Erdem Yörük

04 Mart 2014

Her şeyin mümkün olduğu zamanlarda karamsar veya iyimser olmak

Türkiye bir kaos yaşıyor. Ortalıkta tapeler uçuşuyor. Her biri ‘normalde’ büyük skandal niteliğinde. Montaj mı, dublaj mı, hakiki mi oldukları kesin olmasa bile, bu iddiaların ihbar kabul edilip savcılık tarafından incelenmesi gerekmiyor mu?

Türkiye bir kaos yaşıyor. Ortalıkta tapeler uçuşuyor. Her biri ‘normalde’ büyük skandal niteliğinde. Montaj mı, dublaj mı, hakiki mi oldukları kesin olmasa bile, bu iddiaların ihbar kabul edilip savcılık tarafından incelenmesi gerekmiyor mu? Ama bunun yerine,  internette tapelerin doğruluğunu veya yanlışlığını göstermeye çalışan Amerikalı ses mühendislerini görüyoruz. Çok garip değil mi? Ama olmuyor, hepimizin bildiği sebeplerden olmuyor. Devlet bir şirket gibi yönetiliyordu, sonra bir mafya gibi yönetildiğini öğrendik, şimdi de o mafyanın ikiye bölündüğünü, çıkan çatışmanın da bildiğimiz anlamda devleti yok ettiğini görüyoruz.

Bu bir devlet krizi. Devlet dediğimiz yapının, yani şiddetin tekelini elinde bulunduran yapının bu anlamda ortadan kalktığını söyleyebiliriz, ki bu Weber’e göre devletin sosyolojik tanımı. Polisin, yargının, ve askerin, yani devletin şiddet aygıtlarının AKP ve Cemaat arasında paylaşılması, modern anlamda devleti şu an için Türkiye’de askıya almış durumda. Herkesin sorduğu soru, peki ne olacak? Ben buna cevap verirken, daha uzun zaman dilimlerine ve daha geniş bir coğrafyadaki dönüşümlere bakmak yardımcı olacaktır.

 

Peki ne olacak?

 

Tarihsel sosyolojiye bakmaktan bahsediyorum. Giovanni Arrighi, 1994 yılında yayınlanan ‘Uzun Yirminci Yüzyıl’ adlı kitabında, kapitalizmin 1300’lerden başlayan tarihini birbirini takip eden döngüler şeklinde anlatır. Dört kere kendini tekrar etmiştir dünya kapitalizmi. Her bir döngünün ilk yarısında dünya ekonomisi, asıl olarak üretim ve ticarete dayanır. İkinci yarısında ise finans, ekonomiyi kontrol eder hale gelir. Yani, nasıl 1950’ler 60’lar, 70’lerde dünya ekonomisinin kontrolü sanayi şirketlerinin elindeyken, bugün bankalar küresel ekonomiyi kontrol ediyorlarsa, bu dönüşümün, daha önce üç kere daha yaşandığını gösteriyor Arrighi. Üretimin ve finansın her arka arkaya gelişine de bir sistemik birikim döngüsü diyor. Her sistemik birikim döngüsünün uluslararası kontrolü de o dönemin askeri ve ekonomik anlamda en güçlü devletinin hegemonyası altında gerçekleşiyor: Sırasıyla Ceneviz, Hollanda, İngiliz, ve Amerikan hegemonyaları.

Arrighi şunu söylüyor: Bugüne kadarki üç döngüde ne zaman dünya ekonomisi finans sermayesinin, yani bankaların, kontrolüne girmiş ise bu, hegemonik devletin değişeceğini ve başka bir birikim döngüsünün başlayacağını göstermiştir. Dolayısı ile 1970’lerin sonundan itibaren finans sermayesinin yükselmesi, hegemonyanın tekrar değişeceğinin ilk göstergesi oluyor. Arrighi, 2009’da vefat etmeden evvel, 2008 finansal krizinin de hegemonik değişimin son göstergesi olduğunu ifade ediyor.

Bunun Türkiye’deki yolsuzluklar ve devlet krizi ile ne ilgisi var? Dünya ekonomisinin kontrolünün bir hegemonik devletten bir diğerine geçişinin, hep türbülanslı, kaotik ve çatışmalı olduğunu gösteriyor Arrighi. Hem devletler arasındaki mücadelenin, hem şirketler arasındaki rekabetin, hem de toplumsal çalkantıların yükseleceğini söylüyor. Bu bir nevi, ceberrut bir baba iktidarını kaybettiğinde, o güne kadar kimi zaman sopa ile kimi zaman babacanlıkla, ama sonuçta otorite ile bir arada tuttuğu ailedeki çocukların, yeğenlerin ve torunların, hem babayla, hem de birbirleri ile kavgaya tutuşmaya başlamalarına benziyor. Arrighi, 1994’de yazdığı kitapta 2011’den itibaren olanları öngörüyor, zira en basit deyimle, tarih tekerrür ediyor.

Türkiye’deki Gezi ayaklanmasının Brezilya’daki isyanla çakışması, bu ikisinin Arap Baharı’nı takip etmesi, bunların hepsinden önce Occupy hareketinin ABD’yi sarsması, Avrupa’daki işsiz gençlik isyanları, sonra olayların Bosna’ya, Ukrayna’ya, Kamboçya’ya sıçraması, bize küresel bir toplumsal ayaklanmalar dalgasının tam ortasında olduğumuzu gösteriyor. Johns Hopkins Üniversitesi’nden sosyolog Savaş Şahan Karataşlı, ki kendisi de benim gibi Arrighi’nin öğrencisi idi, geçtiğimiz hafta Koç Üniversitesi’nde bir sunum yaptı. Karataşlı, 1400’lerden bu yana olan tarihe ampirik bir temelde bakarak, devlet kurmak isteyen milliyetçi hareketlerin, tam bu hegemonik değişim zamanlarında yükseldiğini gösteriyor. Bu geçiş döneminin yarattığı kaosun, yeni devlet kurmak için olanaklar ortaya koyduğunu söylüyor. 1990’lardan bu yana da bu tarz hareketlerin yine yükselişe geçtiğini ekliyor. Tüm toplumsal hareketler yükselirken, bağımsızlık isteyen hareketlerin de yükselişe geçtiğini söylüyor. Gerçekten de bu hafta, Kırım, Ukrayna’dan bağımsızlık referandumunu yapacağını ilan ediyor. Ve hemen sonra da Rusya Kırım’ı işgal etme çalışmalarına girişiyor.

Bir taraftan ayaklanmalar çıkıyor, bir taraftan yeni devletler kuruluyor, bir taraftan da var olan devletler savaşmaya hazırlanıyor. Rus donanması Boğazlardan Karadeniz’e geçiyor, arkasından Amerikan donanması onları takibe başlıyor. Sular ısınıyor. Hazır olalım, böyle bir döneme giriyoruz. Daha çok ayaklanma göreceğiz, daha çok savaş göreceğiz. Arrighi dünya savaşlarının hep bu dönemlerde çıktığını da ekliyor. Devletleri yönetenler, iktidarlarını kaybetmemek için savaşmaktan hiç mi hiç çekinmiyorlar. Kazananlara Roosevelt deniyor, kaybedenlere Hitler.

Sadede geleyim: Böyle dönemler insanlık için özgürlük ve eşitlik getirebildiği gibi tamamen felaket de getirebiliyor. Rus devrimi de olabiliyor, Almanya’da faşizm de. Bunun en somut güncel örneği Ukrayna’da faşistlerin iktidarı devralması oldu. Dolayısı ile hegemonik geçişler ‘her şeyin mümkün olduğu’ dönemler yaratırken, bu şartlarda hangi somut tarihlerin yaratılacağını belirleyen ise, var olan siyasi aktörler oluyor.

Böylesi ‘her şeyin mümkün olduğu’ bir çağda, Türkiye’ye baktığımda, bir yandan karamsar, bir yandan iyimser oluyorum. Dünyadaki hegemonik dönüşümün yarattığı kaos durumu, Türkiye’deki iktidarı da çok daha korunmasız bir hale getirdi. Ancak yine de, Tayyip Erdoğan’ın kolay kolay gitmeyeceğini düşünüyorum. Ne kadar yolsuzluk ve hırsızlık tapesi ortaya konursa konsun, Esad nasıl gitmediyse, onun da gitmeyeceğini düşünüyorum. Erdoğan bir gün giderse de, giderken geride çok kan dökülmüş ve faşistlerin güçlendiği bir ülke bırakmasından korkuyorum. Urla’da olanlara bakınca bunu görüyorum. İktidar tarafından halkın tepesinde bir tehdit gibi tutulsa da barış sürecinin sona ermesinden, tekrar çatışmaların başlamasından, sonra da barış sürecine halk arasında duyulan sempatinin tepkiye dönüşüp, faşistlerin iyice güçlenmesinden korkuyorum. Bunlar normalde olmaz, biliyorum, ama artık normal bir dünyada yaşamıyoruz. Her şeyin mümkün olduğu bir çağdayız. Tarihin ileri vitese atıldığı bir çağdayız. Dolayısı ile AKP sonrası döneme iyi hazırlanılması gerekiyor, yoksa bizi kötü sürprizler bekliyor olabilir.

İyimser olmamı sağlayan ise, bu kaos içerisinde, HDP ve BDP’nin güçleniyor olması. Gerçekten de bu savaş daha da büyüyecek, AKP toplumdaki kutuplaşmayı daha da artıracak, yoksullar arasında belki daha da güçlenecek. Ama HDP ve BDP’nin bu kutuplaşmayı parçalayabileceğini düşünüyorum. AKP’nin yoksullar arasında güçlü olmasının asıl sebebinin, yoksul mahallelerde yirmi yıldır siyasi çalışma yürüten siyasi İslam olduğunu biliyorum.  Bu gücü durdurmanın tek gerçek yolunun da yoksulların yanında, onların hayatında olmak olduğunu düşünüyorum. Dolayısı ile, AKP dışında yoksullar arasında siyaset yapan tek çizgi olan HDP ve BDP’nin güçlenmesinin, AKP’nin varoşlardaki hegemonyasını kırabileceğini düşünüyorum. Ve sonrasında AKP giderse de, o gittikten sonra varoşlardaki oluşacak siyasi boşluğu, faşistlerin yerine HDP ve BDP’nin doldurabileceğini düşünüyorum.

Ve toplum daha fazla kutuplaşmaya giderken ve her türlü kutuplaşma aslında muktedirlerin işine yararken, barış diline sahip tek çizginin de BDP-HDP çizgisi olduğunu görüyorum. HDP ve BDP’nin bir yandan barış derken bir yandan da toplumsal muhalefeti örgütlemesi işte bana umut veriyor. Bunları düşününce, bugün dünyanın bir çok yerinde gerçekleştiği gibi, yarın Türkiye’de de gerçekleşebilecek çatışmaların ve hatta faşizmin yükselişini durdurabilecek tek alternatifin, HDP-BDP çizgisi olduğunu düşünüyorum. HDP ve BDP’nin faşizme, emek sömürüsüne, çevre katliamlarına, ırkçılığa, militarizme, cinsiyetçiliğe, mezhepçiliğe karşı yoksul mahallelerinde çalışarak toplumu örgütleme çabasında olduğunu görüyorum, eksiği veya gediğiyle. Bu da bana umut veriyor. Bu aralar bir çok yazı okuyorum HDP’yi eleştiren. Bir çoğu dostça eleştiriler. HDP’de bir çok eksik olduğunun HDP de farkında ve bu eleştirileri ciddiyetle dikkate alıyor. Tam da bu yüzden, HDP’nin bu tarihsel konjonktürde, bu kaosta ve ‘her şeyin artık mümkün olduğu dönemde’, bu ülke ve topraklar için büyük bir olanak olduğunu düşünüyorum. Bu da bana umut veriyor.

 

@yorukerdem