Yemekten kültüre, akademiden sosyal medyaya kadar uzanan çok katmanlı bir serüvenin içinde, değerlerinden ödün vermeden yol almayı başaran, kendi tabiriyle “akıntıya karşı kürek çeken” bir sorgulayıcı o. Vedat Milor’un, Kronik Kitap’tan çıkan ve Yenal Bilgici’nin çarpıcı sorularına verdiği yanıtlardan oluşan Yeni Dünya Yeni Kurallar: Yaşam Zevkine Ulaşmanın Bugünkü Yolları, tam da bu ruhu yansıtıyor.
Hızla değişen dünyada değerlerinden ödün vermeden hayatta kalmanın yolu ne? Milor’a göre bu sorunun yanıtı basit: “Doğru bildiğini söylemek ve kimsenin yönlendirmesine izin vermemek.” Televizyondan sosyal medyaya, oradan YouTube’a uzanan bu macerada Milor’un kendi deyimiyle “nicelik değil nitelik peşinde koşması”, ona hem dost hem de düşman kazandırmış.
Milor ile online gerçekleştirdiğimiz sohbetimizde sadece yeme kültüründen değil, yaşamın kendisini de konuştuk: Özgür irade, sebat etme gücü, yılmazlık, kültürün kök saldığı sosyal bağlar ve "el alem ne der?" baskısına meydan okumanın incelikleri. Hazırsanız, siz de bir sandalye çekin ve masamıza oturun. Vedat Milor’un sofrasında, yeni dünyaya dair farklı bir bakış bulacaksınız.
- Hayatınız boyunca hep derin bir sorgulayıcı olmuşsunuz ve kimi zaman 'akıntıya karşı kürek çekmek' zorunda kaldığınızı ifade ediyorsunuz. Size en çok 'hizaya gel' baskısının yapıldığı an neydi? O anda nasıl direndiniz, bu direniş hayatınızda neleri değiştirdi?
Aslında dışarıdan bana yönelik bir baskı hiç olmadı. Belki bu acıklı bir durum ama kimse yaptıklarımla çok ilgilenmedi. Bunun olabilmesi için güçlü bir aile yapısına ve gerçekten önemseyen insanlara ihtiyaç var. Beni etkileyen kişiler büyükbabam ve babaannemdi. Ancak biri ben 13, diğeri 16 yaşındayken vefat etti. Özellikle büyükbabam hayatımda derin izler bırakan ilk isimdir. Onlar vefat ettikten sonra, annemle babamın da ayrı olması nedeniyle, onların kendi dertleri ve uğraşları vardı. Kimse benim ne yaptığım ya da ne yapacağım konusunda pek ilgilenmedi. Bu yüzden "akıntıya karşı kürek çekmek" dediğiniz şey, tamamen içsel bir süreçti. Kendi içimde mücadele ettim. Örneğin, Boğaziçi Üniversitesi’nde Ekonomi bölümünü bitirdim ama sonrasında aldığım dersler beni sosyal bilimlere yöneltti. Engin Akarli’nin tarih derslerini ve Faruk Birtek, Metin Heper, Taha Parla gibi hocalarımın sosyoloji ile siyaset bilimi derslerini çok sevdim. Bu ilgim beni sosyolojide doktora yapmaya yönlendirdi. Bu, hayatımdaki önemli kararlardan biriydi. Genelde toplumun normlarına ve ticari odaklı yaklaşımlarına uymaktansa sevdiğim şeylere yöneldim. Kararlarımı hep kendim verdim; uzun uzun düşünüp taşındım. Ancak hiçbir zaman dışarıdan "hizaya gel" şeklinde bir müdahaleyle karşılaşmadım.
"Vehbi Koç'un iş teklifini hiyerarşik yapıda çalışmak istemediğim için reddettim"
- İşinizi severek yapmanın önemini kitabınızın her satırında vurguluyorsunuz. Önemli olan gerçekten sevdiğiniz bir işi yapmak, değil mi?
Evet, kesinlikle. Üniversitedeyken bana iş dünyasıyla ilgili bazı teklifler geldi. Bunlardan biri, Vehbi Koç Bey’den olmuştu. Kendisi anneannemin arkadaşıydı ve bana MBA yapmamı, iş idaresi alanında ilerlememi önerdi. Hatta bir gün genel müdürlerini çağırıp karar alma süreçlerini nasıl yönettiğini göstermişti. Bu, gerçekten etkileyici bir deneyimdi ve Vehbi Bey'in ne kadar dikkatli bir dinleyici olduğunu, sonunda kararı kendisinin verdiğini görmemi sağladı. İş dünyasına yönelmemi istiyordu. Ancak ben o dönemde uzun vadede hiyerarşik bir yapıda çalışmak istemediğimi fark ettim. Mikro politikanın iş hayatında ne kadar önemli olduğunu görüyordum, ama bu benim yapım değildi. Aklımdan geçeni açıkça söyleyen, pek de politik olmayan biriyim. "Köprüyü geçene kadar ayıya dayı de" tarzı bir yaklaşım benim karakterime uygun değil. Eğer patronuma saygı duysam, belki farklı olurdu, ama bunu garanti edemezdim. O yüzden akademinin bana daha uygun bir alan olduğuna karar verdim. Aileden bu konuda bir itiraz da gelmedi. Annem her zaman benim mutlu olmamı isterdi. Etrafımdan da "şunu yapmalısın" şeklinde bir baskı görmedim. Böylece sevdiğim alanda ilerleme kararı aldım.
- Dünya hızla değişirken adaptasyon yeteneğinin önemi giderek artıyor. Ancak adaptasyon bazen bireyin kendisinden ödün vermesini gerektiriyor. Sizce, insan kendi değerlerini koruyarak bu kadar hızlı değişen bir dünyaya nasıl uyum sağlayabilir? Ödün vermenin sınırını nasıl çizeriz?
Bu soruya kendi hayatımdan somut bir örnekle cevap vereyim. Türkiye’de daha çok gastronomi alanında tanındım, ancak zamanla diğer ilgi alanlarımı da öne çıkarabildim. Bu süreçte televizyonla başladım, ardından sosyal medyaya ve oradan da YouTube’a geçtim. Televizyon dönemim politik nedenlerle sona erdi. İlk olarak NTV’de program yapıyordum. Patronun bir lokantası vardı, adını vermeyeceğim ama beğenmediğimi açıkça söyledim. Ayrıca başka lokantaları da istenildiği şekilde övmedim, bu benim tarzım değil. Bu durum hoş karşılanmadı ve televizyonla yollarımız ayrıldı. Bunun yanında televizyonda sürekli sponsor bulmak gerekiyor. Sponsora karşı değilim, ancak benim kabul edebileceğim bir anlaşma olması şart. Bu da çoğu zaman mümkün olmadı. Bu nedenlerle televizyon kapandı ve sosyal medyaya geçtim. Bu süreçte değerlerimi korumak çok önemliydi.
- Nedir bu değerler?
Öncelikle doğru bildiğimi söylemek ve bağımsız olmak. Baskı altında kalmadan, özgür irademle hareket edebilmek. Ancak doğruyu söylemek çoğu zaman düşman kazanmak anlamına geliyor. Çünkü birçok kişinin çıkarlarına dokunuyorsunuz ve bunu yaptığınızda insanlar sizi popüler olmaya çalışmakla suçluyor. Hayattaki amacım asla bu değil. Benim için önemli olan nicelik değil, niteliktir. Az ama gerçekten sağlam bir izleyici ve dost ağı kurmayı tercih ederim. Bu yüzden YouTube kanalımda abonelik sistemi oluşturmayı planlıyorum. Böylece gerçekten diyalog kurmak istediğim insanlara ulaşmayı hedefliyorum. Adapte olmaktan bahsettiniz, haklısınız. Ben de bu değişim sürecinde televizyon, sosyal medya ve YouTube arasında bir yol bulmaya çalışıyorum. Değerlerimden ödün vermeden farklı mecralara yönelmek benim için uyum sağlama biçimi oldu.
Vedat Milor
"Sosyal ağları güçlendirerek ve kişisel hobilerimizi derinleştirerek yaşama anlam katabiliriz"
- Eşitsizliklerin ve adaletsizliklerin hâkim olduğu bir dünyada kültür nasıl yeşerebilir?
Bu konuda iki şey çok önemli: Kişisel hobiler ve sosyal ağlar. Birincisi, herkes kendi ilgi alanlarını geliştirebilir. Hobiler, insanın kendini ileriye taşımasını sağlar. Örneğin, sinema, edebiyat, heykel, resim ya da pul koleksiyonculuğu gibi ilgi alanları yaşama zenginlik katar. Ama her şeyin derinine inmek gerekiyor. Hiçbir şey yüzeysel olmamalı. Örneğin, iyi bir fotoğraf çekmenin ne kadar karmaşık ve derin bir süreç olduğunu bilen birinden dinlediğimde fark ettim ki bu, telefonda düğmeye basmaktan çok daha fazlası. Bu yüzden bir konuda gerçekten ciddiyseniz, derine inmek ve araştırmak şart. İkincisi ise sosyal ağların gücü. Bu noktada Türkiye, Amerika’ya göre daha şanslı. Örneğin, Amerika’da insanlara “Üzgün olduğunda başını omzuna yaslayıp ağlayabileceğin üç kişi söyle” diye sorulduğunda, çoğu kişi kimseyi söyleyemiyor, hatta aile fertlerini bile. Ancak Türkiye’de sosyal ağlar daha güçlü. Bu bağlar zor zamanlarda insanlara destek oluyor. O yüzden bu ağları geliştirmek ve korumak çok önemli. Sonuç olarak, sosyal ağları güçlendirerek ve kişisel hobilerimizi derinleştirerek yaşama anlam katabiliriz. Bu iki unsur, kültürün yeşermesi için bir temel oluşturabilir.
"Toplum yüzeysel bir hale geldi; görselliğe odaklanıyor, gerisini düşünmüyor"
- Peki, geleneksel rol modellerin giderek kaybolduğu bir dönemde, yeni dünyanın kahramanları kim olmalı? Trumph, Elon Musk ya da Kim Kardashian model olmasa iyi olur sanki :)
Bu soruya Zweig'in Dünün Dünyası kitabından bir örnekle başlayabilirim. Zweig, gençlik yıllarında klasik yazarları kahraman olarak gördüğünü, yaş aldıkça daha yaratıcı ve avangart isimlere hayranlık duymaya başladığını anlatır. Bu, aslında çok anlamlı bir dönüşüm. Ben de gençlik yıllarımda böyle bir etkilenme yaşadım. Örneğin, Sevgi Soysal’ın Yenişehir'de Bir Öğle Vakti kitabını çok severdim. Rahmetli Mümtaz Soysal’ı ve Çağlar Keyder’i de hem yazıları hem de kişilikleriyle örnek aldım. Fakat bugün, dünya çok değişti. Şu an kahramanlar influencerlar oldu. Sadece gastronomi ya da moda değil, politikada bile bu böyle. Örneğin, aşırı sağcı politikaların yayılmasında influencerların rolü büyük. Özellikle Amerika’da bu çok belirgin. Artık fikir önderlerinden çok, algoritmalar kimin öne çıkacağına karar veriyor. Daha doğrusu güç Elon Musk gibi bu algoritmaların nasıl yazılacağı ve kimleri, hangi fikir ve görüşleri öne çıkaracağına karar verenlerde. Yani günümüzün en büyük gücü algoritmalar neleri öne çıkarıp neleri sansür edecek üzerine söz sahibi olanlar diyebilirim. Influencer’lar daha çok algoritmaların görünen, kamuoyunda bilinen yüzü. Sadece siyasette değil, tüketici davranış ve seçimlerini yönlendirmekte de rolleri çok önemli. Bir yandan, influencerlar gençleri olumlu etkileyebiliyor. Mesela kızım büyürken, sosyal medyadan ilham alarak tarzını geliştirdi. Önceleri kıyafet konusunda ilgisizken, zamanla kendine yakışanı bulmaya başladı. Bu, özensiz bir kopyalama değil, akıllıca bir sentezdi. Ancak herkes bu kadar eleştirel bir yaklaşım sergileyemiyor. Bazıları körü körüne kopya etmeye yatkın oluyor. Burada en önemli değişken, eğitim sistemi. Eleştirel düşünceyi teşvik eden bir eğitim sistemi, bu süreci olumluya çevirebilir. Ancak Türkiye’de son 20 yılda eğitim sistemimiz, dogmatik yaklaşımlar nedeniyle ciddi zarar gördü. Bu yüzden, sadece gençler değil, genel olarak toplum daha yüzeysel bir hale geldi. Ambalaja ve görselliğe odaklanıyor, gerisini düşünmüyor. Eski rol modellerin yerini influencerların aldığı bu yeni dünyada, eleştirel düşünceyi yeniden kazanmak hayati önem taşıyor.
- Merak ediyorum, hayatınızda aldığınız en cesur kişisel karar neydi?
Sanırım en cesur kararım, Brown Üniversitesi’nde asistan profesörken akademiyi bırakıp tamamen farklı bir alana yönelmeye karar vermemdi. Princeton Institute for Advanced Study’de bir yıl geçirdikten sonra, hukuk okumaya başladım ve akademisyen olmamanın bana daha uygun olacağını düşündüm. Akademiyi ve araştırmayı çok sevsem de, daha sosyal bir insan olduğumu ve daha renkli bir yaşamın beni mutlu edeceğini fark ettim. Bu, hayatımda gerçekten radikal bir karardı.
"Hayat, sürekli bir koşuşturma ve kısır döngü içinde geçiyor"
- Kitabınızın ortak yazarı Yenal Bilgici'nin "20 yaşındaki Vedat’a şimdi ne önerirdiniz?" sorusuna cevabınız çok çarpıcı. Ancak en çok ilgimi çeken Yılmazlık ve Sebat Etmek ilkeleri. Yaşadığımız hız çağında yılmazlık ve sebat etmek ne kadar mümkün?
Toplumumuzda "el alem ne der?" anlayışı çok baskın. Çocukluktan itibaren aile ve çevre bu algıyla insanı şekillendiriyor. Ben de gençlik yıllarımda bunu çok hissettim. Özellikle ilk kız arkadaşlarım olduğunda, toplumun dayattığı kurallarla sık sık karşılaştım. Bir keresinde İstanbul dışında bir sinemada kız arkadaşımla oturuyorduk; hiçbir yanlış hareketimiz olmasa da, çevremizden "Ne yapıyorsunuz? Aile var!" gibi uyarılar geldi. Hatta neredeyse fiziksel saldırıya uğrayacaktım. Böyle baskılar yüzünden bazen taviz vermek zorunda kalıyorsunuz. Bu sadece ilişkilerde değil, hayatın her alanında kendini gösteriyor. Örneğin, bir şey satın aldıktan sonra tamir, sigorta veya garanti süreçleriyle uğraşırken de kurumların müşteri odaklı olmadığını görüyorsunuz. Sürekli hakkınızı aramak için mücadele etmeniz gerekiyor. Özellikle Amerika’da sağlık sigortası gibi konularda bu mücadele çok daha zorlu. Hayat, sürekli bir koşuşturma ve kısır döngü içinde geçiyor. Çocukları kurslara götürmek, randevu almak için saatlerce uğraşmak gibi durumlar da bu döngüyü daha da yorucu hale getiriyor. Hepimiz bir noktada bıkıyoruz. Ancak bu zorluklar karşısında yılmazlık ve sebat etmek çok önemli. Hayatın baskılarına karşı kendi değerlerinizi korumalı ve sizi mutlu eden rutinlere yönelmelisiniz. Bu, günümüzün zorluklarına rağmen huzuru bulmanın en önemli yollarından biri.
- Peki ne yapacağız?
Bir kere sebatkâr olacağız. Kendi hobilerimiz olacak ve onlara zaman ayıracağız. Örneğin, bazı insanlar dini ritüellerle huzur bulabilir. Benim içinse rutinlerim çok önemli. Sabah kahvemi içerken gazete veya kitap okuyorum, müzik dinliyorum. Bu benim için adeta kutsal bir zaman. Akşam yemeklerinde güzel bir film izlerim; çoğu eski filmlerden olur. Ayrıca arkadaşlarla vakit geçirmek, ne kadar zor olursa olsun bir araya gelmek çok değerli. Sebat etmek, hayatın baskılarına rağmen kendi doğrularınıza sadık kalmayı gerektirir. "El alem ne der?" kaygısını bir kenara bırakıp "Ben ne istiyorum?" sorusuna odaklanmalıyız. Çünkü hayatın sonunda kararlarımızı yalnızca kendimiz veririz. Ancak, bu yaklaşımın da sınırları var. Örneğin, birinin zarar gördüğünü fark ettiğinizde müdahale etmek gerekir. Çocuk yetiştirirken bazı kırmızı çizgiler koymak buna örnek olabilir. Uyuşturucu kullanımı gibi bir durum karşısında hemen müdahale etmek şarttır. Diğer yandan, sosyal medyada olduğu gibi, bazen sizi inciten kişilere karşı durmayı öğrenmelisiniz. Örneğin, kızımın tavsiyesiyle sosyal medyada kötü niyetli insanlara yanıt vermek yerine onları engelliyorum. Bu gibi durumlarda başkalarını dinlemek faydalı olabilir. Ancak en önemlisi, kendi vicdanınıza hesap verebilmenizdir. Kendinizi aldatmadığınız sürece, doğru yolu bulabilirsiniz.
Vedat Milor
"Empati eksikliği, akıllı olmalarına rağmen insanları tam anlamıyla “bilge” yapmaz"
- Çok ilgimi çeken bir detay daha :) Modern kapitalizmde başarıyla ödüllendirilen özelliklerin, psikopatik eğilimlerle örtüştüğü gerçeği. Burada hareketle yatırım fonu yöneticisiyle bir seri katil arasındaki benzerlikler var mı? :)
Evet, bu oldukça ilginç bir konu. Özellikle modern kapitalizmin büyük zenginleri arasında benzer özellikler görebiliyoruz. Örneğin, Trump’ın çevresindeki zenginlerin birçoğu PayPal’dan çıkan ekipten oluşuyor. Bu kişiler genelde çok cazip ve ikna edici insanlar. Seri katillerin de benzer şekilde insanları etkileme yeteneği var. Bu, fiziksel cazibeden çok, ikna güçlerinden kaynaklanıyor. Ancak ikisinin de ortak bir özelliği var, empati eksikliği.
Bu konuda İngiliz psikolog Kevin Dutton’ın kitaplarından öğrendiğim kadarıyla (Olağan Psikopatlar), empati yoksunluğu megalomanlık ve psikopatlıkla birleştiğinde oldukça yıkıcı sonuçlara yol açabiliyor. Bu tür insanlar, başkalarına ciddi zararlar verebiliyor ama vicdan azabı ya da pişmanlık duymuyorlar. Trump gibi isimler ve FTX kurucusu Sam Bankman-Fried buna iyi bir örnek. Bankman-Fried, inanılmaz zeki ve vizyonerdi, belki de dünyanın ilk trilyoneri olabilirdi. Ancak empati yoksunluğu ve narsisizmi, tüm kariyerinin çökmesine neden oldu. Bu kişilerin ortak özellikleri, yüksek zeka, cazibe, vizyon ve ikna gücü. Ancak empati eksikliği, akıllı olmalarına rağmen onları tam anlamıyla “bilge” yapmıyor.
- Büyümek demek, sorumluluk almak, seçimlerinle, sonuçlarıyla yüzleşmek demek ise bizim gibi toplumlar üzerini örttüğümüz her şeyin altında kalmaz mıyız? Ya da tam da bu nedenle bunca yükün altında ezilmiyor muyuz?
Hem bireysel hem de devlet düzeyinde, üzeri örtülen her şeyin altında kalma tehlikesi var. Devletler, tarih boyunca kendi hatalarını gizleme eğiliminde olmuşlardır. Örneğin, güçlü devletler, kendi suçlarını örtbas ederken bu gücü bir koz olarak kullanabilirler. İsrail ve Amerika örneğinde olduğu gibi, güçlü bir devlet kendi politikalarını uygularken eleştirileri bastırabiliyor. Ancak gücü olmayan devletler, bir şeyleri gizleyip baskıladıkları zaman ancak kendi kamuoylarını kandırabiliyorlar. Ama aynı zamanda dış dünya ve güçlü devletler bu gizleme ve tarihi çarpıtarak yeniden yazma durumunu bir baskı aracı olarak kullanıp o ülkeyi manipüle edebiliyorlar.
Bireyler açısından da bu durum farklı değil. Travmalarımızı, hatalarımızı ya da itiraf edemediklerimizi bastırmak bizi derinden etkiler. Dostoyevski’nin Suç ve Ceza romanındaki Raskolnikov’un yaşadığı buhranın sonunda itirafla gelen rahatlama, bu duruma iyi bir örnektir. Bastırılan duygular, zamanla daha büyük psikolojik sorunlara neden olur. İnsanlar yaşlandıkça daha sinirli, daha mutsuz hale gelebilir. Ancak bu itirafların ciddi sonuçları da olabilir; toplumdan dışlanmak ya da eleştirilmek gibi. Bu noktada, kendimize dürüst olmak çok önemli. Hayatta yaşadıklarımızı saklamadan, kendimize zarar vermeden ve kimseye sadistçe davranmadan, mümkün olduğunca dürüst ve özgür bir şekilde yaşamak gerek. Orson Welles’in Citizen Kane filmindeki “Rosebud” sahnesi gibi, bastırılanlar bir gün karşımıza çıkar. Bu nedenle, el alem ne der kaygısını bir kenara bırakıp, kendimizi aldatmadan hayatımızı sürdürmeliyiz.
- Esnemeyen kırılıyor sonuçta.
Esnemeyen kırılıyor. Çok güzel söyledin.
"Eşimle fikir ayrılıklarımız olsa da ciddi bir kırılma noktası yaşamadık"
- Evlilik, insanın hayatındaki en özel ama aynı zamanda en zorlayıcı yolculuklardan biri. Kendi evliliğinizde, 'burası kırılma noktasıydı' dediğiniz bir an oldu mu? O an, evliliğinizi nasıl dönüştürdü ve size hayatınızla ilgili en önemli dersi ne öğretti?
Ebru, bu soruyu eşime de sordum. Vallahi yok. Gerçekten öyle bir kırılma noktası yaşamadık. Yemin ederim, olmadı. Evliliğimiz gayet uyumlu geçti. Elbette her konuda aynı fikirde değiliz. Örneğin, kripto paralar ilk çıktığında yatırım yapmak istedim ama eşim istemedi. Yapmadım.
- Son söz eşinize mi ait?
(Gülüyor) Hâlâ. Tabii fikir ayrılıklarımız oluyor ama hiçbir zaman ciddi bir kırılma noktası yaşamadık.
Vedat Milor ve eşi Linda Milor
- Kitabınızda sizden bana geçen şahane bir tavsiye var: Eşinizle seyrettiğiniz bir filmi tartışın, okuduğunuz kitapları paylaşın, arkadaşlığınızı bırakmayın, birlikte zevk alın. Evlilikte arkadaşlık önemli değil mi?
Kesinlikle. Evlilik belli bir süre sonra rutinleşiyor; ilk heyecan ve cinsel çekim zamanla azalır. Bu her evlilikte normaldir. Ancak bu noktada arkadaşlığı, dostluğu ve entelektüel paylaşımı canlı tutmak gerekiyor. Eğer bu bağlar yoksa, evlilikler zamanla yıpranır. Ama doğru şekilde üzerine düşerseniz, evlilik ilk yıllarından bile daha güzel hale gelebilir. Bunun için ortak zevkler ve ilgi alanları geliştirmek çok önemli. Karşılıklı olarak entelektüel anlamda birbirinize katkı sağlamalısınız. Örneğin, eşimle yaptığımız tartışmalarda asla klişe bir şey duymazsınız. Her zaman ya bana yeni bir bakış açısı sunar ya da madalyonun diğer tarafını gösterir. Bu tür tartışmalar, evliliğin hem zenginleşmesini hem de daha keyifli hale gelmesini sağlar.
- Eşiniz Linda, Galatasaraylı mı?
Mecbur. (Gülüyor...) Başka ne olacak ki? O konu kırmızı çizgim. Tartışılmayacak bir konu yani. (Gülüyor...)
"Dünya çapında bir yere sahip olabilmesi için özgün şaraplar üretmemiz gerekiyor"
- Teruar şarapla ilgili söyledikleriniz büyük ilgi topladı ve ciddi eleştiriler aldı. Yanlış anlaşıldığınızı düşünüyorum. Bize tekrar anlatabilir misiniz?
O konuşmamda ticari şarap ile teruar şarabı arasındaki farkı anlattım ve maya konusunu öne çıkardım. Ancak bazı insanlar bunu yanlış anladı ya da anlamak istemedi. Ülkemizin şarapçılıkta dünya çapında bir yere sahip olabilmesi için özgün şaraplar üretmemiz gerekiyor.
- Peki, teruar şarabı tam olarak nedir?
Teruar şarabı, o toprağı, o üzümü yansıtan şaraptır.
- Nasıl üretilir?
Öncelikle bağcılığın çok iyi olması gerekir. Günümüzde bağlarda kimyasal pestisitler, insektisitler, suni gübreler kullanılıyor. Ancak gerçek teruar şarabı yapmak için bağların çok temiz olması lazım. II. Dünya Savaşı öncesinde olduğu gibi doğal yöntemler uygulanmalı. İkinci olarak, üzümün kabuk mayası kullanılmalı. Bu, üzümün bulunduğu bağın ve toprağın özelliklerini yansıtan doğal mayadır. Ancak günümüzde genellikle yurtdışında üretilen kuru mayalar tercih ediliyor. Bunlar daha kolay ve ticari üretime uygun olduğu için kullanılıyor. Kuru maya kullanımı şarapların daha aromatik olmasını sağlasa da, gerçek teruar şaraplarının doğallığını ve özgünlüğünü yansıtmaz. Gerçek teruar şarabı yapmak için kabuk mayasını kullanarak fermantasyon yapmak gerekiyor. Bu yöntem, bağların temizliği ve üzümlerin zamanında hasat edilmesi gibi hassasiyetler gerektiriyor. Ancak bu süreç oldukça zahmetli, zaman alıcı ve genelde küçük ölçekli üretimlerde mümkün oluyor. Büyük şaraphaneler için bu yöntem genelde uygun değil, çünkü ticari olarak hızlı üretim yapmaları gerekiyor.
Vedat Milor
- Türkiye'de teruar şarap üretimi mümkün mü?
Türkiye'de teruar şarap üretimi çok az sayıda üretici tarafından yapılmaya başlandı. Kabuk mayası kullanan 5-6 üretici var ve bu sayı zamanla artıyor. Ancak bu süreç çok emek ve bağlılık gerektiriyor. Türk şarapçılığının dünya çapında bir yer edinebilmesi için bu yönteme odaklanmamız şart. Üzüm ve bağlarımızın özgünlüğünü dünyaya sunabilirsek, çok büyük bir potansiyelimiz var. Bu konuda daha fazla yatırım yapılmalı ve sektörde kalıcı bir inanış yaratılmalı.
"Teruar şarapçılığına ilgi gösteren üreticilerin artması beni cesaretlendirdi"
- Siz hangi şarapları tercih ediyorsunuz?
Ticari şaraplar, geniş kitlelere hitap ettiği için çoğunlukla tercih ediliyor. Ancak benim tercihim yıllardır teruar şaraplarından yana. Bu bir süreç; ilk başlarda ticari şarapları sevmiştim ama zamanla ve deneyim kazandıkça ne istediğimi anladım. Türkiye'de teruar şarapçılığına ilgi gösteren üreticilerin artması beni cesaretlendirdi. Bu yolda daha fazla ilerleyebiliriz.
- İzinsiz fotoğraf çekimine verdiğiniz tepkiyle, kişisel alanınıza dair hassasiyetinizi güçlü bir şekilde ortaya koydunuz. Sizi bu kadar net olmaya iten şey nedir?
Bu konuda tek bir kelime her şeyi açıklıyor: Rıza. Benim iznimi alırsanız, ne isterseniz yapabilirsiniz. Hayatımda kimseye, fotoğraf çekmek istediği halde izin vermediğim olmamıştır. Ancak izinsiz bir şey yapılırsa, bu benim kullanıldığımı hissetmeme neden oluyor. Bu, çocukluğumdan beri nefret ettiğim bir durum. Galatasaray Lisesi’ne başladığım dönemde çok saf bir çocuktum. Ailemde ve çevremde istemediğim şeyler dayatıldı, hakkım olan şeyler elimden alındı. Bu durumlar bana her zaman büyük bir tepki geliştirdi. İzinsiz bir şey yapıldığında bunun bir çeşit zorbalık olduğunu düşünüyorum.
- Bir işletmecinin kendi mekânında sizi çekim yaparken görüntülemesi ve bunu paylaşmak istemesi arasındaki dengeyi nasıl yorumluyorsunuz?
İşin özü yine rıza meselesi. Eğer rızam alınmışsa, bir de karşı tarafın samimi yani art niyetsiz olduğunu görürsem elimden gelen her şeyi yaparım o insan için... Ama izinsiz video çekimi yapılması, özellikle estetik olmayan görüntülerle, beni rahatsız eden bir durum. İnsanların haklarını ihlal ederek zorla bir şey yaptırılmasına her zaman karşı oldum. Bir örnek vereyim: İstanbul’da bir lahmacuncuda yaşadığım son durum. Çok profesyonel davrandım, yediğim lahmacunu beğendiğimi belirttim ve hatta "Belki de İstanbul’da yediğim en iyi lahmacun" dedim. Ancak iznim olmadan, yemek yerken hiç estetik olmayan şekilde ağzım açık şekilde çekim yapılması beni rencide etti. Sormadan yapılan bu eylemler benim ilkelerime aykırı.
- Sosyal medyada bu konular sık sık tartışılıyor. Peki, bu süreçte yaşadığınız linç kültürü hakkında ne düşünüyorsunuz?
Linç kültürüne alıştık ama yine de rahatsız edici. İnsanların olayları anlamadan, sakat bir mantıkla hemen yargıya varmalarını üzücü buluyorum. Bu durumu saçınızı çekmekle ilgili bir analojiyle anlatayım: Sizin saçınızı çekiyorum, siz "Saçımı çekme, acıyor" diyorsunuz. Ben ise gülerek "Estağfurullah" diyorum ama saçınızı çekmeye devam ediyorum. Bu, rahatsız edici değil mi? İşte bu olay da böyleydi. Tepkim sert gibi algılanmış olabilir ama ne sesimi yükselttim ne de hakaret ettim. Sadece ilkelerimi savundum. Ancak burada asıl sorun, Türkiye’de ve sosyal medyada gelişen sağlıksız bir mantık: İzinsiz yapılan bir davranışı haklı çıkarmak ve bunun üzerine eleştiren kişiyi linç etmek. Bu yanlış bir yaklaşım.
Ebru D. Dedeoğlu kimdir? Ebru D. Dedeoğlu, işletme-ekonomi bölümünden mezun oldu. Executive MBA alanında yüksek lisansını tamamladı. İktisat Bankası'nda MT olarak başladığı iş hayatını 13 yıl süresince portföy yönetim şirketlerinin pazarlama biriminde yönetici olarak tamamladı. Bir yıllık Uzak Doğu serüveninden sonra hayatına yeni bir yön vererek yayıncılık hayatına adım attı ve Doğan Kitap pazarlama biriminde yeniden başladı. Türkiye'nin çok sayıda yazarlarıyla bire bir geleneksel ve digital medya pazarlama stratejileri üzerine çalıştı. Yeni yazarlar keşfetti. Doğan Kitap'ta uzun yıllar süren yayıncılık hayatından sonra Ajans Letra'yı kurdu. Halen Ajans Letra'da çalışıyor ve yazarlara danışmanlık hizmeti veriyor. Aralık 2023'ten itibaren kitaplar, yazarlar, yayın hayatı üzerine T24'te söyleşi yapmaya başladı. |