Eren Topçu

09 Eylül 2013

Barışabilir miyiz?

Gerçek barış için, içimizde hiç bir tercih ve aidiyetimizde hiç bir taraf kalmamış, olana sonsuz bir kabul olmalı; her olay, her şey aynı şekilde eşit, aynı bütünün hareketiymişcesine.

Gerçek barış için, içimizde hiç bir tercih ve aidiyetimizde hiç bir taraf kalmamış, olana sonsuz bir kabul olmalı; her olay, her şey aynı şekilde eşit, aynı bütünün hareketiymişcesine.

Bu halin vakti gelmediği sürece, her türlü duygusal tepki, saf tutuş, her türlü tercih, beğeni ve beğenmeme, yalnızca bunlardan beslenen aynı kuvveti destekleyeceği için, ve o kuvvet zayıf düşmeden barış asla mutlak değil, -bir yerde sönen savaşın öte yanda patlak vereceği gibi- oradan oraya şiddet değiştiren bir dalga olabileceği için.

 

 

***

Orta Doğu’yu kasıp kavuran bir yangın var, bu yangın zihinlerimizin değirmenlerinden taşıdığımız fikirle sönmeyecek. Hele duygusal doğamızın fevri haykırışlarıyla dinmeyecek bile.

Ülkeyi kasıp kavuracak bir yangın var, Roboski yok sayılıyorken adım atan halkımıza rağmen Barış Süreci’nin vaatleri yerine gelmeyecek. Bir vicdani redci “İnsanlığın savaş değil, barış eğitimine ihtiyacı olduğunu düşünüyorum.” derken, ana dilde yapılamayacak barış eğitimi bile, ne kadar istense de.

İçimizin ormanında çıkan bir yangın bu aslında, gökkuşakları oluşturamayacak olan gözyaşlarımızın ardından.

***

İdeal ortak ve bir tek: Barış.

Fakat standard her koşulda çoklu, dolayısıyla mutlak barış için engelli. Gün bu denli değişken ve duruş çifte standartlıyken, arkasında durmak ne mümkün?

Ağaç adına verilen bir kavganın ardından -ki toprağa kök salmış, göğe uzanan dallarıyla yukarıdan aldığını köküne indiren, ışık ve karanlık arasındaki köprü, insanın varoluş amacının sembolü ağaç-, savaşa sessiz kalırsa aynı kalabalık, gökkuşağından merdivenler boyayarak uzanabilir mi barışa?

Kim bilir, belki de bu tür şakacı bir sessizliktir çözüm.

‟Savaşsız bir dünyanın öncüleri askeri hizmeti reddeden gençler olacak.” demiş Einstein; Onur Erden askerliğe hayır dediği için yalnız yatar hücresinde, kampanya ne okunur ne paylaşılır ne de imzalanırken hakikaten tütebilir mi bir gün barış çubukları? Sanmıyorum, kayıtsızlık olamaz çözüm.

Kadıköy’de Barış Günü kutlanıyor, el ele;

Yaş aralığı 35-60.

BDP kortejleri giriyor Rıhtım’a. Zincir alkışlıyor, ‟yaşasın halkların kardeşliği” diye, henüz herşey şahane.

Apo bayrakları başlıyor ikinci kortejde, duraksanıyor önce, yine de sağlam tahammül.

Dördüncü kortej tonu yükseltiyor, ‟Barışın elçisi İmralı’da yatıyor, Apo’ya özgürlük!” dediği gibi zincirden boşanıyor eller.

Terk edenler gidenler, barış hattı yerle bir.

Niye?

Bu kadar çabuk mu bitmeli tahammül, koca bir topluluk onlarca yıldır sessizken?

Üstelik tahammül, süreli bir hal, oysa süreli olabilir mi mutlak barış?

Düşünüyorum, beraberdik Gezi’de. Yasaklar ve kurallar, sınırlar ve silahlar yokken içimizde, korkular da erimişti anlayışın koşulsuzluğu ve kabulün sınırsızlığında, gerçekten barışmıştık o zaman.

‟Vaadler yerine getirilmezse…” diyor Kürtler, ‟…eylemlere başlarız!”

Tamam başlayalım, ateşkesi kesmek neden?

Başka türlü çözülemez mi, daha yeni barışmışken?

Ne kadar hızlı kaçıyoruz barıştan, ne kadar hızla varıyoruz savaşa.

Koşullu bir tahammül hepimizde, oysa koşullu olur mu gerçek barış?

 

***

Belli ki henüz salt hakiki ve mutlak barıştan söz edemiyoruz, beraberinde savaştan da söz edelim.

Türkiye, Mısır ve Suriye üçgeninde gezinmek yeter nabız tutmaya.

Bir gün gelse, Gezi ve Kürtler el eleyken ayrılsak meydanlara?

Devlet ya da ordu, müdahale etse bir terörist meydana?

Gün gelse molotof  kokteylleri patlasa sokaklarda, sokaklar keskin nişancılarla dolsa ve biz iç savaş görsek, burunlarımızı çıkaramasak kapıdan, misal bu ya, gücümüz de yetecek olsa, söz verebilir miyiz hep birlikte ‘müdahale etme ordu, git!’ demeye?

Çok azalırız ama barışabiliriz belki o zaman.

Veremezsek, koşullarını bilemediğimiz bir ülkede, halkın büyük yüzdesinin geçit verdiği darbeye dogmatik bir fobi ile yaklaşmak içten olur mu?

Bir kaç adım sonrası Suriye. Yine çok azalırız ama barışamayız bu kez hiç.

Madem azalacağız, barış da gelmeyecek, Orta Doğu’nun yanında yer alalım, Suriye, Mısır, Türkiye, terörü besleyen emperyalist darbeye karşı birlikte duralım demek de bir seçim.

O halde değiştirelim açıyı;

diktatör ve faşist Esad’ın, orducu Mısır liberalleri’nin yetkilendirdiği Mısır askerinin, veya Suriye’nin, ve hatta Orta Doğu’nun da bir kurtuluş savaşı olabilir mi?

Ordu, iç savaş veya savaş yolu ile oluşacak üç katliam arasında yapacağımız seçimle gelir mi barış?

Razı gelmiyorsa gönlümüz hiç bir türlü katliama, katliamlara yol açarak kazanılmış Kurtuluş Savaşlarını kutlayabilir miyiz güle oynaya, kansız olmuş mudur yer yüzünde hiç bir kurtuluş?

Ya da nedir kurtuluş, sınırlarla çizili bir hürriyet var mıdır?

Aslında yoktur.

Hâl buyken, neredeyse Mısır kadar hızlı kaçıyoruz barıştan, Suriye kadar hızla varıyoruz savaşa.

 

***

Hakikatten söz edeceksek çifte standardla yaklaşamayız ona.

Hakikat tek. Ne akademik, ne siyasi ne de zihinsel söylemlerin sırtını sıvazlamıyor, günün duygusal çırpınışlarını beslemeden yürüyüveriyor zamanda kendi yolunu.

Kendi gerçeğimizle doğrumuza konumlanarak geçici doğrulardan doğru seçerken, attığımız her adımda bizler yoluyla şekilleniyor hayatın kuvvetleri, hayat bilmediğimiz çizgisini çiziyor ve biz eşlik tutuyoruz küresel marşa.

Bazen bir çocuğa geldiği durulukla gelen sezgisel hakikat dururken değişken doğru neden yetsin bize?

Sınırlar, ordular ve silahlar varken gerçek barış var olur mu?

Belli ki biz yetişkinler henüz emekliyoruz bu yolda; hakiki barış henüz ütopya, doğrumuza tutarlılık getirmekle yetinmek gerek şimdilik belki de.

Oysa mevcut koşullarda kötünün iyisini seçerek, çarpışan kötülerimiz ve iyilerimiz arasında sıkışmaktan öteye gidemiyor, hakikati yitirdiğimiz gibi en iyi doğruyu da yitiriyoruz belli ki.

Yoksa bizi zihinsel girdaplarda, çaresiz çırpınışlarla oyalayan bir karmaşa mı gün?

Ya da belki, hakikat ve günün doğrusunun kesiştiği bir yer var. Biraz güvenmeli miyiz yaşama ve sürece?

Sormadan edemiyorum kendime:

Ne olur korkmadan, karışmayın desek, terörle mücadele yetkisi vermiyoruz size diye hep birlikte yürüsek?

Ne olur yine de olsa savaş, kırsa diktatörler diktatörleri, Müslümanlar Müslümanları, radikaller radikalleri?

Ne olur intihar etse Obama, Erdoğan, Sisi, Mursi, Esad hep birlikte?

Ne olur boğulsa savaş kendi cephesinde?

Varsalar onlar düşünseler, biz baksak kendimize?

 

***

Göğsümde bana bu satırları yazdıran tüm kaygılarım, korkularım, ümitsiz ve çaresiz küskünlüğümle bir iç savaş, bir yangın var, az daha sürse, beni de Orta Doğu kadar çöl yapar.

Tercihlerim var aidiyetim çok taraflı, olana kabulüm yok, eşit değil olaylar, içimde bütün parçalı.

Beğendiğim ve beğenmediğim söylemler, tutumlar var, saf tutsa da tutmasa da bölük pörçük aklım ve duygusal tepkilerimle karşıt kuvvetleri de besliyorum ve bir yerde sönerken yangın içimde, öte yanda patlak veriyor, oradan oraya şiddet değiştiren dalgaları alevin, varlığımı yalıyor.

Bu savaşın orduları teslim olmadan, barış benim için olduğu gibi insanlık için de dile dolanmış bir umut, geleceği çağıran bir türkü olarak kalacak.

O halde şimdi içimize doğru dönüp iyileştirebilir miyiz darpları, durdurabilir miyiz darbeleri? Varoluşumuzun her bir köşesine demokrasi getirebilir miyiz? Af çıkarabilir miyiz terörist mihraklara?

Teslim olabilir miyiz?

Hadi, lütfen, şimdi; barışabilir miyiz?

@erengezi