Eliza Doolittle

31 Temmuz 2010

Hayal Asistanım Jön Necmi

Bilirsiniz, minik çocukların uçsuz bucaksız bir hayal dünyası, yetişkinliğe girizgah yaptıkça körelen hassas duyuları vardır.

Bilirsiniz, minik çocukların uçsuz bucaksız bir hayal dünyası, yetişkinliğe girizgah yaptıkça körelen hassas duyuları vardır. Bu özenilesi, yaşam elverdiğince korunulası dünyanın bir yerinde, çoğu çocuğun bir de hayal arkadaşı olur. 
Allah esirgesin, öyle şizofrenik bölünmüş kişilik çağrışımlarıyla da değil üstelik..Böyle bir dostluk, son derece doğal, anlaşılır, bazısı yalnız anlardan, bazısı kalabalık içinde eğlenceyi artırmaktan, hayran olunan bir karakteri gerçeğe dönüştürmenin hazzından, birçok başka motiften güdümlenebilir...
Savaş resmi çizerken silah sesleri çıkararak olayı bizatihi canlandıran bir tatlı salak veletten, kendi kendine mırıldanarak resim çizip barbie bebeklerle oynayan bir küçük minnoştan daha olmadık, fazlasıyla farklı değildir bu hayali kahraman...
Büyürken, tıpkı diğer birçok özgürlük gibi, arada kendi kendine saçmalamayı, rengarenk boya kutularıyla ses efektli resim eğlencesini, oyuncaklarını ve hayal arkadaşlarını azar azar terk eder çocuk.
Çok ayıpmış gibi, çok lazımmış gibi, çok aferinmiş gibi; bir yandan çoğalırken, öte yandan azalarak büyür. 
Şans, akıl, duyarlılık, düşgücü, mizah anlayışı, biraz da çatlaklık varsa serde, olanaklar yeterliyse her nevi, çocuk yanının ufak keyiflerini de beraber taşıyarak “adam olur” sonra... “Adam gibi adam” olur üstelik, ciddiyet ortamlarının lacivert çekmecelerinde sanıldığının aksine… 
Yetişkinlik streslerinde bunalıverdiği günlerde de ne yapacağı hiç belli olmaz; çocuk yanına dokunmanın iyi gelebileceğini bilir yalnızca...  
Jön Necmi’yle tanıştığım gün de işte aynen öyle bir gündü...
***
Bilgiyi ukalalıkla bir tutan koca kravatların, tiz sesli didaktik döpiyeslerin prim yaptığı kurumsal hayatta, en başlarda afallasam da, daha sonra bu aceleci çarkların içinde evrilerek pişen bendeniz, etrafla ve kendiyle dalga geçebilen için her şeyin daha güzel olduğunu gayet iyi bilmekteydim. 
İşimi hayatımın merkezi haline getirmeden, ama önem vererek, “triktraktriktrak olur mu hiç çalışmamak” melodili arı maya temposunda pıtır pıtır yapmaktaydım. 
Simsiyah takımlarım, inci kolyem, ince topuklu rugan iskarpinlerim, özenli hafif makyajım dışında, “makamımdaki”, baktıkça iyi gelen cincik boncuk birkaç nesne, kıyafetimi boyasın diye taşıdığım cart renklerde bir çanta, herhangi bir aksesuarla, vaziyeti kendimce hoşlaştırmaktaydım. 
Pozisyonunu fazlaca içselleştirmiş, döpiyes ruhlu ve kravat kalpli tiplemelere, arada bir içimden nanik yapmaktaydım! 
Bazen gayet güneşli, bazen parçalı bulutlu, ender olarak iç güveysi kıvamında, bir güzel de yuvarlanıp gitmekteydim.
Bu çabaların hiçbirinin beş para etmediği sevimsiz bir toplantıdan çıkıp, kahve molası için aşağı indiğim bir gün, yanıma bir adam yaklaştı. 
Bir yandan zeki pırıltılarla muzip ve çapkın bakan gözleri, pos bıyığı, fuları, centilmen tavırlarıyla 1970’lerin jönlerini, Kadir’li, Ediz’li, Tarık’lı, Sadri’li, daha naif, daha pudralı zamanları çağrıştırıyordu.  
Öte yandan, spor ama şık “smart casual” kıyafeti, elinde “Starbucks Americano”su, “Moleskine” not defteri, gösterişsiz ama kaliteli “Mont Blanc” kalemi ve “Cartier” kol saatiyle de şimdilerin “cool”, girişimci iş adamları havasındaydı. 
Gelgelelim ismiyse Necmi’ydi ve arada yaptığı muhafazakar yorumlar, ağırdan alan  tavırlar içinde bu da, tipine tam gitmeyen, ama iş bitirici olması için elzem memur ruhuna bir selam mahiyetindeydi…Tam hayal ettiğim gibiydi!
Artık benim asistanım olacağını, iş yerinde olsun, yazılarımı yazarken ya da hayatın içinde olsun, istediğim anda yardıma koşacağını; hele öyle pasaport yenilemek, kuru temizleyiciden gömlekleri almak, bozulan çamaşır makinesi için usta bulmak türevi, zeka düzeyi ortalama, zorunlu işleri bana hiç bırakmayacağını söyledi. 
Başta itiraz ettim, çoğul hayatın, insana keyif veren külfetleri de olduğunu söyledim ama, “neyi yapmamı isterseniz onu yaparım, emrinize amadeyim” cevabıyla hafiften göz kırparak reverans yapıp, sigaramı pek zarif bir gümüş “DuPont” çakmakla yaktı, bitince geçeyim diye de kapıyı tuttu iyi mi?! 
Gönülçelen Necmi, o gün bugün buralarda…
Arada terslenip maço yorumlar yapıyor, kızıyorum, günlerce görüşmüyoruz; bazen en sabrımın zorlandığı zamanlarda içinde bulunduğumuz abesle iştigal vaziyete dair komik bir taklit patlatıyor, aramızda çok eğleniyoruz; bazen de tam “ay Necmi yetiiş!” dediğim anlarda hızır acil gibi gelip yan koltukta bitiveriyor. 
Basbayağı alıştım nüktedan yorumlarıyla iltifatlarına, bitmeyen kahve ve nutella kaynaklarına, yürürken şemsiye tutmalarına, geçinip gidiyoruz!