Erdoğan İşcan

14 Ocak 2021

Kadına karşı şiddet eşitsizliğin türevidir; İstanbul Sözleşmesi’ne sahip çıkılmalıdır

Kadına karşı şiddet en ağır insan hakları ihlalleri arasındadır; kadın-erkek eşitsizliğinin bir türevidir. Şiddet caydırılamaz ya da önlenemezse, cezalandırılmalıdır. En önemlisi, kültürel dönüşüme yönelik eğitime öncelik verilmelidir. İstanbul Sözleşmesi çözüm zeminidir

İstanbul Sözleşmesi’nin sahneye çıkışı

İnsanlık tarihinin en büyük yıkımı olan İkinci Dünya Savaşı sonrasında uluslararası güvenlik mimarisi yeniden düzenlendi. Sistemin merkezindeki Birleşmiş Milletler, insan haklarına saygı ve sosyal adaleti, uluslararası barış, güvenlik ve sürdürülebilir kalkınma hedeflerinin temeli olarak tanımladı. 1948 tarihli İnsan Hakları Evrensel Bildirisi ile belirlenen ilkeler temelinde sözleşme sistemi geliştirildi. Birleşmiş Milletler sisteminde mevcut on temel insan hakları belgesinden biri de “Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Ortadan Kaldırılması Sözleşmesi”dir (CEDAW).

BM sistemini tamamlayıcı nitelikte kurulan bölgesel örgütler de yerel düzeyde insan haklarını koruma sistemleri kurdular. 1949 doğumlu Avrupa Konseyi, hukuken bağlayıcı norm üreten ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi başta olmak üzere etkin denetim mekanizmaları oluşturan örnek bir demokrasi, hukukun üstünlüğü ve insan hakları örgütü oldu. Türkiye de kurucu üyeler arasında yer aldı. Bugün Reykjavik – Vladivostok ekseninde 47 ülkeyi ve toplam 830 milyon dolayında nüfusu barındırmakta. Türkiye’nin de katkılarıyla geliştirdiği 225 sözleşme ile Avrupa’da demokratik güvenliğin kalıcı kılınmasına çalışıyor.

Birleşmiş Milletler ile yakın işbirliği yapan Avrupa Konseyi, insan hakları alanında gerektiğinde bölgesel kapsamın ötesinde küresel düzeyde ihtiyaç duyulan konularda norm geliştirme işlevi de yerine getirmekte. Birleşmiş Milletler çalışmalarında kadına karşı şiddetin önlenmesine yönelik hukuken bağlayıcı bir belge oluşturma ihtiyacının belirlenmesi üzerine, Avrupa Konseyi’nde başlatılan çalışma, İstanbul Sözleşmesi (Kadınlara Karşı Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi) ile sonuçlandı.

Sözleşme, Türkiye’nin Avrupa Konseyi Dönem Başkanlığı sırasında Mayıs 2011’de İstanbul’da düzenlenen Bakanlar Komitesi sırasında imzaya açıldı. Sözleşme’yi ilk imzalayan ve çekincesiz olarak ilk onaylayan taraf devlet olması, uluslararası alanda Türkiye için görünürlük ve saygınlık kazandırdı. On devletin onayı üzerine 1 Ağustos 2014’te yürürlüğe girdi. Bugüne kadar 34 Avrupa Konseyi üyesi devlet Sözleşme’ye taraf oldu.

Sözleşme’nin yürürlüğe girmesi üzerine oluşturulan Taraf Devletler Komitesi’nin ilk başkanı, dönemin Avrupa Konseyi Nezdindeki Türkiye Daimi Temsilcisi. Sözleşme’nin bağımsız uzmanlardan oluşan denetim organı GREVIO’nun ilk başkanı da Türk üye. Uluslararası diplomaside ender görülebilecek bu durum ülkemiz için önemli bir kazanım olmuştu.

İstanbul Sözleşmesi, kadına karşı şiddeti tanımlar, nedenlerini inceler, önlenmesine yönelik önlemleri düzenler. Bu açıdan, kadına karşı şiddetin önlenmesi alanında ilk ve tek uluslararası sözleşmedir.

*İstanbul Sözleşmesi’nin dört boyutu: ÖNLEME-KORUMA-KOVUŞTURMA-POLİTİKA EŞGÜDÜMÜ 

İstanbul Sözleşmesi konusunda gözlenen tartışma

Genelde insan hakları hukuku ve bu bağlamda kadın haklarının korunması alanında uzlaşı sağlanmasının kolay olmadığını biliyoruz. Temel sorun, insan onurunun korunması amacıyla geliştirilen insan hakları normlarını savunanlar ile insanlar arasında ayrımcılığa dayalı hiyerarşik roller içeren sistemi korumaya çaba gösterenler arasındaki ikilemdir.

Sözleşme’nin hazırlık aşamasında da görülen tartışmanın Türkiye’de de keskinleştiğini görüyoruz. Bunun bir ölçüde iç siyaset parametrelerindeki değişime de bağlı olduğu düşünülebilir. Bir yanda, kadının toplumdaki konumunun değişmesine muhalif olan kesimin siyasi karar sürecindeki etkisinin zaman içinde arttı. Diğer yanda, kadına karşı şiddet konusunda sosyal medyanın da katkısı ile sosyal bilinç gelişti ve Sözleşme’nin önemi daha geniş kesimler tarafından anlaşıldı. Tartışma tüm sosyal kesimlere yaygınlaştı. Bundan sonra, siyasi düzeyin iç dengeler ya da ülkenin uzun dönemli uluslararası konumu arasında seçim yapması gerekebilecek.

Benzer gözlemi uluslararası düzeye de taşıyabiliriz. Güçlenen otoriter eğilimli popülist yönetimler, İkinci Dünya Savaşı sonrasında geliştirilen çok taraflılık zemininde kurallara dayalı düzeni aşındırmaya devam ediyor. Son 75 yılda elde edilen kazanımları kaybetmek, insanlık için büyük bir kayıp olur. Trump’ın demokrasiyi büyük zarara uğratan girişimlerinin uluslararası toplum için uyarıcı olacağını temenni edelim.

Türkiye’de durum

Sözleşme Türkiye’de de ulusal hukukun bir parçasıdır. Türkiye, taraf olduktan sonra, Sözleşme ile uyumlu 6284 sayılı yasayı çıkarmıştır. Normların varlığı, uygulama için ilk adımı oluşturur. Bunun, eğitimle birlikte, demokrasinin olmazsa olmazı güçler ayrılığı temelinde, yürütme, yasama ve bağımsız yargı tarafından yapıcı bir anlayışla uygulamaya yansıtılabilmesi gerekir. Bir yandan da, medya, akademi ve sivil toplumun da görüşlerini karar süreçlerine yansıtmalarına imkan verilmesi, katılımcı demokrasinin gereğidir.

Bugün Türkiye dahil birçok ülkede temel sorun sözleşme ya da sözleşme ile uyumlu yasanın etkin bir şekilde uygulanamamasıdır. Cezasızlık ciddi bir sorun olmaya devam etmektedir. Böylece, caydırıcılık, önleyicilik ve cezalandırıcılık etkin düzeyde sağlanamamaktadır. Tersine, cezasızlık kültürü, eşitsizliğe dayalı şiddeti özendirici rol oynamaktadır.

Uluslararası sözleşmeler, devletlerin ortak çabaları sonucunda geliştirilen belgelerdir. Devletler siyasi iradeleri sonucunda sözleşmelere taraf olurlar. Devletlerin birlikte geliştirdikleri, uzlaşı ile sonuçlandırdıkları ve siyasi iradeleri ile taraf oldukları uluslararası belgeleri tereddütsüz uygulamaları beklenir. Bu Türkiye için de geçerlidir. Birleşmiş Milletler’in ve Avrupa Konseyi’nin kurucu üyeleri arasında yer alan Türkiye, sözleşmelerin geliştirilmesine önemli katkılarda bulunmuş, sözleşmeleri ulusal hukukunun parçası haline getirmiştir. İstanbul Sözleşmesi de bunun yakın örneklerinden biridir.

Şiddetin hiçbir türü, hiçbir yerde, hiç bir zaman kabul edilemez. Modern dünyada şiddete yer olmamalıdır. Kadına karşı şiddet ve aile içi şiddet, çağdaş insan vicdanının kabul edemeyeceği bir davranıştır. En ağır insan hakları ihlalleri arasındadır. Genel şiddet eğiliminin de uzantısı olmakla birlikte, temel olarak kadın-erkek eşitsizliğinin bir türevidir. Kadın-erkek eşitliğinin sağlanması yolunda göreli ilerleme kaydedilmekte olduğu bir gerçektir. Ancak, henüz ideal noktaya çok yakın sayılamayız. Ulaşılabilen nokta, ekonomik, sosyal, kültürel ve psikolojik dinamiklere bağlı olarak değişkenlik göstermektedir.

Her gün duyduğumuz şiddet ve cinayet haberleri, vicdanımızı yaralıyor. Buna karşı gelişen sosyal dayanışma umut verici. Siyasi düzeyin hukukun etkin uygulanmasına yönelik iradesiyle ilerleme sağlanabilecektir. İstanbul Sözleşmesi, şiddetin önlenmesi yolunda çözüm zeminidir. İstanbul Sözleşmesi’ne sahip çıkmak, çağdaş insan olmanın gereğidir.