Emre Tansu Keten

25 Ağustos 2019

Doğruluk kontrolü (fact-checking) endüstrisi ve yalanla "mücadele"

Bağlam ve değerlerin göz ardı edildiği böylesi bir ortamda siyaset her gün yeni bir tanesi ortaya çıkan iddiaların çevresinde, sürekli bir şimdiki zamanda yaşanıyor

Yalanın etkisinin gözle görülebilir hale geldiği, bunun yanında yalan üretimi imkânının dar çevreleri aşıp kitleselleştiği, yalan üzerine iktidarlarını inşa eden politikacıların pıtrak gibi çoğaldığı çağımızda doğruluk kontrolü (fact-checking) faaliyeti de, yalanla mücadelenin etkili bir aracı olma iddiasıyla ön plana çıkmaya başladı.

Türkiye'de Doğruluk Payı ve teyit.org örnekleriyle tanıdığımız (parodi bir girişim olarak Pelikancıların Fact-Checking Turkey'ini saymıyoruz elbette) doğruluk kontrolünü, temel olarak, politikacıların açıklamalarının veya sosyal medyada dolaşıma giren haber, fotoğraf, video gibi içeriklerin gerçekle ilişkisini araştırıp, bu konunun doğru/yanlış olduğunu açıklama faaliyeti olarak tanımlayabiliriz.

2003 yılında Factcheck.org, 2007 yılında ise Politifact ve The Washington Post bünyesindeki Fact Checker'ın faaliyete geçmesiyle etkili olmaya başlayan doğruluk kontrolü, bilhassa ABD'nin 2012 ve 2016 seçimlerinde önemli bir rol oynadı. 2009 yılında Politifact'in Pulitzer Ödülü'nü almasıyla da bu alanın itibarı önemli oranda arttı.

Fact-check'in eleştirisi

İlk bakışta büyük hayırlara vesile olan bir amme hizmeti olarak görülen doğruluk kontrolü, kısa zamanda gerek gazetecilik alanında gerekse akademik alanda ciddi eleştirilerin muhatabı oldu. Örneğin, Wall Street Journal, politik alanın/tartışmanın çoğulcu yapısını ve taraflar arasındaki görüş farklılıklarını hesaba katan bir gazeteciliği, her beyanı yalanlar ve gerçekler olarak kategorize etmeye çalışan bir gazeteciliğe tercih ettiğini açıkladı.

Joseph E. Uscinski ve Ryden W. Butler ise doğrulama yönteminin, politik tartışmaların bütün taraflarını söylemsel düzeyde eşitlediğini, bütün politik açıklamalara aynı düzeyde yalan potansiyeli yüklediğini ve böylece politik söylemin/safların üzerinde yükseldikleri değerlerin berhava edildiğini ileri sürdü.

Yakın bir dönemde, ABD Temsilciler Meclisi'nin Demokrat üyesi Alexandria Ocasio-Cortez de benzer bir eleştiriyi dile getirdi. Pentagon'un bütçesi hakkında yaptığı bir yorumun Washington Post'un Fact Checker bölümü tarafından dört Pinokyo (5/4) ile oldukça yalan bulunmasının ardından Cortez, ahlaki olarak haklı olmanın, rakamsal olarak doğruları paylaşmaktan daha önemli olduğu açıklamasında bulundu. Çünkü asıl olarak vurgu yaptığı yer, Amerikan sağlık sisteminin yoksulları dezavantajlı kılan çarpık yapısı ve bunu düzeltmek için kaynak aktarılmamasıydı.

Bu eleştiriler doğrultusunda, doğruluk kontrolü mantığının, özellikle sosyal medya çağında dolaşıma giren her haberi meşru şüphe uyandıracak düzeyde doğrulanmaya muhtaç olarak gördüğünü söyleyebiliriz. Söz konusu açıklama ya da haberdeki olguları herhangi bir bağlama yerleştirmeden, doğruluk-yanlışlık kıstasından geçirmek, büyük oranda buna odaklanmak, haberin içeriğinin ele alınmasını engelleyen teknik tartışmaları hâkim kılıyor. Her olayın, bağlamı içerisinde anlam kazanabileceği unutuluyor. Haklılık, herhangi bir konuda durduğunuz yerin üzerinden değil, söylediklerinizin teknik karşılıkları üzerinden pay ediliyor. Böylece Cortez ile Trump'ın birbirine tamamen zıt dünyaları arasındaki devasa farklar değil, yaptıkları açıklamaların içerisindeki olguların bitmek bilmez doğrulanma ve yanlışlanma çabaları algıları meşgul ediyor. Kevin Drum'ın vurguladığı gibi, bunların birçoğunu ise doğrulanabilecek/yanlışlanabilecek şeyler değil, ancak açıklanabilecek meseleler oluşturuyor.

Örneğin, 8 Mart eyleminde ezanın ıslıklandığı iddiası ya da Kaz Dağları'nda kaç ağacın kesildiğini belirleme çabası. Bunlar, bu olayları AKP'nin kadın ve doğa düşmanı politikaları içerisinde değerlendirmekten imtina ederek, tek bir video ya da fotoğraf üzerinden gerçek olanın ne olduğunu araştırma düzeyinde ele alındığında, AKP'nin 8 Mart'ta sokağa çıkan kadınlara saldırması da, kesilen ağaçların sayısı ne olursa olsun, bir doğa katliamıyla karşı karşıya olduğumuz gerçeği de bir olay üzerine dönen tartışmanın yarattığı algının ardında görünmez oluyor.

Bağlam ve değerlerin göz ardı edildiği böylesi bir ortamda siyaset her gün yeni bir tanesi ortaya çıkan iddiaların çevresinde, sürekli bir şimdiki zamanda yaşanıyor. Kadın ve doğa düşmanı politikalarla özdeşleşen AKP, bir iddianın yanlışlanması ya da doğrulanması üzerinden kendisini aklama, gündelik algıda sicilini temizleme şansını yakalıyor.

Seçimden önce, İmamoğlu'nun Ordu Valisi'ne hakaret edip etmediği üzerinden dönen tartışma da (herhangi bir doğruluk kontrolüne tabi tutulmasa da), politik söylemin teknikleşmesine dair önemli bir örnek. Kazandığı seçim iktidar tarafından iptal edilen, bu süreçte birçok baskı ve karalamayla karşı karşıya kalan İmamoğlu'nun, bir tuzak sonucu içerisine girdiği tartışma ortamında sarf ettiği iddia edilen sözler, günler boyunca tartışılan tek konu haline gelmişti.

"İt" dedi mi, demedi mi üzerinden dönen tartışma, İmamoğlu'nu ister istemez bir savunma pozisyonuna itmiş, tartışılması gereken hiçbir şeyin tartışılamadığı bir dilsizleşme süreci yaşanmıştı. Bu olayda gördüğümüz, farklı politik pozisyonların söylem düzeyinde eşit olmadığı ve bu tür tartışmaların her zaman ideolojik ve politik olarak güçlü olan tarafın lehine çalıştığıdır.

Burada Lee McIntyre'nin yanlış eşdeğerlik kavramına da başvurabiliriz. McIntyre, nesnellik şiarı doğrultusunda, iddianın her iki tarafına da aynı mesafede durmanın ya da her iki tarafa da aynı fırsatları tanımanın, kurgu ve uydurma olanın daha meşru bir zemine taşınmasını (istemeyerek veya kasten) sağladığını söylüyor. Örneğin, Troll'lerin veya saray medyasının muhaliflere yönelik bir iddiasını doğruluk kontrolünden geçirmek, tam da yanlış eşdeğerlik kurmak anlamına geliyor. Araştırma sonucunda bu iddiayı yalanlasanız bile, meşruluk kazanan, tartışma zemininde çoktan yer edinmiş olan iddia oluyor.

Nesnellik mümkün mü?

Doğruluk kontrolü, iletişim teknolojilerinin de yardımıyla, belli başlı yöntem ve ilkeler üzerinden haberlerin ve içeriklerin nesnel bir araştırmasını öngörmekte. Yani, kullanılan yöntemlerin nesnelliği iddiası, ulaşılan sonuçların sağlaması yapıldığında da aynı sonuçlara ulaşılacağını söylüyor. Ancak burada karşımıza ilk çıkan soru, teyit edilecek iddiaların hangi yöntemlerle seçildiği? Washington Post'tan Glenn Kessler, seçmen açısından en önemli konuları öncelediklerini; PolitiFact ise haberin doğrulanabilir olgulara dayanması, başkaları tarafından yaygınlaştırabilir olması gibi kriterleri önemsediklerini söylüyor. Ancak bunlar öznel yargılara gayet açık alanlar.

Morgan Marietta, David C. Barkes ve Todd Bowser, benzer ilkeler ve yöntemlerle çalışan üç doğruluk kontrolü kurumunun, seçtikleri konular ve elde ettikleri çıktılar konusunda ortaklaşıp ortaklaşmadıklarını araştırdıkları çalışmalarında, hedeflenen nesnelliğe pek de yaklaşılamadığını ileri sürüyorlar. 2012-2013 yıllarına odaklanılan çalışmada, bu dönem öne çıkan gündemlerden birisi olan ırkçılık sorunu hakkında, PolitiFact'in 16 kontrol gerçekleştirdiğini, Fact Checker ve FactCheck.org'un ise bu konuda hiç kontrol gerçekleştirmediğini aktarıyorlar. Benzer bir farklılık iklim değişimi konusunda da görülüyor.

Aynı içerikler üzerinde çalışmamaya dikkat eden bu üç kuruluşun, pişti olduğu üç örnek olayda ise ulaştıkları sonuçlar bambaşka oluyor. Söz gelimi, Senator Dick Durbin'in sosyal güvenlik ile ilgili bir açıklaması FactCheck.org tarafından yanlışlanırken, Fact Checker bunun doğru olduğunu ileri sürüyor. 2012 yılında Jan Carney'in federal harcama rakamlarıyla ilgili açıklamasına Fact Checker yalan derken, Politifact bunu doğru olarak açıklıyor. 2013 yılında Obama'nın bütçe açığı ile ilgili açıklamasına ise FactCheck.org yalan, Politifact doğru diyor.

Yani, doğruluk kontrolü, teknik imkânların yardımıyla, nesnele yakın bir değerlendirme ve hakikati ortaya çıkartma süreci olarak işlemiyor. Denetlenecek konuların seçiminden, bunların nihayete erdirilmesine kadar öznel tercihler ön plana çıkıyor. Ki bu, hedeflediklerinden uzak olsa da, doğal bir şey. İşin distopik tarafı, günün birinde bu "yüce nesnelliği" ideolojik bir silah olarak kullanabilecek düzen yanlısı hakikat kontrolü yapılarının ortaya çıkması.

Hakikat Sonrası (post-truth) çağında, insanların yorumlarıyla yapısını bozamayacağı saflıkta verilerin ortaya konulmasıyla tartışmasız hakikatin herkese kabul ettirilebileceğini düşünen anlayış ne yazık ki, bu iddialarının ideolojik yapısını ve barındırdığı tehlikeleri görmek istemiyor. McIntyre'nin dediği gibi "Hakikat sonrası fikrine dair çarpıcı olan şey sadece hakikate meydan okunması değil, hakikate siyasal hakimiyet kurmanın bir mekanizması olarak meydan okunmasıdır. İşte bu yüzden, hakikat sonrası fikrine dair esasen bilinmesi gerekenleri kavrayacaksak eğer, siyasetten imtina etmememiz gerekir".

Yalan her zaman vardı. 20. yüzyılın faşizm deneyimleri, yalanın siyasetin aracı olarak kullanılmasının ve kitleler tarafından çılgınca sahiplenilmesinin uç örnekleri olarak tarihteki yerini aldı. Sosyal medyanın gelişmesi, hem yalanların etkisini ve geniş yayılımını birebir görmemizi, hem de sıradan insanların yalan üretiminde ne kadar hevesli olduklarını fark etmemizi sağladı. Ancak sosyal medya ve diğer iletişim teknolojileri bu olguyu yaratmadı, bunun aracı oldu. Brexit ve Trump'ın seçilmesi hakikat sonrasının nedeni değil, sonucuydu. Böyle bir ortamda, bir girişimcilik alanı olarak trend haline gelen doğruluk kontrolü, belli gündemlerde belli yararlar sağlayabilecek olsa da, siyasetten kaçmayan, steril (ve hayali) bir nesnellik yerine gazeteci Herbert Matthews'ün sözleriyle "dürüst bir taraflılık" içerisinde hareket eden yeni yöntemler keşfetmemiz gerekiyor.


Bahsi geçen kaynaklar