Eren Topçu

19 Ocak 2016

'Oku' diye başlayan kitabı 'okuma' diye noktalayan zihniyet

Hiçbir can, hiçbir uğurda feda olmak zorunda değildir

7 Haziran’dan bu yana defalarca yazmışım, “kaybedecek ne kaldı ki insanlığımızdan başka?” diye.

Kimsenin insanlığına ne oluyor şahsen bilemem, ama o gün bugündür git gide insan kaybediyoruz.
 

Medeniyetimizin başlangıcı ve belkemiği inanç
 

Ölüm korkusudur insan korkusunun en temelinde yatan.

Yaşamak için susabilir insan. Bağırılması gereken yerde; mesela bir bataklığa saplanırken; ses vermezse kendini kurtaracak diğerini bulamayacağını bilse de, bazen nutku tutulur, basireti bağlanabilir korkudan.

Şans eseri biri onu buldu diyelim; korkan insan, yalnız yaşama cesaretine sahip olabilir mi? Değilse ve diğer herkes de korkarak sustuysa, yaşayacak bir topluluk bulabilir mi?

Takip etmeye razıysa, en azından bir kişi bulmuştur şimdilik.

Nedir ‘yaşanacak bir topluluk’, ‘insan’ için?

Hayatta kalmak gibi en temel ve hayvani güdüye indirgenmiş, korkunun hüküm sürdüğü bir ortamda insanlıktan sürgün yaşanacaksa, neden ormanın taze çiğinin altında şempanzeler gibi özgür yaşamıyoruz?

Neden şehirde; medeniyetin göbeğindeyiz?

Amazon ormanlarında rastlanmış bir bataklığın kıyaslanamaz seyri varken ve modern hayatın bataklığına saplanmışken biz, neden medeni olduğumuzu düşünüyoruz?

Medeniyetimizin başlangıcı ve belkemiği inanç.
 

Fakat neye inanırız mesela? Neden inanırız sonra?
 

Sorular arasında geziniyorum.

Daha önce hiç dindar olmadım. İnançlı olduğumu düşünürüm; insanın kültürü boyunca inandığı her şeye birden inanırım. Tanrılara mesela; bütün panteona hatta; kahinlere, dahilere, yaratıcılara, sanatçılara, mühendislere ve doktorlara ve gerçek liderlere de inandığım gibi; ama putperest değilim. Zamanında inandığı için insan onu insan yapan inançların hepsine çocukluğumun inançlarıymışçasına inanarak, beni ben yaptıkları için ayırt etmem onları.

Tanrıların ve tüm bunların ötesinde olan, ve öncekilerin içerisinde yüzdüğü, tümün kumaşına dokunmuş yüce bir bilince inanırım sonra; Allah, God, evrensel zeka, enerji, aşkın bir doğa; nasıl söylemek isterseniz.

Haliyle kendime de inanırım; aklımın sakin olduğu günlerde havada gezinen düşüncelere ve onların içimde yarattığı etkiye inanırım. Bu düşüncelerin ve etkilerin gerisindeki o koca bilincin küçücük benliğimdeki sesini doğru duymayı önemserim.
 

Maymun da benim gibi düşünür mü? İnanmaya ihtiyaç duyar mı?
 

Bazı akıllı adamlar inancın düşünmeyen insan için kolay yol olduğunu söylerler. Katılmıyorum; bilakis, en çok da akıllı insan için zordur inanç.

Bazı inançlı adamlar da, aklı inancın düşmanı sanarlar. Yine katılmıyorum.

Dini metinlerden felsefi metinlere kadar her boyutta, kendi jargonunca tasvir edilerek hep söylenir, “insanı diğer yaratıklardan ayırıp insan yapan düşünmektir.”

Kanımca, insanın ilk dilidir haliyle ilk dinidir düşünce, bilinçten süzülerek tüm inanç ve dinleri, felsefeleri kapsayan o sessiz dil.

İnsanı ormanın kusursuz ahenginde yaşamaktan alıkoyan o nitelik.

Tüm hayatta kalma risklerine rağmen meraklanmaktan kendini alamadığı, ‘hakikati ve kendini bilme isteği’; ‘yasak elma’.

Sorgulanmayan inanç, dinler de dahil insanı yüceltmek üzere oluşmuş tüm insanlık yasalarına aykırıdır.

Bir bütündür Hak-ikat ve bilmek; birinin eksikliğinde varoluşun anlamı eksik kalır.

Varoluşunun anlamını düşünerek arıyor olmasıdır insanı hayvandan ayıran, ama yetmez; inanmalıdır da, en azından, veya en çok da kendisine.

Hayvanlarsa bunu yapmazlar; doğanın kusursuz ahenginde hayatta kalmaktır onların yasası, kendilerini doğaya bırakırlar.

Yine de, hayvan da olsa, insan da olsa, mutlak ortak bir şey vardır:

Hiçbir can, hiçbir uğurda feda olmak zorunda değildir.

Yaşama hakkı ve bu hakkı kendince savunmak insan dahil her canlının doğal anayasasıdır.

Davutoğlu “Akademisyenlerin çağrısı fikir özgürlüğü değil” diyor.

Değil tabii, akademisyenlerin çağrısı ‘hayatta kalma hakkını savunma’ özgürlüğüdür; insan olarak yaşama özgürlüğüdür, insani nefsi müdafaa, meşru müdafaadır; düşünmekse daha sonra, o yaşamla kendiliğinden gelir.
 

Bugün "düşünecekse yaşamasın" diyen bir güçle karşı karşıyayız. O buna 'iman' diyor


Öfke, çaresizlik ve düşmanlık birbirini sonsuza doğru çığ gibi çeviren üç dişlidir. Dönüşü sırasında yaptığı her yeni devirde daha büyük bir öfke, daha büyük bir çaresizlik ve daha büyük bir düşmanlığa dönüşür.

İç savaştır bu. İnsanın içindeki savaş.

İşte bu savaşın git gide kışkırtılmasıyla, savaş dışarı taşar bedenden.

Git gide bireyden aileye ve topluma yayılır düşmanlık. Savaş hayata taşar.

Tersine çevirirseniz öyle de döner dişli çarkı. Dışarıdan içeriye, bireye doğru da sirayet eder.

İnsanın kendisini insan yapan şeye bakması ve dünyaya oradan açılması engellendikçe, öfkeden çaresizliğe ve düşmanlığa düşerek ve git gide devir arttırarak insanlıktan çıkar insan.

İşte toplumların iç savaşları da böyle çıkar.

Bugün vardığımız nokta budur.

*

Demiştik ya; hiçbir uğurda feda olmak ‘zorunda’ değildir hiç bir can.

Varlığının hediyesi olan düşünme yetisi sonucu, varlık sebebini kendi iradesiyle bir amaca armağan edebilir belki insan, ama hiç kimse bir vatan uğrunda ölmek ‘zorunda’ değildir.

Bu yüzden, bu iktidarın tasarrufuyla, her sabah okullarda okunan azınlık topluluklarca öteleyici, ayrımcı hissettirmiş, milliyetçi ve bölüştürücü bulunmuş bir söylemin kaldırılması çözüm sürecinde bir jestti.

Sabah tok karnına tekrar edilen malum kayıt tertemiz dimalarda takılmış çizik bir plak gibi çalmayacaktı. Şahsen karşı olmadığım bir karardı.

Bu iktidar millet olarak bütünleşmeyi teklif etmiş, tabiri caizse 12 Eylül’ün hesabını soracağını vaat ederek yerleşmişti. Pek çok aydın “yetmez ama evet” demişti. Hesap sormak deyince yanlış anlaşılmış belli ki, “Reis” filminin fragmanı da gösteriyor ki sorulacak başka bir hesap varmış.

Vardığımız noktada, bu vatanın eşit bir parçası olamayacaksa bu vatan uğrunda ölmek istemeyen bir topluluk için kendi eliyle doğrulttuğu çözüm masasını deviren bir iktidarla karşı karşıyayız.
 

İnsanca “çocuklar ölmesin” diyen bir öğretmen değil bir ilahiyatçı erkek olabilirdi. Din bir insanlık değeri değil mi?
 

Yaşam bize bağışlanmış olan değil mi? Her şeyin önündeki ilk armağan değil mi?

Kim olarak o armağanı vatana armağan ediyoruz? Kim olarak onu inanca kurban ediyoruz? Allah’ın kurbana ihtiyacı var mı?

Ölen çocuk nasıl insan olacak?

Yaşamın ikinci koşuludur yaşama alanı ve onu sağlayacak kaynaklar. Evimizden cebimize, ailemizden zihnimize, yaşama alanımız tehdit edilirken insan olarak neden varlığımızı vatana armağan ederiz?

Daha yaşayacaktık vatanda?

Erdoğan teröristlerin halkı göç etmeye zorladığını ve arasında tüneller kazılı evlerde teröristlerin mevzilendiğini söylüyor.

Yumurta ve tavuk paradoksuna geri dönmeyelim. Bugün “çocuklar ölmesin” dedirten türlü icraatın sorumlusu aynı iktidar değil mi?

İnsan yaşamının önceliği olmadıkça, ne pahasına olursa olsun, sokağa çıkma ve nefes alma hakkı elinden alınan insanların varlığı ne sebeple bu vatana feda olsun?
 

Bu güç akla cihat açıyor ve bunu da iman sanıyor
 

Böyle söylenince “Ülkemizde bedeni bu topraklarda yaşayan ama ruhu ülkenin değerlerine düşman sayıca az, sesi çok çıkan bir kesim var. Terör örgütü adına kurşun sıkmakla, onun adına propaganda yapmak arasında fark yoktur. Kendi ülkesine yabancıları davet etmek neyin nesidir? Bu mandacı zihniyeti biz çok iyi tanıyoruz” diyor. Kendi teklif ettiği barış ve çözümü talep eden akademisyenleri işaret ediyor.

Düşük eğitimli ya da eğitimsiz kesimi, bu azınlığın onlardan olmadığı, onların düşmanı olduğu mesajıyla bilerken, bu azınlığın karşısında çoğunluk olduklarını söyleyerek onları yüreklendiriyor. Bu azınlığın da terörist olduğunu ima ederek kendisini de mandacı zihniyete rağmen halkıyla birlikte Cumhuriyet savaşı veren Atatürk gibi hissediyor.

Cumhuriyet birleşerek kurulmuştu.

Bugün aynı iktidar, “Yurtta sulh cihanda sulh” demiş bir liderin cumhuriyetinin marş ve söylemlerine sırtını dayayarak, bütün vicdani ve milli duyguları istismar ederek, lağvettiği söylemi insanlığı bölmek için kullanıyor.

Erdoğan akademisyenler için "Devletin ekmeğini yiyip devlete düşmanlık ediyor…" diyor. Bugün akademisyenler için söylenen halk arasında Kürtler için söylenirdi. Erdoğan akademisyenlerin “hak ettiği cezaya çarptırılması gerektiğini” ekliyor; “Ülkesinin bütünlüğüne, birliğine karşı tavır içinde olan kamu çalışanı olamaz, müsaade edemeyiz” diyor.

İnsan olmak dışında taraf olmasak da, kendisinden insanı diğerlerinden ayıran akıl yoluyla uzlaşma yetisinin kullanılması talep edildikçe şiddete başvuran ve bu şiddeti her gerektiğinde bir doz arttıran bir iktidar ve karşısında bir terör örgütüyle karşı karşıyayız.

Göze göz derken herkesin kör olacağı bir iç savaş kapıda.

Ne tuhaftır ki Kürt halkını temsil eden PKK, ertesinde Kürt halkının değil muktedirin ekmeğine yağ süren bir saldırı düzenliyor.

Ardından Erdoğan ‘Müzakere edilsin, insanlar dağdan insin, insin ki çocuklar ölmesin ‘ isteyenlere “dağa çıksınlar” diyor.

Bu teşvik suç teşkil etmiyor.

Aklı ve müzakere gibi yetilerini tamamen hiçe sayan bir iktidarla, güçle, güçlü ile karşı karşıyayız.

Bu güç akademisyenlere ve aydınlara savaş açıyor; akla savaş açıyor.

Bu güç akıl sahibi insana savaş açıyor ve bunu ‘iman’ sanıyor.

‘Oku’ diye başlayan kitabı ‘okuma’ diye noktalıyor.