Son yolsuzluk operasyonu ile gündem altüst oldu ve ortaya çok çeşitli komplo teorileri atıldı. Son günlerde hemen her köşe yazarı bu konuda düşünce açıklıyor. Yandaş medya ise tüm olanaklar ve yandaş yazarları ile ortaya dökülen yolsuzlukların üzerini örtmeye, hedef saptırmaya ve manipulasyon yapmaya çalışıyor.
Hükümete ve yandaş kalemlere göre, “Türkiye’yi bölgede zayıflatmak isteyen ABD ve İsrail’in iç taşeronlarla yaptığı bir operasyon bu.” Bunlara göre, çünkü Türkiye “aşırı gelişmişmiş.(!)”
Türkiye’deki her iç gelişmede, Gezi direnişinde olduğu gibi, fatura “kökü dışarıda olanlara, faiz lobilerine ve onların içerdeki temsilcilerine” çıkarılıyor. Yani öyle ki tüm dünya, AKP’lilerin deyişiyle neredeyse Türkiye’nin “büyümesini, koşar adımlarla gelişmesini, istikrarını” istemiyor ve ona karşı sürekli uluslararası komplolar hazırlıyor. İşin ilginç yanı bunların kendilerini Türkiye ile halkla (onlar millet diyor) özdeşleştirmiş olmaları. Kendi çıkarlarına aykırı olan bir gelişme, Türkiye’nin çıkarlarına da aykırı bunlara göre.
Oysa gerçekte, nesnel bakan herkesin göreceği gibi, Türkiye bölgede ve dünyada zaten güçlü değil; AB üyeliği yolunda tökezlemiş, etrafında neredeyse düşman olmadığı komşu yok, dış politikada zerre kadar itibarı kalmamış. Yakında Erdoğan’ı davet edip ağırlayacak ülke kalmayacak.
En son yapılan yolsuzluk operasyonu sonrası AKP hükümeti, Fetullah Gülen cemaatine yakın polis ve yüksek düzeydeki bürokratlara yönelik tasfiye başlattı. Ancak dış basında da dile getirildiği gibi, bu iş göründüğü kadar kolay değil. Yıllardır devletin içinde örgütlenmiş, dünyanın dört bir yanında ilişkileri, okulları olan bir cemaati böylelikle dize getirmek hemen olası değildir.
Bu hesaplaşmadan demokratik bir ülke çıkmaz
İki yanlış bir doğru etmez, bu hesaplaşmadan demokratik Türkiye çıkmaz. Sonuçta kim kazanırsa kazansın bu iki grubun da demokratik gelenekleri, uygulamaları ve projeleri yok. Aksine Osmanlıdan gelen şeyhçi,cemaatçi, tek lider geleneğine mensupturlar; bunların her ikisi de din kavramını siyasal çıkarlar ve amaçlar için kullanmaktadır.
Türkiye’de toplumun genelinde yaşananlara bir tepkisizlik bir kanıksamışlık, umursamazlık olduğu uzaktan bile görülebiliyor. Başka bir ülkede olsa halkı sokağa dökebilecek bir olay, ancak dedikodu olarak ya da ikili muhabbetlerde dillendiriyor. Tepki verenler ise, her zaman olduğu gibi demokratlar ve devrimciler sadece.
“Türklerde düşünce özgürlüğü hiçbir zaman gerçekleşmemiştir. Bunun temel nedeni, Türklerde otoritenin yani devletin kutsal bir yapı olarak şekillenmesidir. İlk Türk devletlerinden günümüze kadar, Türklerde ‘devlet insan için değil, insan devlet içindir.’ anlayışı kök salmıştır... Osmanlılarda düşünce alanında bir durgunluk ve tutuculuk egemendir. Osmanlılarda tasavvuf ve tarikatlar da özgür düşüncenin gelişmesini ve sivil toplumun oluşmasını engelleyen faktörlerdendir. Katolik dininin egemenliğine karşı daha esnek Hıristiyan mezhepler ortaya çıkmış ve dinsel özgürlük istemi, siyasal özgürlük mücadelesine dönüşmüştü. Bu mücadele sonucunda da devletin birey için var olduğu anlayışını savunan doğal haklar kavramı ortaya çıktı. Osmanlı toplumunda ise tutucu ve baskıcı devlet aygıtının yanısıra, cemaatler, mahalle ve tarikatların egemenliği altındaki toplumun da tutucu olması, özgür düşüncenin ve sivil toplumun gelişimini önleyen önemli faktörlerden birkaçı olmuştur. Türkiye’de Cumhuriyet döneminde de düşünce özgürlüğü gelişemedi. Türkiye Cumhuriyeti devletinde de, ‘devlet kutsaldır, devlet insan için değil, insan devlet içindir.’ anlayışı sürdü.” (Erol Anar: İnsan Hakları Tarihi, s. 277-278)
Türkiye’de partilerin çoğu da cemaat yapısında örgütlenmişlerdir. Bunların çoğunda aynı cemaatlerde olduğu gibi tek lider egemendir. Bu partilerde lider şeyh gibidir ve düşünce özgürlüğü yoktur, lidere karşı çıkan kendisini dışarıda bulur. Liderin sözü partinin en uç kademelerine kadar birer ayet gibi tartışılmaz olarak algılanır. Bu, illegal yapıların çoğunda da böyledir.
Her geçen gün tek liderin egemenliğinde diktatörlüğe doğru seyreden bir AKP yerel seçimlerde yine aşağı yukarı yüzde 40-50 civarında bir oy alabilir. Ancak her zaman iktidara gelmek, seçimde başarı elde etmek meşru bir iktidar olmak anlamına gelmez.
AKP = Tayyip Erdoğan’dır
“Operasyon AKP’yi mi Tayyip Erdoğan’ı mı bitirmeye yönelik” sorusuna gelince, AKP = Tayyip Erdoğan’dır. Erdoğan olmazsa, AKP de olmaz. Tıpkı Ȍzal’dan sonra erimeye başlayan ANAP’ı ve Ecevit sonrası DSP gibi.
AKP ve yandaş medya iste bunun için Erdoğan’a sahip çıkıyor. Çünkü o olmazsa, kendilerinin de olmayacağını iyi biliyorlar. İşte bunun için “faiz lobisi, istikrarı ve büyümeyi istemeyen dış güçler” diyerek hedef saptırıyorlar her zaman yaptıkları gibi.
Şimdiye dek medyada bu kadar gücü olan, elinde televizyonları, ne olursa olsun savunan köşe yazarları ordusu ve gazeteleri olan bir hükümet görülmedi. Ve yine bu kadar muhalif gazetecinin işinden kovulduğu bir döneme de rastlanmadı.
Bunu umarım ısrarla AKP’ye “AK Parti” diyen “demokrat” yazarlar da anlamıştır.
Türkiye’de iktidarda olup da yolsuzluğa bulaşmayan kaç parti vardır? Daha önce de Demirel, Ȍzal, Mesut Yılmaz, Tansu Çiller’in ve diğerlerinin yakın çevreleri de zengin olmadı mı? CHP’li bazı belediyelerde de büyük vurgunlar yapıldı. Bunlar yaptıklarının bedellerini ödediler mi? Peki ya gemicik sahibi olan çocuklar? Bu dosya da da böyle olacaktır. Çalan çaldığıyla kalacak, arada birkaç kurban verilecektir. Böylece sistem aynı şekilde devam edecektir.
Sonuç olarak devlet içindeki farklı çıkar grupları bir egemenlik savaşı vermektedirler. Tek liderlerin egemen olduğu iki cemaat arasındaki bu kavgadan demokrasi çıkmaz. Ama ortaya çıkan yolsuzluklar, pislikler bir ölçüde de olsa gerçeklerin ortaya çıkması adına yararlıdır. Bunlar sistemi temizlemeye yetmese de...
Denildiği gibi bu çatışma, kavgada kaybeden Türkiye olmaz; kaybeden çıkarları elinden giden kesim olur. Onun için bu kavganın sürmesi, hatta şiddetlenmesi Türkiye halklarının yararınadır.
Paralel devlet var mı?
Son zamanlarda devlet içinde devlet, ya da paralel devlet olduğundan söz ediliyor.
Cemaatin, Kürt sorunun barışçıl çözümüne yönelik bir projesi yoktur. Peki AKP, Kürt sorununun çözünü gerçekten istemekte midir? Devlet içindeki farklı örgütlenmeler ve gruplar temel konularda farklı düşüncelere sahip değillerdir. Belki aralarında nüans farkları vardır. Bunların hiçbirisi aslında Kürt sorununun gerçekçi çözümünü istememektedir ve Kürtlere karşı aynı düşünceleri savunurlar: “Tek dil, tek devlet, tek millet vb...” AKP, Ȍcalan’la, o da BDP ile görüşmektedir, ancak bugüne kadar muhataplarının da defalarca dile getirdiği gibi AKP tatmin edici ve sorunu çözmeye yönelik hiçbir gerçekçi adım atmamıştır.
Bazı yazarların övdükleri, o içi boş, “demokrasi paketine” ne oldu duyan var mı? Dolayısıyla devlet içindeki çeşitli çıkar gruplarının çelişki ve çatışmalarında bir gruptan ya da hükümetten yana tavır almak, sorunun çözümünü beraberinde getirmeyecektir. Ne bu hükümetten demokrasi çıkar, ne de devlet içindeki diğer örgütlü gruplardan. Aslında Kürt hareketi geriye baktığında, eşitlik temelinde bir barış için ne CHP’nin ne de MHP’nin bir projesi olmadığını görüyor. Ve süreci gittiği yere kadar AKP ile devam ettirmek istiyor diye düşünüyorum. Ancak, AKP’den barış ve demokrasi çıkmaz, bunun artık net olarak görülmesi gerekiyor ve bence barış sürecine artık AKP olmadan tek taraflı devam edilebilir. Bilemiyorum ne yapacağına Kürt hareketinin kendisi karar verir.
Dolayısıyla bir paralel devletten söz etmek, sorunu saptırmaya ve özünü anlamamaya neden olmaktadır. Devlet içindeki farklı grupların, Kürtlere, azınlıklara, işçilere, öğrencilere, kadınlara ve diğer toplumsal kesimlere temel yaklaşımlarında hiçbir fark yoktur. Ȍzellikle hükümet ve cemaat açısından bakarsak, gerek AKP gerekse Cemaat, gerekse diğer yapılar, Kürt sorununda çözümsüzlüğü, Ermeni sorununda resmi ideolojiinin yaklaşımını, öğrencileri ve demokratik tepki verenleri “terörist” olarak gören, işçilerin değil patronların yanında, kadınları sokakta değil evde görmek isteyen bir dünya yaklaşımını paylaşmaktadırlar. Bunların hepsi belirttiğim gibi, “tek millet, tek dil, tek din...” anlayışıinı savunmaktadırlar. Bunlar arasındaki nüanslar teferruattır.
“İleri demokrasi”den polis devletine gelindi. Hatta gerektiğinde kendi çıkarları için polisi de feda etmekten kaçınmıyorlar. Ancak mağdur edebiyatı eskisi gibi iş yapmıyor. Sürekli yeni mağdurlar oluşturan bir sistemi yürütenlerin, mağdur olduklarından söz etmeleri artık trajikomik olmaktan öteye gitmiyor.
Ayakkabı kutularıyla imam hatip inşa etmek
Evinde milyonlarca dolar ayakkabı kutularının içinde bulunan banka genel müdürü, bu paranın imam hatip lisesi için ayrılan para olduğunu söylemiş. Belki de paraların konulduğu ayakkabı kutularından bir imam hatip lisesi inşa edecekti kim bilir.... Şimdi yolsuzlukla suçlanan, bir Bakan da Twitter hesabından ayetler göndermiş. Aynı kişi, Londra’da beş yıldızlı bir hotelden Times nehrine bakarak viskisini yudumlarken, aynı anda Twitter’dan Kuran ayetleri gönderiyordu. Keyifle viskisini yudumlarken, aynı zamanda da hem kitlesine mesaj veriyor, hem de belki bir ölçüde günahlarından arınacağını düşünüyordu kim bilir...
Tarihsel olarak baktığımızda genellikle entelektüel, bilim insanı ve yazarların dinsiz, ateist olduğunu görürüz. Yani ateist insanlar genellikle dürüst, entelektüel insanlardan oluşur. Bunların genelde yaşamları da son derece düzgündü ve etik değerlere sahiptirler. Kimseyi soymaz kandırmaz, çoğu dindardan daha etik olarak yaşarlar. Oysa yine tarihe baktığımızda özellikle tek tanrılı dinler adına, kutsallık adına yapılan katliamların, tecavüzlerin, hırsızlıkların hoş görüldüğünü, hatta yok sayıldığını tespit edebiliriz.
Tersine, dünyada yolsuzluk yapanların, kişisel çıkarı için her türlü rezilliği göze alanların çoğu bunu din ya da vatanseverlik adına yaptığını söyler.
AKP’liler hep şöyle derler: “Durmak yok yola devam!”
Tabi gidecek yolunuz kalmışsa artık...