere casus belli aşamasına varan nedenlerinin varlığı ortadadır. Esas itibariyle Türkiye Cumhuriyeti, askeri uçağa düzenlenen bu düşman saldırısına anında cevap verme ve misillemede bulunma hakkına da sahip idi. Ancak olayın gerçek sebebini anlamak ve beklenmeyen sonuçlarla muhatap olmamak adına sıcak tepki vermeyen Türkiye, pek muhtemel saldırıya, saldırı anına ve saldırının hemen sonrasına yönelik karşılık verme hakkını kaybetmiş gözükmektedir.
 
Bu aşamadan sonra Türkiye; bir bölgesel güç olarak bu nedenlere dayalı tek taraflı mı hareket edecek midir, yoksa meseleyi üyesi olduğu uluslararası örgütlere mi taşıyacaktır ya da Suriye ile ikili ilişkiler yoluyla (çünkü komşu bir ülke ile çıkan sorunla ilgili arabulucuya ihtiyaç olmayacaktır) sorunu çözmeye mi çalışacaktır veya diplomatik ve askeri açılardan meseleyi zamana bırakıp Uluslararası Hukukta mı soruna çözüm mü arayacaktır göreceğiz. Kanaatimce, bölgesel güç iddianız varsa önce karşı ülke ile ikili temas ve sonrasında tek taraflı hareket en doğru olanıdır. Uluslararası Hukuk ve ilişkiler, belli bir egemen güç ile tarafsız ve eşit uygulanan hukuk sisteminin olmayışı nedeniyle daha çok bireysel gücün ve dengelerin ön planda çıktığı bir anlayış ve kabulle işlemektedir. Bu kabulde dostluğun, istikrarın ve haklılığın yeri olmayıp, tek taraflı veya ortak çıkarlar öne çıkmaktadır. Ülke olarak gerektiğinde hakkınızı ve yetkinizi bazı sonuçları da göze almak suretiyle kullanmak zorundasınız. Aksi halde, hem içeride ve hem de dışarıda inandırıcılığınız ve pozisyonunuz zayıflar, hatta kayba uğrayabilir. Ulusal menfaatlerin, insanımızın, egemenlik haklarımızın ve Ülke bütünlüğümüzün korunması ile sair başka yarar ve menfaatleri birbirine karıştırmamak gerekir. İlki, tam bir kararlılık, politik duruş ve gerektiğini duraksamaksızın bunları uygulamaya koyma iradesini ister. Çünkü ulusal menfaatlerimiz, insanlarımızın hayatları, egemenlik haklarımız ve Ülke bütünlüğümüz, korunması gereken yararların en tepesinde bulunmaktadır.
 
2- Terör örgütü tarafından kaçırılan kamu görevlileri ve insanlarımız ile yabancı topraklardan Ülkemize yönelik saldırılara karşı sıcak takip ve meşru müdafaa hakkımızın tek taraflı kullanımı; Ülkemiz uzun süredir terörle uğraşmakta, terör suçlarının ve terör amaçlı işlenen suçların önüne geçmeye ve bunlardan işlenenlerin tespiti ile faillerin yakalanıp cezalandırılmasına çalışmaktadır. Bu konuda henüz başarıya ulaştığımız söylenemez. Askeri, polisiye, siyasi, hukuki ve sosyal alanlarda bazı olumlu sonuçlara ulaşılsa da, özellikle dış destek, komşu ülkelerin sınırların korunması konusunda yetersiz veya isteksiz davranmaları, zamanla ırk esaslı milliyetçilik içeren kalkışma hareketleri, maalesef bu konuda başarıya ulaşmamızı engellemekte ve sorunu içimizi acıtarak devamına neden olmaktadır. Devlet olmanın en önemli göstergesi, ülke üzerinde yaşayan insanların can ve mal güvenliklerini koruyabilmek ve bu konudaki inancı tesis etmektir. Bu tespit, kaçınılmaz bir doğrudur. Aksi halde, hukuk kurallarının işleyişi, insanın özgür irade kullanımı, ifade hürriyeti, yerleşme ve seyahat hürriyeti, en önemlisi de güvenli yaşam hakkı tehlikeye düşecektir.
 
Son duruma göre ise, terör eylemleri sonucunda kamu görevlilerinden (asker, öğretmen ve kaymakamdan) oluşan insanlarımız ve bazı vatandaşlarımız kaçırılmış olup, henüz kurtarılamamışlardır. Devletin gücünü ve vatandaşına verdiği taahhüdü zaafa uğratan bu durum bir an önce sona erdirilmelidir. Devlet, ülke üzerinde yaşayan insanlara can ve mal güvenliğinin sağlandığı ve korunduğu garantisini vermek ve bunu da göstermek zorundadır. Devletin yaşayacağı en büyük zafiyet, milletten aldığı kamu kudretini kullanım yetkisini kullanamaması ve bu konuda güç kaybetmesidir. Kamu kudreti kullanım yetkisine sahip devletin, bu yetkisini bazı kişi, olay ve yerlerde tam ve hatta aşırı kullanması, onun ülkenin tümü üzerinde eşit ve adaletli bir şekilde egemen güç olan milletin temsilcisi olduğunu ve eksiksiz bir şekilde kamu kudretini kullandığını göstermez. Bu sebeple devlet, ülke üzerinde hiçbir yer, kişi ve olay ayırımı yapmaksızın insanlarının can ve mal güvenliklerini koruyup kollamalıdır. Vatani görevini yapan, kamu hizmeti sunan, ülkenin cadde, sokak ve yollarında seyahat eden ve hayatlarını sürdürüp de kaçırılan insanlar ile yakınlarının öğrendiği ve bildiği tek doğru, ülke üzerinde yaşayan tüm insanların can ve mal güvenliklerin devletin garantisi altında olduğu gerçeği ve inancıdır. Devlet bu gerçeği ve inancı görmek ve sarsılmasına izin vermemek zorundadır. Bu Ülkenin vatandaşı olan veya bu Ülke üzerinde bulunup da kaçırılan ya da kaybolan tüm insanların akıbetlerinin ne pahasına olursa olsun araştırılması ve Dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar sağ salim bulunmaları, hukuk devletinden beklenendir. Devlet, insanların bu beklentisine cevap vermelidir.
 
Ülkemiz sınırlarında bulunan bazı askeri karakolların uzun yıllardır saldırıya uğradığı ve bu saldırıların yabancı destekli veya en azından komşu ülke sınırlarından gerçekleşen sızmalarla meydana geldiği tartışmasız bilinmektedir. Bu durumda, bırakalım “casus belli” nedeni teşkil etmeyi, saldırıya uğrayan ülkeye, saldırıda bulunanları sıcak takiple yakalama ve gerektiğinde saldırıda bulunanlara kucak açan ülkeye karşı meşru savunmada bulunma hakkını verir. Çünkü her ülke, devleti eliyle iç ve dış güvenliğini sağlayıp korumak ve bunu bozmaya kalkışanlara ve bozanlara karşı savunmada bulunma hakkına sahiptir. Sınırlarını korumak zorunda olan Türkiye Cumhuriyeti, bu konuda karakol sistemini, karakolların bulunduğu yerleri, konumlarını ve inşaat kalitelerini tartışmayı bir kenara bırakıp, öncelikle Ülke sınırlarına yönelik ihlaller konusunda ne yapacağını ve nasıl cevap vereceğine karar vermelidir. Bu konu, artık endişe verici bir boyut kazanmış, milli yararlarımızı tehdit etme aşamasına gelmiş, kamu görevlilerimizin ve insanlarımızın can ve mal güvenliğini sağlama noktasında devletin zafiyetin yaşadığı yönünde bir görüntü oluşmasına neden olmaya başlamıştır. Uluslararası Hukuk kurallarına göre, ülke sınırlarını tehdit edilen, sınırdan sızmalarla saldırıya uğrayıp da saldırı sayısı sürekli artan, bu nedenle insanlarının can ve mal güvenliğini sağlamakta güçlük çeken bir devlet, her durumda sınırlarının güvenliğini sağlamayan devleti uyarmak, saldırganları yakalamak amacıyla sıcak takip yapmak ve meşru savunma hakkını kullanmak yetkisine sahiptir. Saldırıya uğrayan devlet, sınır güvenliğini sağlamayan ve bu konuda yeterli çabayı göstermeyen veya gösteremeyen devletin yerine gerekli tedbirleri almaya hak sahibidir. Sınır güvenliğini sağlamayan ve korumayan komşu devletin bu davranışlarına kötü niyetli olarak devam etmesi halinde ise, bu durumun saldırıya uğrayan ve sürekli saldırı tehdidi altında bulunan devlet için bir “casus belli/savaş nedeni” oluşturacağı tartışmasızdır.