Eliza Doolittle

20 Ocak 2011

Tıksırıncaya Kadar...

Kim yazıyor konuşmalarını? Önden prova yapıyorlar mı? Kendilerini eski kayıtlarda...

Türk politikacıların, pek çok Batılı politikacı gibi, beden dili, iletişim teknikleri, ses tonunu etkin kullanma gibi konularda danışmanlık aldıkları eğitmenleri var mıdır diye merak ederim hep...
Kim yazıyor konuşmalarını? Önden prova yapıyorlar mı? Kendilerini eski kayıtlarda, yansız ve eleştirel olarak izleyip/dinleyip çıkarımlarda bulunuyorlar mı? Ara sıra da olsa,  hele de seviye çıtasının gittikçe daha çok düştüğü son günlerde, kendilerini duyuyorlar mı diye sık sık merak ederim. 
Bu ara dikkatimi çeken noktalardan biri de, Başbakan Erdoğan ve çevresinin, çeşitli konulardaki açıklamalarını genellikle hep aynı notadan sürdürmeleri. 
Karşılarında ya 3-4 yaşlarında haşarı çocuklar, ya da çok sesli senfonik müzikten zinhar anlamayıp, olsa olsa tek sesli acemi bir kaval sesine mel mel kulak vermiş koyunlar varmışçasına tutturulan bu üslup nedendir?
Eğri büğrü de olsa, yine de sonuçta hala demokratik olma iddiasındaki bir düzende, bu üslubun ne derece rahatsız edici olduğunu, içlerinde hiç kimse dile getirmiyor mudur?
Yoksa, dışa kapalı grup toplantılarında bile, “Aman haşa, bir şey deriz de küsüp gidiverir, anlamaz- dinlemez, en ufak eleştiriye tahammülsüzlük ediverir, maazallah bir de zar zor edindiğimiz yerimizden oluruz” türünden kaygılarla kimse bu tip geri bildirimlerde bulunmuyor mudur? 

“Aksırıncaya, tıksırıncaya kadar içiyorlar. Trafik polislerinin kazalarda yakaladıkları kimler? Bunların yaptıklarını ölümle mi ödeyeceğiz?”
İnsanın ilk tepkisi şaşkınlık...“Bunlar” kim, “biz” kimiz?
Bu söylem, biraz da kendi yurttaşından uzaklaşmış; kendini bambaşka bir yerde konumlandırmış; kendi topluluğunu apayrı bir yerlerde soyutlamış bir Başbakanın söylemi gibi gelmiyor mu kulağa? 
İçlerinden aklı evvel bir ikisi çıkıp da “Herkesin sağlığıyla ilgili seçimleri kendisinindir, etrafa zarar verici hale gelmediği sürece, demokratik bir ülkede bireysel özgürlüklere karışılamaz” demez mi?
“Bayan Merkel konuştuklarını da unutuyor galiba” türünden bir söylem, Türkiye’nin Başbakanına değil, olsa olsa, kenarın eğitim ve terbiye yoksunu yırtık bir dilberine yakışabilir ancak. Aynı anlamda, ama diplomatik ve incelikli bir biçemle “Sayın Bayan Merkel’i, kendilerinin Kıbrıs konusundaki açıklamalarını anımsamaya davet ediyorum” denilirse çok mu kötü olur? 
Danıştay’ın, ALES'te türbanlı adaylara izin veren düzenlemeyi durdurmuş olmasına, “bu gerekçeye kargalar bile güler” demese de Hüseyin Çelik, “Danıştay kararının hukuki gerekçelerini çok ikna edici bulmadım” gibisinden ifade etse kendisini, anlamaz mıyız ne dediğini?!
Kullanılan bu abesle iştigal dili, bu “biz ve onlar” yaklaşımını, bu “böl ve yönet” gidişatını dehşetle izliyorum. 
“Taraf”ı ne olursa olsun, aynı stratejileri kullanan her kesime ilişkin duygu ve düşüncelerim de farklı değil.
Gündemde tartışılmaya çalışılan her türlü konuyla ilgili olarak, adeta, minicik bir çocuğun, ağdalı bir dille yazılmış, anlamının hiç ayırdına varmadan zorla ezberleyip, düşünmeden okuduğu bir manzume biçemiyle yanıt vermenin her kesimdeki yaygınlığı da beni dehşete kaptırıyor. 
“Yetmez ama evet’çiler, gördünüz mü sizinkileri?!” söylemini temcit pilavı gibi tekrarlamanın da, “tıksırıncaya kadar” söylemine yakın, al birini vur ötekine bir başkalaştırma olduğuna yürekten inanıyorum. 
Farklı yöndeki uygulamalarla ilgili “o yasağa hayır ama öbür yasak iyi aslında” türünden, çifte standartlı, hukuk ve etik dışı bir anlayışa da tümden karşı olduğumu ayrıca belirtmeliyim. 
Danıştay 8. Dairesi, ALES'te ''fiziksel teşhiste sorun olabilir'' gerekçesiyle türbanlı adaya izin veren düzenlemeyi durdurdu.
Bir yanda yasakçı, sansürcü, anti-demokratik zihniyeti kınarken, öte yanda aynı zihniyeti farklı konularda benimsemenin, üstelik bunu oldukça gülünç bir “fiziksel teşhis” gerekçesiyle yapmanın son derece tehlikeli, kamplaşmaların ekmeğine anlamsızca yağ süren, üstüne üstlük diğer yasaklara da çanak tutan bir yaklaşım olduğunu düşünmemiz gerekir. 
Hiç kuşkusuz, bu bütünsel tepki, Hüseyin Çelik’in, “kargalı” üslubunu onaylamamız anlamına da gelmez. 
İlkel bir kısasa kısas mantığı içinde, yasaklara başka yasaklarla karşılık vermenin ne kimseye hayrı, ne de bu alacakaranlık gidişatın durdurulmasına yardımı olacaktır...