Geçen hafta İstanbul’a uçarken, her zamankinden çok da farklı olmayacak, alışılmış bir iş gezisi olacağını düşünüyordum. Yanılmışım.
İş yoğunluğundan çalınmış bir Cuma akşamı, muhabbeti saatlere yayan, kalabalık bir rakı-balık sofrasında, 70 yaşında, tonton, kel, pos bıyıklı, gözlüklü bir beyefendiye aşık oldum.
Yanlış anlaşılmasın; bu beyefendinin yarı yaşından ufak, eşime pek muhabbetle aşık, şükür ki mutlu ve şanslı bir kadınım. Zaten, ilk kez yüzyüze tanıştığım beyefendinin, muhtemelen 40-50 yıldır evli olduğu, yazar, düşünür, ender rastlanır derinlikteki ve duyarlılıktaki eşine de, ziyadesiyle hayranım.
Yeni aşkım, zamana yayılmış, büyük saygıyla karışık bir entellektüel hayranlığın, keyifli, derin, upuzun bir rakı sofrası sohbetiyle birleşince oluşturduğu bir çarpılma gibi... Ay Çarpması bir nevi.
Son derece nüktedan beyefendinin, takvim yapraklarına yazılı yıllarıyla zerre bağdaşmayan, gencecik, ışıl ışıl, fıldır fıldır gözleri var. Kaçırmadan gözlerini, insana dinlendiğini ve anlaşıldığını öyle bir güçle duyumsatıyor ki, aklınız şaşar.
Ege kasabalarında büyümüş bütün insanlar gibi, etlisi otlusu ne de güzel anlattığı gelişmiş bir yemek zevkine sahip olduğu besbelli. Bir de arada, o dupduru, akıcı dilinden sıyrılıverip Ege ağzı döktürmesi var ki, anlatılır gibi değil. “Durupdurus burılağda, yiyin gari” gibi bir şeyler söylüyor, hepimizi gülmekten yerlere yatırıyor...
Ardından, masada yarattığı etkiden memnun, gevrek gevrek gülüp, en ciddi, en bilgili, en iç görülü haliyle, çat diye ağır gündeme, işe güce, Türk basınının ahval ve şeraitine dönüyor. Sanki ne anlatsa yutmaya hazır gençlerin karşısında oturduğunun farkında değil gibi bir de, “yahu çocuklar kusura bakmayın, fazla derine daldık, sizi konuşturmadık” diye, alçakgönüllü bir incelikle özür diliyor!
Pipo içiyor. Dumanı kalıbına büyük gelen yeni yetme kodamanların burnunuza soktuğu purolar gibi değil; pipo eline, sanki onun için üretilmiş bir aksesuar gibi, ahenkle yaraşıyor.
Gömlek-süveter üzerine ceket giyiyor. Süveteri kendine, bir giyim tarzını alamet-i farikası haline getirebilmiş eskiler gibi yakışıyor.
İncecik ve zeki bir mizah anlayışına, olağanüstü bir gözlem gücüne, inanılmaz çeşitte fıkra/anı/bilgi hazinesine sahip. Yıllardır, sayfalardır, ciltlerdir yazıyor. Derin birikimiyle harmanlanmış düşüncelerini hiç esirgemeden, çokluk da nüktedan bir biçemle, takır takır yazmasıyla maruf.
Bıkmadan, usanmadan, eskimeden; aksine, yıllandıkça buruk lezzetini daha çok içreleyen bir şarap gibi, güngünden tatlanarak, usul usul tırmıklıyor. Kendine yarattığı tırmıklama alanını, belki ailecek iflah olmaz kedi severlerden olduklarından, belki de tek bir biçeme, tek bir konuya, tek bir tarza takılmadan, sonuna dek özgür bir yazı ferahlığı yarattığı için seviyor.
Gücünü sağlam ve muhalif duruşundan alan, gerçek demokrat tüm aydınlar gibi, sıkıyönetim yıllarında ve daha sonra, başı dertten hiç kurtulmamış. 40 yılı aşkın gazetecilik yaşamı boyunca, defalarca hapse girip çıkmış.
Uzun yıllarını siyasal göçmen olarak yadellerde, gezerek, özleyerek, çalışarak ve biriktirerek geçirmiş. Birikim derken, kimliğine zengin gözlemler, bilgiler, deneyimler, ince duygular ve tanışıklıklar eklemiş olmasından söz ediyorum. Öyle ki, bu süreçte çevirmenlik, taksi şoförlüğü, hamburgercilik gibi işlerde çalışırken biriktirdiği anılarından, farklı diyarlardaki gezilerinden, iki farklı kitap çıkarmış.
Ayrıca deneme kitapları, nehir söyleşiler yazmış. Yetmemiş, Yeşilçam için imzasız senaryolar, tiyatro oyunları kaleme almış. Oyunlarını birkaç kadim dostuyla birlikte, düşe kalka, sansürlerden uça kaça sahnelemiş.
Gece uzun, Kireçburnu ayaklar altında...
Sohbet sıcacık, içten ve alabildiğine keyifle akmakta... Rakı kadehte, meze tabakta durmuyor.
Laf lafı, kahkaha kahkahayı açıyor. Sözü edilen kadim dostlar, dillendirilen hatıralar içinde Yılmaz Güney’lerin, Tunçel Kurtiz’lerin, Umur Bugay’ların, dev kalemlerin, kelli felli siyasetçilerin isimleri geçtikçe, inanmazlık nidaları buz şıkırtılarına karışıyor.
Eşinin hevesle beklediğimiz yeni kitabından, torununun tatlı yaramazlıklarından, oradan, buradan ve şuradan derken, dört başı mamur muhabbetimiz yağmur damlalarının dövdüğü camlarda buğulanıyor.
Söz dönüp dolaşıp, Nil ile birlikte biz “taze kalemlere” gelince, daha önce de yazıp, bendeniz “çaylak yazar”ı havalara uçurmuş olduğu bir değerlendirmesini yineliyor. “Eskilerin üslup kıvraklığı dedikleri bir anlatım kabiliyetine sahip” olduğumuzu söylüyor. Babacan öğütlerde, yazma serüvenime dair heyecan verici önerilerde bulunuyor. Bunca birikim ve yetenekle, doğallıkla kalite skalası yüksek, çok kolay beğenmeyen, sözünü de sakınmayan bir kişi olduğuna dair inancım nedeniyle, cömertlikle söyledikleri yüreğimi sevinçle dolduruyor. Utangaç bir kıvanç duyuyorum.
Hal böyle olunca, Doğan Ağabey ile birlikte “yahu yazsanız ne güzel olur” dedikleri portre yazıları için bir heves, kolları sıvıyorum. Kalemim yettiğince yazdığım portrelerin ilkini kendisine ithaf etmeyi de ona değil, kendi aşkıma borç biliyorum.