AKP’nin sonunu, kendi başarısı getirdi. 1990’larda Milli Görüş günlerinde birbirinden uzak olan Gülen Cemaati ile şimdinin AKP kadroları, 2000’lerin ortalarında stratejik bir koalisyon kurup orduya ve Kemalist bürokrasiye karşı büyük savaşlarına başladılar. Bu savaşta ihtiyaç duydukları şey, sosyolojide hegemonya tabir edilen, toplumsal meşruiyete dayalı geniş halk desteği idi. Bu meşruiyeti sağlayan söylem ‘ordunun vesayetini bitirip ülkeye demokrasi getireceğiz’ argümanı idi. Bu argüman, liberallerden ve sol liberallerden oluşan bir ‘organik entelektüeller’ ordusunun yoğun faaliyetlerinin de yardımıyla, AKP’nin kendi kadroları ve kitlesinin ötesinde, geniş halk kesimleri ve aktif bir sivil toplum içerisinde alıcı buldu. Bu meşruiyet rejiminin, yani hegemonyanın tesisi için, AKP bir dizi demokratik açılım görünümü veren uygulamalar gerçekleştirdi. Bu, AKP’nin liberal dönemi idi.
2011 itibari ile bu stratejik ortaklık başarılı oldu. Orduya karşı zafer kazanılmıştı. Generallerin yüzde 15’i cezaevine kondu. Bu başarının ardından liberallerin desteğine, dolayısı ile hegemonya tarzı yönetim biçimine olan ihtiyaç azalmıştı. Devletin zor aygıtlarını, orduyu, polisi ve yargıyı tamamen kontrolleri altına alan AKP-Cemaat ittifakı, topluma uyguladığı baskının seviyesini gitgide arttırdı. Kürtlere, kadınlara, solculara, öğrencilere, hatta futbol taraftarlarına, bir süre sonra Gezi’de göreceğimiz tüm kesimlere yönelik baskılar artmaya başladı. Bu artan baskılar karşısında toplumsal muhalefet 2012 baharından itibaren hızlı bir yükselişe geçti. Muhalefeti ayağa kaldıran 2012 Eylül’ünde başlayan Kürt mahkumların açlık grevi oldu. Sokak eylemlerini hızla yükselten açlık grevleri sonucunda AKP hükümeti barış ve müzakere masasına oturmak durumunda kaldı. Kadınlar kürtaja karşı, öğrenciler ODTÜ’de, Kemalistler Anıtkabir’de, taraftarlar Beşiktaş’ta Fenerbahçe’de polisle karşı karşıya geliyorlardı. AKP en son 1 Mayıs’ta Taksim’i kapatmak için İstanbul’u kapatınca ve ‘o en son birayı’ yasaklayınca, Gezi Parkı’nda patlayacak bombanın barutunu da iyiden biriktirmiş oldu. AKP’nin elit mücadelesindeki başarısı, otoriter bir rejimi yaratmış, bu da ‘niyetlenilmemiş bir sonuç’ olarak, kendisine yönelik toplumsal muhalefeti artırmış, Gezi’ye giden yolu açmıştı. Gezi, AKP’yi saldırılabilir duruma getirdiği için 17 Aralık operasyonunu mümkün kıldı.
AKP ile Cemaat arasındaki gerilim Gezi’nin öncesinde ortaya çıkmaya başlamıştı. Orduya karşı kazanılan zafer büyük bir ekonomik ve siyasi rant yaratmıştı ancak Cemaat bu ranttan, orduya karşı mücadele boyunca koyduğu emek oranında faydalanamadığı için itiraz etmeye başlamıştı. AKP kanadı ise, gerek Erdoğan’ın tek adam mantığı, gerekse daha genel bir devlet mantığı çerçevesinde var olan iktidarı paylaşmak istemiyor, Cemaati elindeki ile yetinmeye zorluyordu. 7 Şubat MİT krizi ortaklığın bittiğinin ilk resmi işareti oldu. Bugünkü yolsuzluk soruşturması da nihai olan. Cemaat, hükümetin Gezi ile uluslararası ve ülke içi meşruiyetinin ciddi olarak zedelenmiş olmasını bir fırsat bildi, artık iyiden zayıflayan ‘eski ortağına’ son darbeyi indirdi.
Enteresandır, bu resme bakınca görüyoruz ki, ülkenin son 10 yılı birbirine çok benzer ‘dev’ iki savaş dönemi yaşamış oldu, benzer şekilde bürokratik, hukuki ve kolluk güçleri kullanılarak yapılan iki savaş. İlki AKP-Cemaat ittifakı ile ordu arasında, ikincisi ise kazanan ittifak içerisinde, AKP ile Cemaat arasında. Son derece benzer, adeta bir turnuvanın final maçı gibi. Marx’ın dediği gibi, tarihte büyük olaylar iki kere tekrar eder, ilkinde trajedi, ikincinde komedi. Son gülen kim olacak, herkesin merakı da bu.
Tarihe bakınca görüyoruz ki, elitler arasındaki bu kadar büyük mücadeleler, rejim krizleri, iktidar bloklarındaki parçalanmalar, halklar için felaketlere yol açtığı gibi, zaman zaman bir çok fırsat da yaratmıştır. Paris komünü Fransa ile Almanya savaşırken, Bolşevik Devrimi 1. Dünya Savaşı sürerken, Çin Devrimi Japonya Çin’i işgal ettiğinde gerçekleşebilmiştir. Türkiye’de devrim gerçekleşecek demiyorum, ama filler tepişirken çimenler her zaman ezilmek zorunda da değiller. Burada mesele akılcı taktikler geliştirebilmekte. Mesela, yukarıda bahsettiğim ilk savaşta, AKP-Cemaat ile ordu arasındaki savaşta, BDP ve Türkiye muhalif güçlerinin yaptıkları bir dizi seçim ittifakı, meclise iki dönem bağımsız vekillerin girmesini, BDP’nin bir çok belediye kazanmasını ve örgütlü bir toplumsal muhalefetin oluşmasını sağlayacak koşulları yaratmıştı. Ama bu koşulları başarıya dönüştüren şey, BDP ve blokun üçüncü bir yol kurmayı mümkün kılan, bağımsız, AKP-Cemaatin veya ordunun kuyruğuna takılmayan siyasi çizgisi oldu. Bugün de HDP, BDP ve başka sosyalist yapıların ‘ne AKP ve Cemaat’, ‘bu kiri halk temizler’ vurguları, ve erken seçim çağrısı çok önemlidir. HDP’nin Taksim Dayanışması’nın Taksim’e yaptığı çağrıyı yükseltmesi çok kritiktir. Bunun karşısında, CHP’nin kavgadan fırsat bilip Cemaatin yanında saf tutma eğilimi ise hem ülke için çok tehlikeli, hem de CHP’nin kendi çıkarları açısından stratejik olarak çok hatalıdır.
Hatırlatmaya gerek bile yok, ama bir çok CHP’li unutmuşa benziyor. Ahmet Şık’ı, Nedim Şener’i, Büşra Ersanlı’yı, binlerce Kürt siyasetçiyi hapse yollayan operasyonların Cemaatin etkisi ile yapıldığını bugüne kadar binlerce kişi söyledi. Cemaatin poliste ve yargıda üst düzeyde örgütlendiği, hatta bu yapıları kontrol ettiği bir malumat. Cemaatin barış sürecine karşı olduğu bir hakikat. Cemaat Erdoğan’ı kısa sürede devirebilecekse, Erdoğan sonrasında başka bir parti ile ittifak yaptığı zaman, bu ittifakla, bu sefer daha da güçlü olarak ülkeyi ve o partiyi yöneteceğini göremiyor mu CHP? Bu fırsatçılık ve bu kısa görüşlülük nedir? CHP’yi yönetenler, ülkenin yakın tarihini AKP ile beraber kabusa çeviren Cemaatle ittifak yapmayı 10 yıl sonra nasıl açıklayacaklar?
Susurluk skandalından sonra ortaya çıkan toplumsal öfkenin 28 Şubat’ı mümkün kılacak şekilde manipüle edildiğinin anlaşılması zaman almıştı. O zamanki aydınlığa çıkma arzusundan ordunun ve arkasından da AKP’nin karanlığı gelmişti. Bu sefer biz AKP tarafından yönetilmek istemiyoruz, ama Cemaat tarafından yönetilmek de istemiyoruz. Biz artık özgürlükçü bir ülkede yaşamak istiyoruz. CHP bunu görmez ise öncelikle kendi sonunu hazırlayacaktır. Üstelik, CHP, Cemaat ile ittifak yapabileceğini sanmakta, ancak CHP şu anda Cemaat için ancak bir pazarlık kozudur. Aslolan, Erdoğan’sız bir AKP, Cemaatin yeni ittifak arzusudur. Cemaatin asıl hedefi AKP’den ziyade Recep Tayyip Erdoğan’dır. Dolayısı ile, sürecin sonunda CHP yüksek olasılıkla açıkta kalacaktır. Cemaatten rahatsız olan kendi kitlesini kaybedecek, toplumsal meşruiyeti iyiden zayıflayacak, Dimyat`a pirince giderken evdeki bulgurdan olacaktır. Bunu görmeden, ülke yolsuzlukla çalkalanırken, Cemaat’le flört etmek, kendisi yolsuzluk suçuyla CHP’den atılmış Sarıgül’ü Cemaatle arasının iyi olmasının da etkisiyle ‘çare’ diye sunmak, 10 yıl sonra nasıl açıklanacaktır?
Bugün yaşadığımız bir siyasi kriz değildir, bir devlet krizidir. Sonuçları da önümüzdeki on yılları belirleyecektir. CHP böyle bir kriz anında, ne yapılmaması gerektiğini bize göstermektedir. Ne yapılması gerektiğini de Cuma akşamı Taksim’de halk göstermiştir.
@yorukerdem