Eray Özer

12 Ağustos 2024

Doğu-Batı, eleştirilme hakkı ve bizim çocuklar

Türkiye açısından net bir başarısızlık olarak görülebilecek oyunlarda her yenilgi sonrası oyuncularımıza kafalarına takmamalarını, kendilerini üzmemelerini istedik, Minnettarlığımızın altını çizdik. Peki niçin böyle hissediyoruz sizce?

Milli sporcular Paris 2024'ten 3 gümüş, 5 bronz madalya ile ayrıldı

Gelin geçen hafta değindiğimiz “Doğu-Batı” meselesine bugün biraz da psikolojik ve sosyolojik açıdan bakmaya çalışalım.

Yine Olimpiyatlardan bir örnekle başlayalım istiyorum.

Bu yıl oyunlarda hiç altın madalya alamadık. Beş bronz ve üç gümüş madalyayla yetinmek durumunda kaldık.

Bir önceki olimpiyatlarda iki altın alabilmiştik. 1984’ten beri ilk kez olimpiyat oyunlarını altın madalyasız kapattık.

Türkiye açısından net bir başarısızlık olarak görülebilecek oyunlarda her yenilgi sonrası oyuncularımıza sosyal medya ve televizyonlardan bol bol teşekkür ettik. Bu başarısızlığı kafalarına takmamalarını, kendilerini üzmemelerini istedik. Bir dahakine daha iyisini yapacaklarına dair inancımızı dile getirdik. Minnettarlığımızın altını çizdik.

Böyle yaptık çünkü tüm bunlar samimi hislerimizdi.

Peki niçin böyle hissediyoruz sizce?

Öyle ya, onların her biri profesyonel sporcu. Yani mesleklerini icra ediyorlar. Yaşamları boyunca en zorlu şartlara psikolojik ve fiziksel açıdan hazır olmak üzere eğitiliyorlar. Bu mesleği hobi olarak yapmadıkları gibi başarılı olduklarında daha fazla para kazanıyor, daha yüksek kalitede bir yaşam sürüyorlar.

Biz ise onlar yenilse de kötü oynasa da elense de üzülmesinler istiyoruz. Neden?

Muhtemelen bu sorunun bu yazıya sığmayacak kadar çok yanıtı var ama bunlardan bir tanesi sanırım bizim ülkemize özgü: Onları korumak istiyoruz.

Göz önünde olan herkes gibi yaşam şekilleri, toplumsal aidiyetleri, cinsel yönelimleriyle o kadar çok yargılanıyorlar ki, uğradıkları onca mağduriyetin içinde “bir de” sportif başarısızlıklarından ötürü yerden yere vurulmasınlar istiyoruz.

Oysa tek eleştirilmeleri gereken konu spor olmalı. Profesyonel işleri, meslekleri yani. Öyle değil mi? Geri kalan bizi ilgilendirmemeli.

Lakin toplumun bir kesimi birine aşık oldukları, bir şarkıyı sevdikleri, bir diziden alıntı yaptıkları yani sadece kendileri oldukları için onları o kadar insafsızca yargılıyor ki bu gençleri adeta bir ebeveyn ürkekliğiyle pamuklara sarmak istiyoruz.

Oysa onların kim olduklarından bize ne? Ne düşündükleri, ne hissettikleri bizi ne ilgilendirir?

Haydi magazin olarak yine ilgileniyor olalım, tüm bunların sahada olup bitenlerle ne ilgisi var?

Fakat bir anda öyle bir yargısız infaz fırtınası başlıyor ki, o çocukları aslanlara yem etmek isteyenlere karşı bu teyakkuz hali sağlıklı bir eleştiriyi de imkânsız hale getiriyor.

Oysa onlar yaptıkları işi ancak eleştiriler ışığında geliştirebilirler. Başarıya ancak bu eleştiriler eşliğinde ulaşabilirler.

Eleştirilmek onların hakkı anlayacağınız. Bunu onlardan esirgemek de herkesten önce yine onlara haksızlık.

Antrenörü eleştirecek, bizler “Bu yıl niye böyle oldu” diye soracağız, yetkililer şapkayı önlerine koyup bir analiz yapacak… Eğitimlerinde mi bir sorun var, az mı çalışıyorlar, bütçeleri mi az geliyor, tesisler mi yetersiz… Artık her neyse masaya yatırılacak, birbirimizi kırıp dökmeden, sayıp sövmeden bir çaresini bulacağız.

Bulacağız ki, bir sonraki oyunlarda sonuç böyle olmasın. Bulacağız ki, o çocuklar hayatlarını adadıkları mesleklerinde bir adım daha ileriye gitsin.

“Senin canın sağ olsun” normal şartlarda kimseye faydası dokunan bir söylem değil. Tabii ki canları sağolsun. Tabii ki iyi ki varlar. Tabii ki çabaları için teşekkür ederiz. Lakin onların iyiliği için “daha iyisi nasıl olabilir”i birileri onlara anlatmak zorunda.

Ama işte… Ürküyoruz. Kıracaklar bu çocukları. Üzecekler. Sadece kendileri gibi davrandıkları için yerden yere vuracaklar. Araya girmek istiyoruz. Haksız mıyız?

Bu meselenin bize özgü yanı. Bir de bizim de içinde yer aldığımız Doğu toplumlarına özgü, daha genel bir eleştirilememe hali var.

Hırçın insanlardan oluşuyor doğu toplumları. Eleştiriyi hakaret sayan bir alınganlığı doğuran bir hırçınlık bu.

Düşününce nasıl hırçınlaşmasın?

Yüzyıllardır Batı’nın sömürgeci arzularının nesnesi olmanın verdiği öfke ve yorgunluk, hatanın bir kısmının da kendinde olabileceğini fark etme becerisini köreltmiş durumda.

İçinde bulunduğu bedenin farkında olmayan bir çocuk derdini anlatamadıkça nasıl hırçınlaşırsa, Doğu da asırlardır maruz kaldığı ayrımcılığı bu ayrımcılığın faillerine şikâyet ederek bir türlü sonuç alamamanın hüsranıyla öyle hırçınlaşıyor.

Körleştiren bir hırçınlık.

Görmeyi, teşhis etmeyi ve düzeltmeyi engelleyen bu körlük aynaya bakıp kendimizle yüzleşmemizin önüne geçiyor.

Çünkü o aynada kendimizle birlikte bizi sömüreni, yok sayanı, eylemlerimizin içinde bir tane bile doğru yokmuş gibi davrananı da görüyoruz.

Bilincimizin dışında bir yerlerde aslında failden tiksiniyor fakat kendimize yönelttiğimiz bu tiksinti duygusuna katlanamadığımız için körleşmeyi tercih ediyoruz.

Aynaya bakmadığımız gibi aynayı yüzümüze tutan kimse ona öfkeleniyoruz.

Hata yaptığında o hatayla yüzleşmek yerine kendi canına kastedenlerin toprağıdır Doğu.

Eleştirmek yoktur, canına okumak vardır burada. Küfretmek, kahretmek, kendini harap etmek vardır. “Bir hatadır oldu, şimdi neleri başka türlü yapmak lazım” diyemeden manasızca canımızı acıtmak vardır.

Bu yüzden sadece eleştiriyi duymayı değil, dile getirmeyi de beceremez.

Ya eleştiri diye yerden yere vurur, canına okur, hakaret eder ya da toz kondurmaz pamuklara sarar. Suçu başkalarına atar.

Verilerle ilgilenmez. Korkar.

En doğrusunu bilimsel veri söyler çünkü. Kaçamazsın. Arkasına saklanacağın bir alan bırakmaz. Yoruma, fikrin subjektif hafifliğine prim vermez.

Doğu toplumu, suçu başkasında ararken haksız da değildir. Ortada bir suç varsa asıl suçlu talan edendir, sömürendir, hüküm altına alandır. Özgüvenini yerle yeksan eden, olduğundan olamadığından nefret ettirendir.

Amin Maalouf’un son kitabı Labirent: Batı ve Hasımları’nı okuyorum şu sıralar.

Tam olarak bu konulara giriyor. Batı’ya meydan okuyan dört ulusun; Japonya, Sovyetler Birliği, Çin ve ABD’nin yükseliş ve çöküş hikayelerini anlatıyor. (ABD tabii istisna. O Batı’yı alt etmekten çok yeniden tanımlıyor.)

Maalouf keskin teşhis ve tespitlerden kaçınıyor haklı olarak. Bir çerçeve çizmeye, bir resmi tarif etmeye çalışıyor.

Fakat yazdıklarından elbet bir sonuç çıkıyor: Doğu’da Batı medeniyetine meydan okumaya kalkışan kim varsa bir süre sonra Batı’nın kibrini, hırsını, nefretini, zorbalığını ve yırtıcılığını üstüne almaya başlıyor.

Zaten çöküş de buradan kaynaklanıyor.

Özellikle bazı karizmatik liderlerin etrafında alevlenen reform süreci -ki konumuzla alakası bakımından bu sürecin olmazsa olmazı eleştiriye, öğrenmeye, karşı tarafın bazı şeyleri bizden daha iyi bildiğini kabullenmeye açıklık- kısa sürede yerini “ben yaptım oldu”ya, farklı sesleri duymamaya, eleştiriye tahammülsüzlüğe, en iyisini kendinin bildiğini sanmaya ve tüm bunlar ışığında kendini dev aynasında görmeye bırakıyor.

Ve sonuç her defasında hüsran oluyor.

Bu süreçler zinciri size de bir yerlerden tanıdık geliyor değil mi?

İyi haftalar.

Eray Özer kimdir?

Eray Özer ODTÜ'de psikoloji okudu, sosyoloji hatmetti. Akabinde Bilgi Üniversitesi'nde yüksek lisans, Anadolu Üniversitesi'nde ise tez aşamasına takılan bir doktora ile akademik hayattan bir türlü elini eteğini çekemedi. Hatta iki yıl boyunca Kadir Has Üniversitesi'nde sosyoloji dersleri verdi.

Meslek hayatına Radikal Gazetesi'nde başladı, kısa süreli televizyon haberciliği deneyiminin ardından Doğuş Dergi Grubu'nda devam etti.

Son olarak ise Cumhuriyet hafta sonu eki Sokak'ı çıkaran ekipte yer aldı. Radikal, Birgün, Cumhuriyet ve Diken'de yazdı.

Yaklaşık dört sezondur devam eden bir podcast içeriği hazırlıyor. Buzdolabının tarihinden Yapay Zekâ'ya, Roman halkının hikâyesinden Kayıp Kıta Mu'ya birbirinden farklı konular hakkında hiç bilinmeyenlerin anlatıldığı "Yeni Haller" ismindeki podcast yayınına Spotify'dan veya tüm podcast uygulamalarından ulaşabilirsiniz.