Bir varmış, bir yokmuş...Uzak diyarların tümünde, küçük kızlara masal çokmuş.
Masalların büyülü dünyasında prenseslerin yeri apayrı, romantizmin tadı fıstıklı çikolata, sarayların bahçeleri uçsuz bucaksızmış.
Tüm prensesler mutlu sonunu, tüm minik kızlar kendi masalını beklermiş.
Büyürken masal dinler, masal dinlerken büyürlermiş.
Büyürlermiş ki ne görsünler, yetişkinlerin gerçek dünyasında masalına sahip çıkmak zormuş.
Koca köstekli saatine baka baka koşan beyaz bir tavşan gibi, zaman, aşkın ömrünü kısaltıyormuş...
Bir varmış, bir yokmuş...Uzak diyarların birinde, masal düşkünü küçük bir kız yaşıyormuş.
Aradığının aslında prensi değil, kendisi olduğunu anlayamayacak kadar ufak; hikayelerin anlatıldığı kadarından ibaret olduğunu sanacak kadar da safmış üstelik!
Küçük kız, hem anneannesinden dinlediği masallardan etkilenir, hem de o masallardaki küçük kızlar süt içmek zorunda olmadığı, erkenden yatağa gönderilmediği, tarih ve matematik derslerine çalışmakla vakit geçirmediği için, onlara biraz da içerlermiş.
Gece balodan baloya gezip dans ettiklerini, gündüz bağ bahçede cıvıldayan kuşlar ve konuşan sincaplarla keyfettiklerini düşünür, onlara pek özenirmiş. Bu kızların masallarının da anlatılmayan kısımları olduğu, hiç mi hiç aklına gelmezmiş!
Kız büyüdükçe, kalp kırıklığıyla tanışmış; bilmediği türden bir acı, durmamacasına akan ve bir anda bitiveren gözyaşlarıyla...Pembelerine fümeler düşmüş, mavilerine gölgeler. Prensiyle karşılaşma düşleri de, umudu da giderek azalmış.
Yaşamının yapıtaşlarını yerine oturtma sürecinde, süt içen, ders çalışıp erken uyuyan prenseslerin de olduğunu öğrenmiş. Prenses olmanın, illa ki bir prens gerektirmediğini de...
Önce kendisini ve hayatı tanıması gerektiğini; ona mutlu bir hayat verecek değil, zaten içinde olduğu mutluluğunu paylaşacak bir aşk aradığını anlamış. Yeni pembeler keşfetmiş, gölgesiyle derinleşen maviler...
Büyürken, yeniyetme oğlan çocuğu ruhunu tümüyle geride bırakamamış; kendini adam olmuş sanan nice ıssız ruhlar tanımış. Tüm kılıflarının altında yeni kaleleri fetihlerden başka bir şey düşünmeyen başkalarıyla da karşılaşmış.
Gerçek masallarda etraf, prense dönüşsün diye öpmek gereken, kötü cadılar tarafından büyülenmiş kurbağalarla değil, prensmiş gibi görünen, durduk yerde bağlanmaktan korkmaya karar veren kurbağalarla doluymuş; canı yanarak anlamış.
Arada prens özelliklerine sahip, içtenlikle seven adamlarla da karşılaşmış elbet ama, onlarla da ya zaman, ya mekan, ya frekans tutturamamış, yola devam etmiş...
Yıllar sonra, kendi kalesinin anahtarları elinde; ailesi ve dostlarının güvenli varlığı istediğinde hemen yanı başında; huzurlu yalnızlığı tüm görkemiyle emrinde; geceyarısı balkabağına dönüşmeyen arabası garajında; şükran dolu ve hayatıyla barışık yaşarken, ansızın bir adamla tanışmış. Kendi toprağında doğmuş, ama uzak bir ülkeye yerleşmiş bir adam.
Prensliğini özünde taşıyan, sundukları içten ve gerçek, sevgisi masallara bedel bu adamla, yeni mevsimler, yeni takvimler, yeni tatlar, yeni ülkeler, yeni paylaşımlar yaşamaya başlamış.
Aşkın yolu kimseyi kimseye dönüştürmek değil, kendini ve onu her haliyle sevebilmekmiş, onu anlamış...
Aşk, ancak, diğerini kendi potasında eritip, kendi biçimlendirdiği kalıba dökmeden varolabiliyor; aşk olabiliyormuş çünkü.
Bir varmış, bir yokmuş...
Hayat, çoğul düşlerini kovalarken, tekil düşlerini de doyasıya yaşayabilenlere, peri tozu gönderiyormuş.
Aşkımız bol olsun!