Eliza Doolittle

16 Temmuz 2011

Kaybedenler Kulübü

Gülen ayva, ağlayan nar. Aylardan Temmuz, mevsimlerden sonbahar.

Gülen ayva, ağlayan nar.  Aylardan Temmuz, mevsimlerden sonbahar.

Bir yandan bardaktan boşanırcasına yağmur yağarken, bir yandan da çok şiddetli rüzgar estiği için, Mary Poppins tadında, şemsiye benim elimde değil, ben şemsiyenin ucuna iliştirilmişim gibi bir dengesizlikle, yolda yürümüyor, adeta uçuyorum.


Tam da otobüse yetişmek üzere son düzlüğe girmişken, Venedik’te bir sokak tezgahından alınmış, en hasından ucuz malzeme Çin malı, ama kallavi ve pek de sevgili emektar şemsiyem, rüzgara dayanamayarak çatır çatır parçalara ayrılıveriyor.


Sırılsıklam, çok üşümüş, yorgun argın bir halde kendimi otobüse atıyorum. “İş için geldik buralara ama bu ne biçim hava, şimdi memlekette olsak temmuz temmuza, yaz da yaza benzerdi dırdırdırdır” diye susmamacasına şikayet eden iç sesime, “Ülkende olsan mesai çıkış saatinde şu 10 dakikada bir geçen otobüsü bulacak, rahatça yayılıp oturabilecek miydin bakalım?” şeklinde, yine içimin muhalifi yanıt veriyor.


Onlar inceden tartışadursunlar, ben cep telefonumda haber sitelerinden birini açıyorum. Haberler akmaya başladıkça, zaten kapkaranlık olan hava bir anda daha da kararıyor.


Er geç gökkuşağına el veren fırtına karanlığına benzemez üstelik, savaş karası insanın yüreğini her şeyden daha çok dağlıyor. Lanetli, haksız, korkunç terör, haklı davaları bile her zaman çürüğe çıkarıyor.


Birileri alet etmiş yine gencecik körpeleri çirkin emellerine, kırdırmış aslında kardeş gönülleri birbirine, filler tepişsin diye çimenler eziliyor. Türkçe ya da Kürtçe ağıt yakmış ne fark eder, onlarca evde onlarca anne bağırıyor.


Karamsar, mutsuz, ayrıca hala sırılsıklam, saçları yüzüne, kazağı üstüne yapışmış, işten çıktığımdan çok daha yorgun bir halde, kendimi eve atıyorum.


Televizyon açık durdukça üşüyen içimi, sıcak kahveyle nafile ısıtmaya çalışıyorum. Televizyonu kapatıp kahveyi lavaboya döküyor, bilgisayarımı ve kırmızı şarap şişesini açıyorum.


Ruh halime cuk oturan, üstelik uzun süredir izlemek istediğim bir filmi, Kaybedenler Kulübü’nü izlemeye karar veriyorum.


Mart sonunda vizyona girdiğinden beri sağlam gişe yaptığını okuduğum filmin, özellikle kurgusunun etkileyici olduğunu duymuştum. Üstelik son yıllarda çoğu filmi, hele de iyi yerli yapımları sinemada izlemeye özen gösteriyorum. Ancak Hollanda sinemalarında gurbetçiler için gösterilen “Turkse Films” kategorisi, ne yazık ki Kurtlar Vadisi ile Recep İvedik ekseninden çıkamıyor. Çaresiz, sinema koltuğu yerine bizim kırmızı kanepeye yayılıyorum.


Kurgu, oyunculuklar, mekanlar, diyaloglar, çok özen gösterildiği belli olan ince detaylar derken, akça pakça, keyifle izlenen, bazı yerlerde kahkaha attırıp, bazı yerlerde gözleri dolduran, hoş bir seyirlik çıkmış ortaya...


Damlalar cama, ben kırmızıya, film akşama dökülüyor. Islak yaz akşamında her şey birbirini çağrıştırıyor.


Uzak ve güzel ülkem günbegün, kendi rüzgarında parçalanan kırılgan şemsiyeleri, karanlığıyla
ıssızlığı kendinden menkul bir Kaybedenler Kulübü’nü andırıyor.