Erdoğan Aydın

27 Ekim 2015

Kerbela’nın 1376. yıldönümünde Türkiye’de savaş yönetimi

Savaşların da bir ahlâkı olmalı ve mezar bombalamak bu sınırın da alenen çiğnenmesi anlamına geliyor

Hiçbir dinsel veya dünyevi hukuk referansıyla meşrulaştırılamayacak bir uygulama karşısındayız ...

Karartılmaktan kurtulabilen tüm veriler, 10 Ekim Ankara katliamının devletçe engellenmediği, aksine ona yol verildiğini gösteriyor.

Bu yetmezmiş gibi, ölümlerin durması için büyük bir fırsat olan PKK’nin çatışmasızlık kararını yanıtlamak yerine operasyonların yoğunlaştırıldığı görülüyor.

Üstüne üstlük yeni bir uygulama olarak gerilla mezarlıklarının bombalanması yoluna gidilerek adeta savaş haline benzin dökülüyor.

***

Özellikle Dersim’de bombalanan mezarlıklar, mevcut savaşta ölen gerilla naaşları yanı sıra, aynı zamanda Dersimlilerin 1938 soykırımında katledilen atalarının kemiklerini barındırıyor.

Yani bu bombardıman, sadece ölü evlatlarının değil, aynı zamanda atalarının kemiklerinin de parçalanmasıyla Dersimlinin yüreğinin çok daha derinden kanatılması oluyor.

Başta Seyit Rıza olmak üzere Dersim atalarının cesetlerini kaybettiren devlet geleneği, şimdi de 1938’de öldürülenlerin kemiklerinden bulunabilenlerin bombalanmasıyla Dersimlinin yarasına tuz basıyor.

Başvurulan yöntem, mezarlıklardaki cemevlerinin de yıkılmasıyla birlikte aynı zamanda Dersim’in inancına yönelik bir saldırganlık olarak genişletiliyor ve onun inançsal olarak tanınmama halini daha da belirginleştiriyor.

***

Açık ki savaşların da bir ahlâkı olmalı ve mezar bombalamak bu sınırın da alenen çiğnenmesi anlamına geliyor.

Görülen o ki hak taleplerini ve alternatif güç oluşumlarını kendi kanunları ile engelleyememe hali, her yolu mubah kılarak aşılmaya çalışılıyor. Ölü bedenlere eziyet çektirmek, soyup şehre atmak, tank peşinde sürüklemek, Rojava’da ölenlerin bedenini ailelerine vermemek, vb. yöntemler, savaşın bile meşruiyet dayanaklarını, hukukunu, insanlık mirasını tanımamak demek.

Kısacası hiçbir dinsel veya dünyevi hukuk referansıyla meşrulaştırılamayacak bir uygulama karşısındayız; düşmanlaştırılanların canını daha çok yakmaya yönelik dizginsiz bir kin dışa vurumuyla...

Bu uygulama karşısında Kant’ın, “savaş, yok ettiğinden daha çok kötü insanlar yetiştirdiği için bir yıkımdır” diyen sözünü anımsamamak mümkün mü?

***

Her yeni dönemde kendini yineleyerek günümüze gelen hak ihlalleri Dersimlinin adeta değişmez trajedisi oluyor.

Öyle ki hilafet ve monarşiyi reddederek Dersim’de umut ışığı yaratan Cumhuriyet’in, Osmanlının en şedit muktedirini Dersim karşısında sahiplenmesi buna delalet:

Nitekim 1934’teki Jandarma Umum Kumandanlığı Gizli Dersim Raporu’nda; “Yavuz Sultan Selim’in gazabı olmasaydı bugün güzel Türkiye’mizde tek bir Sünni’ye tesadüf etmek belki de mümkün olmayacaktı. Eğer Yavuz’un garazı Dersim’in yalçın dağları içine girebilmiş olsaydı, herhalde Dersim’i de bugün maddi ve manevi başka bir yol üzerinde görürdük” denilecek ve buna uygun bir “ameliyeye” girişilecekti.

Bu trajedi, şimdi de, Yavuz Sultan Selim geleneğinin, mezar bombalama düzleminde yinelenmesiyle güncelleniyor; üstelik 1938 Soykırımı’na ilişkin özür dilermiş gibi yapmış bir iktidar döneminde!

Aynı değerleri paylaştıkları Ankara mitingcilerinden 102 kardeşlerinin bombalanarak öldürülmesinin peşisıra gerçekleşen bu mezarlık saldırılarını daha da trajik kılan şey ise bizzat tarihti; Dersimlilerin de yol önderlerinden İmam Hüseyin’in 1376 yıl önce başının kesilip mızrak ucunda şehir şehir gezdirilmesiyle sonuçlanacak olan Kerbela katliamı da aynı haftada gerçekleşmişti.

***

680 tarihli dünyada Kerbela katliamının, 1938 tarihli dünyada Dersim soykırımının, 2015 tarihli dünyada mezarlık bombalamasıyla süregelmesi, aynı yönetme anlayışında ısrarın yansıması değişe nedir?

Oysa toplumsal kimliklerin saygın varlığına, eşit yurttaşlık haklarına, mezarlıkların dokunulmazlığına tahammül etmeme halinin hiç bir dünyada meşruiyeti olmaz.

Ne var ki diğer Kürt politik mezarlıklarının bombalanmasıyla birlikte bunun sistematik bir politika olduğu görülüyor. Varlığının inkârı yetmezmiş gibi, seçmen olarak da gözden çıkarılmış bir halkın hakları, kutsalları olan mezarlıklarına varana kadar yok edilmeye çalışılıyor.

Bu anlamda eski Türkiye’nin, dahası Osmanlının, Dersim karşısındaki varlığını olduğu gibi sürdürdüğünü görüyoruz.

İsmini yasaklayan, coğrafyasını parçalayan, anadilini ve inancını yasaklayan, önderlerini katleden, halkını sürgüne yollayan uygulama, “yeni Türkiye’de” mezarlarının, cemevleriyle (ve camileriyle) birlikte bombalanmasıyla güncelleniyor.

Eski tas eski hamam dedirten bu uygulamalarla barış umudunun Dersim özgülünde de yıkılması amaçlanıyor; barış umudunun, onurlu bir beraberliğin, eşit yurttaşlığın, demokratikleşebilme umudunun...

Ancak tarih, dönem dönem ezilseler bile, toplumsal sorunların şiddet yoluyla, ortadan kaldırılamayacağının örnekleriyle dolu. Büyük askeri otoritelerden Napolyon’un, dediği gibi, “kılıçla her şey yapılabilir ama üstüne oturulmaz!”

Ama görülen o ki, savaşın yol verdiği milliyetçi cinneti bir yönetim tekniği olarak kullananlar, bu yolla ezemeyeceklerini bile bile mevcut düzeni kılıcın üstünde olabildiğince sürdürmek istiyorlar.

***

Savaşı bu yolla daha da derinleştirenlerin elbette ki bu savaştan bir zafer beklentisi yok; geride kalan 35 yılda bunu başaramayanların bugünün koşullarında başarması zaten imkânsız.

Ancak bu basit gerçeğe rağmen savaşın derinleştirilerek sürdürülmesi, tıpkı 90’larda da olduğu gibi, ondan taktik beklentilerin varlığını gösteriyor.

Çünkü savaş, iktidarın sorgulanma olanağı ve demokrasi talebini zayıflatan bir işlev görüyor. Onun yoksul halkın evlatları ve onlara hizmet olarak dönmesi gereken vergileri üzerinden yürütülmesi de egemenler açısından maliyetini en aza indirgeyen bir işlev görüyor.

Böylece mevcut iktidarlara ve yöntemlerine, en az maliyetle destek ve “demokratik meşruiyet” gerekçesi üretilmiş oluyor. Bu mekanizmayı sorgulayabilecek bir bilinç ve yurttaşlık refleksi gösterenlerin payına da yasal ve fiili tehditlerle susturmak basıncı düşüyor.