Bugün çeşitli gazetelerde en çok yorumlanan haberlerden biri şu;
“Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün dün Ankara TED Koleji’nden mezun olan küçük oğlu Mehmet Emre Gül, ABD’de girdiği sınavlarda üstün başarı göstererek dünyaca ünlü Harvard Üniversitesi’nde eğitim görme hakkı kazandı. Gül’e Harvard’ın dışında Columbia, Winston, Chicago ve MIT’den de teklif geldi. Mehmet Emre, SAT sınavında 800 üzerinden 800 puan alarak ulaşılması zor bir rekora imza attı.”
Okurken, çocuğun yaşından çok, artık, 1991 doğumluların üniversite yaşına gelmiş olması noktasında sabah kahvesi kafasıyla duyumsadığım göz kenarı kırışığı kıvamlı “yaşlanıyoruz huleyn” efkarına pek takılmıyorum. (Yerseniz!!)
Yavruceğizin, benim de okulum olan TED Ankara Koleji mezunu oluşu deseniz, bu bile kendimi ona yakın hissetmeme zinhar ve kat’ta yol açamıyor.
Öyle ki, bu evlatçık, bizim George Clooney (bunu da mı yemediniz?!) ile donuk gülüşlü anneciğinin orta yerinde, fena olmayan bir aydınlık çehreye sahip olsa da; ergenlikten kelli sivilcelerine rağmen o fazla prova edilmiş “genç işadamı” (genç’deki e’yi özellikle en kalın vurguyla okuyoruz) vücut diliyle bende hafif merak, biraz acıma, yandan takdir duyguları karışımı bir şeyler uyandırırken, sempati kısmı ne yazık ki eksik kalıyor.
Çeşitli sitelerdeki haber yorumları içinde, “aferim çocuğum, kendi evladıma bu kadar sevinmezdim” doğrultusunda şuursuz ebeveyn yorumlar; “eh, benim de babam cumhurbaşkanı olsa, ohhoooo” türevi, “Urfa’da Oxford olsa ordinasyus profesör olacaktım” uydurukçuları; “tü tü tü Allah nazardan saklasın yavruuum”cu çıtçıt çekirdek hanımteyzeleri, “SAT’de 800 almak ne ki” istemem yan cebime-cileri; “Türk üniversiteleri torbaya mı girdi” höt-hötçüleri derkeeen, haberin sonuna geliyorum.
Bu sırada, “bir başarı ölçütü olarak Harvard” ile “bir bok atma tahtası olarak Harvard” yorumlarının ötesinde, “bir marka olarak Harvard” açısından olayı düşünmeye dalıyorum.
* * *
Amerika’da, 2004 yılı Amerikan Eğitim Başkanlığı raporlarına göre, 4230’u aşkın üniversite yer alıyor.
Harvard, bu okullar içinde, en eski ve köklü sekiz adet üniversiteyi içine alan Sarmaşık Ligi’nin bir parçası, Amerika’nın en iyi 100 üniversitesi sıralamasının birincisi, öğrenci kabul oranı %8’i aşmayan bir üniversite.
Ben, Amerika’nın ilk 100 listesinde 60’ıncı sırada olan bir okulda yüksek lisans yapmış, okul öncesi iş deneyimi, haşa Mehmet Emre’nin girişimci ruhuyla karşılaştırılmayacak ufak tefek stajlar olan, Türkiye’nin iyi üniversitelerinin birinde yarı burslu okumuş, bu açıdan sistemle ilgili bilgisi oldukça sağlam bir “abla” (kim dedi bakayım oradan “teyze” diye?!) olarak; Mehmet Emre’nin başarısını ne “Aman yarabbim bu inanılmaz muhteşem bir rekorrr” klasmanına, ne de “babası cumhurbaşkanı olmasaydı, bıkbık da vıkvık” klasmanına dahil ediyor, öncelikle “aferim çocuğum” sandalyesine ilişiyorum.
Amerika’da lisans eğitimi için üniversiteye kabul almak imkansız değil, ancak özellikle ilk 100 okul için, oldukça zor...Bizim ÖSS’ye tekabül eden üniversite yerleşim sınavı SAT ise, matematik, mantık/okuma ve yazma olarak 3 aşamalı, en yüksek toplam puanı 800’erden 2400 olabilen bir sınav. (Bu açıdan, Mehmet Emre’nin sınavın bütününden mi tam puan aldığını, bölümlerin birinden mi bu başarıyı gösterdiğini bilmiyoruz.)
Amerika’da yüksek lisans ve doktora yapmak için kabul almaksa, genelde daha da zordur. Yüksek lisans için yapılan başvurularda, üniversite not ortalaması dışında, işletme ve benzeri alanlar için sayısal ağırlıklı GMAT, diğer konular için sözel ağırlıklı GRE adları altında anılan sınavlarda başarı göstermek gerekir. Hem üniversite, hem yüksek lisans için, anadili İngilizce olmayanlardan, doğallıkla ayrıca TOEFL (yabancı dil olarak İngilizce testi) puanının yüksek olması da istenir.
Ancak hiçbir okul, hele de ilk 100 listesi, sadece sınav veya not ortalaması kriterleriyle öğrenci kabul etmez. Referans mektupları ile başvuran öğrencinin iş deneyimi, girişim ruhu, ve hatta bu ruhun ölçütleri olarak sosyal kulüp üyelikleri, okul dışı aktivite ile hobileri, spor becerileri, varsa blogları bile önem taşır.
Hal böyleyken, tebdil-i kıyafet gezen prens Alaaddin masalları gibi bir durum da olmadığına göre, Türkiye Cumhurbaşkanı’nın oğlu olarak, akademik, politik ya da iş dünyası açısından tüm “güç”lerin referansını kolayca alabilecek olan; Türkiye’nin en iyi kolejlerinden birinden mezun; daha minnak çocukken kendine şirketler kurup internet sitelerinden ticarete, alışveriş merkezlerinde bardak mısırcılığına başlayan bir çocuğun, hele de SAT sınav notu iyi olunca, Harvard’dan kabul alması olağanlaşıyor. Bu nedenle de öyle aman aman bir haber değeri taşımıyor.
Haber değeri taşıyıp da, balık belleklerimizde kısa sürede unutulmuş, başka olguları anımsayalım biraz. Çocuk daha lise 2 öğrencisiyken, Şubat 2009’da babasının Suudi Arabistan resmi diplomatik gezisine katılan iş adamlarıyla birlikte temaslarda bulunması, protokolde yer alması, birçok farklı isimden tepki almamış mıydı? Emekli Büyükelçi İnal Batu başta olmak üzere birçok diplomat, olayı, “Usul dışı. Böylesi Arap ülkelerinde görülür” diye yorumlamamış mıydı? Bugün bu çocukla ilgili yorumları carcarcar dizerken, 1.5 yıl önce günlerce konuşulmuş olan bu diplomatik gezi haberini hatırlayan kimse yok mu?!
Gelgelelim, beni, tüm bu paket içinde kendine düşen sorumluluğu adam gibi yerine getirdiği için aferin’lik olan bu çocuk değil; eline aldığı her iş, gözetimindeki her insan ve görüşleri dahilindeki her planı bütünsel bir proje mantığıyla tıkır tıkır, sessiz ve derinden, üstelik göreceli ılıman ve sevimli bir biçemle, tüm gerekleri yerine getirerek ve göze çok da batıp maşalaşmadan, tepki çekmeden yürüten babacığı ürkütüyor ki ne demeli, sonumuz hayrolsun George...