Ebru D. Dedeoğlu

10 Kasım 2024

Oya Baydar, "Hatırlamanın ve Unutuşun Kitabı"nı anlattı: Devlet adına işlenen suçlar affedilebilir mi; aşk, suskunluğun getirdiği suç ortaklığını meşru kılar mı?

Kadın hareketinin Türkiye'de en güçlü ve yüksek sesli muhalefeti oluşturduğunu söyleyen Oya Baydar, "İstanbul Sözleşmesi'nin kaldırılması, Orta Çağ zihniyetinin bir yansımasıdır" dedi

Türk edebiyatının usta yazarlarından Oya Baydar, Can Yayınları’ndan çıkan yeni romanı Hatırlamanın ve Unutuşun Kitabı’nda uzun yıllara yayılan karanlık bir hikâyeyi, Türkiye’nin çalkantılı dönemleriyle iç içe işliyor. Roman, iktidarın unutturmak istediği gerçeklerin nasıl geri döndüğüne dair güçlü bir yansıma sunuyor. İstihbaratın en üst kademelerinde görev yapmış bir adam, hastalığı nedeniyle iktidarını kaybetmeye başladığında, geçmişindeki karanlık olaylarla yüzleşmek zorunda kalır. Hafızasının puslu labirentlerinde dolaşan karakter, hatırlama ve unutuş arasında çocukluk travmalarını, iktidarın yarattığı suç ortaklıklarını ve bastırılmış anıları parça parça hatırlar.

"Toplumsal hafızanın unutturarak ve inkârla karartılması, cerahati deşip yarayı tedavi etmek yerine sargı beziyle saklamaya benzer. Sonunda uzuv kangren olur, yaşam tehlikeye girer," sözleriyle geçmişle yüzleşmekten kaçınmanın bireysel ve toplumsal düzeyde nasıl derin yaralar açtığını çarpıcı bir şekilde özetleyen Oya Baydar’la yeni romanı ve günümüzle kesişen noktaları konuştuk.

Oya Baydar

- “Hatırlamanın ve Unutuşun Kitabı”nda, iktidar sahibi ana karakterin gerçeklikten kopuşunu adeta bir film şeridi gibi izliyoruz. Güç, kendi algısını yaratma yetisiyle bireyi farklı bir dünya içinde mi yaşatır?

Belirttiğiniz gibi güç ve iktidar kendi algısını, kendi evrenini yaratır. Muktedir kendi gücünün sarhoşluğu içinde farklı bir gerçeklik algısına sahiptir. Romanın ana karakteri iktidarın en tepelerinde, karar mekanizmalarına hükmeden üst düzey bir istihbaratçı. Embolinin yol açtığı kısmî bilinç ve bellek kararmasının pençesinde, rüyayla gerçek arasında gidip gelirken yaşamıyla yüzleşiyor. Çocukluk travmaları, korkuları, suçları, belleğin karanlık labirentlerinde gizlenen anılar parça buçuk ortaya çıkıyor.

- Anlamak istediğim nokta şu: Türkiye’nin bugünkü iktidar anlayışında da romanınızda olduğu gibi “gerçeklik” yeniden üretilen bir kavram mı? Sizce, iktidarın kendi çıkarları için yarattığı bir gerçeklik toplumsal hafızamızı nasıl etkileyecek?

Çağımızda "gerçeklik" sadece Türkiye'de değil dünyada da unutturulmaya çalışılan bir kavram. Gerçeklik, muktedirler tarafından kendi bakışları ve çıkarları doğrultusunda yeniden şekillendiriliyor. "Post-truth", siyaset alanındaki anlamıyla "gerçek dışı" ya da "gerçek ötesi" sözcüğü Oxford Dictionnary'ye yanılmıyorsam 2016'da girdi. Bu konuda kitaplar, makaleler yazıldı. Aslında resmî tarihlerin tümü bir ölçüde post-truth ürünüdür. Günümüzde baş döndürücü hızla gelişen enformasyon teknolojisi iktidarı ellerinde tutanların gerçeği saptırmalarını, üretilen yalanları kitlelere gerçekmiş gibi sunmalarını kolaylaştırıyor. Bunun bireysel ve toplumsal hafıza üzerindeki olumsuz etkisi tartışma götürmez. Gerçekliği korumakta, yalanlarla mücadele etmekte edebiyatın hem rolü hem de sorumluluğu olduğunu düşünüyorum.

- Romanda en çok dikkatimi çeken konulardan biri de iktidarın merkezinde yer alan ana karakterin karşısındaki kadın figürlerin sessiz direnişleri. Türkiye’de de susturulan veya bastırılan kesimlerin sessizliği. Aşılabilecek mi?

Romandaki kadın karakterler bir noktaya kadar erkek iktidarına teslim oluyorlar ama farkındalık kazandıkları andan itibaren sessizce de olsa şu veya bu şekilde baş kaldırıp özgürleşiyorlar. Türkiye'de son yıllarda en güçlü ve yüksek sesli muhalefet kadın hareketinden geliyor; bunu da unutmayalım. Sessizlik bir direniş biçimi değildir, sessiz ve pasif kitleler iktidarın dayanaklarıdır. Yani; sessizliği aşma cesaretini göstermek, seslere ses katarak muhalefeti büyütmek gerekiyor.

- Ne yapsak iktidar biz kadınların sesini duymuyor. İstanbul Sözleşmesi’nin kalkmasıyla sesimiz daha da kısıldı. Bu konuda görüşleriniz nelerdir?

İstanbul Sözleşmesi'nin simgesel değerini yadsımıyorum ama meselenin bu sözleşmenin kaldırılmasından ibaret olduğunu düşünmüyorum. Mesele mevcut iktidarın Orta Çağ düzeyindeki inanç ve zihniyetinde… Bu zihniyet dünyası, kadınlar da dahil, toplumun belli kesimlerini etkiliyor, öğretilmiş bir itaate ve teslimiyet dönüşüyor. Bu yüzden, sadece kadın hakları üzerinden değil laikliği, çağdaşlığı, eşitlik ilkesini merkezine alan topyekûn bir mücadele gerekiyor. Bunun ilk adımının eril iktidarın günümüzdeki temsilcilerinin iktidardan uzaklaştırılması olduğunu düşünüyorum.

- Kadın karakterin geçmişini yeni bir gözle değerlendirip kendisini yeniden kurguladığı sahneler, içsel bir güçlenme sürecini anlatıyor. Sizce, kadın karakterin bu yeniden kurgulama çabası, ona bir özgürlük sağlıyor mu, yoksa geçmişin gölgesi altında sıkışıp kalmasına mı yol açıyor?

Tabii ki özgürleşmesini sağlıyor. Kadının, tutkulu hatta hastalıklı aşkının göz ve gönül bağlarından, geçmişin prangalarından kurtulması gerçekliğin farkına varmasıyla oluyor. Farkındalık özgürleşmeye götüren ilk adımdır. Sonrasında, farkına varılan gerçeklerle yüzleşme, kendisiyle cesaretle hesaplaşma, gerçeğe varmanın vicdanî bedelini ödemeye râzı olmak gelir.

- Ana karakter, anadilinde “Ben yaptım anne” diyerek geçmişteki suçlarını ve hatalarını itiraf ediyor. İtirafın anadilde yapılması, ana karakterin kendi kökleriyle yüzleşme ihtiyacını ve sığındığı ama kaçtığı gerçeğini mi yansıtıyor?

Romanın ana karakterinin hasta yatağında "Mi kerd Dâye /Ben yaptım anne" diye sayıklaması ölüme yaklaştığı andır. Gerçeğe dönüş ânıdır, hayatının muhasebesidir. Bir bakıma köküne, çocukluğuna, yitirdiği masumiyete dönüştür. Ama bilinçli bir çaba değildir bu, bilinci kararmıştır, çok geç kalmıştır. Adamın gerçek dramı budur zaten.

- Romanda karakterlerin geçmişleriyle yüzleşmekten korktuklarını görüyoruz. Türkiye’nin geçmişinde yaşanan travmalar ve bastırılmış anılarla yüzleşmeyi engelleyen, birey ve toplum üzerindeki “korku” faktörü nasıl aşılabilir? Korku, unutmaktan daha tehlikeli bir silah değil mi?

Geçmişte hatırlamak istenmeyen şeyler, daha da ötesi suçlar günahlar varsa, geçmişle yüzleşmek herkes için güçtür. Toplumlar açısından ise büsbütün güçtür. Toplumsal hafıza; sadece tarihi kendilerine göre yazmaya çalışan muktedirlerin saldıkları korku nedeniyle değil toplum kesimlerinin dinî ve millî duyguları sömürülerek yaratılmış duygusal yükler nedeniyle de işlenmiş suçları inkâra eğilimlidir. Unutmak, unutturmak sahte bir gerçekliğe inandırmak korkudan da daha güçlü bir silahtır bence. Korku; hatırlamak, farkına varmak, yüzleşmekle aşılabilir. Tıpkı cerahatlenmiş bir yarayı deşmek gibi. Operasyon acı verir ama iyileştirir, iltihabı akıtmayı göze alamazsanız yaralı uzvu hatta yaşamı kaybedersiniz.

- Sizin ve eserlerinizin vazgeçilmezi zeytin ağaçlarını hafıza ve direniş simgesi olarak okuyoruz. Türkiye’de de hafıza taşıyıcısı olan simgesel unsurların yok edilmesi (tarihî yapılar, doğa katliamları) direnişimizi zayıflatmanın bir yolu olabilir mi?

Haklısınız; zeytin ağacı direngendir. Kayalık, çorak topraklarda en güç iklim ve doğa koşullarında bile yüzyıllar boyunca meyve verir. Hafıza taşıyıcısı unsurların yok edilmesinin direnişi zayıflatmanın bir yolu olup olmadığı sorunuza gelince: bunun iktidarın bilinçli bir edimi olduğunu düşünmüyorum. Ufukları öylesine dar, maddî açlıkları öylesine büyük ki onlar için doğa, tarih, insanı insan yapan değerler, tarihsel miras hiçbir şey ifade etmiyor. Tek değer para, maddî zenginlik, görgüsüz ve tahripkâr bir büyüme hırsı olunca kendiliğinden gelişen bir siyaset bu. Ülke çapında zeytinliklerin yok edilerek maden alanları açılmasını bu bağlamda okumamız da mümkün.

- Romanda iktidar sahibi kişinin unutmak istediği suçlarla yüzleşme ânı, bireysel hesaplaşma kadar toplumsal bir yara olarak da karşımıza çıkıyor. Bu unutuşun, bugünün Türkiye’sinde insan ilişkilerinde, güven duygusunda veya gelecek hayallerinde nasıl bir iz bıraktığını düşünüyorsunuz?

Toplumsal hafızanın unutturarak ve inkârla karartılması, yukarda da söylemeye çalıştığım gibi, cerahati deşip yarayı tedavi etmek yerine sargı beziyle sarıp gözlerden saklamaya benzer. Sonunda uzuv kangren olur, yaşam tehlikeye girer. Türkiye'de bugün yaşamakta olduğumuz huzursuzluklar, toplumsal fay hatları denilen yarılmanın yarattığı sorunlar gerçeklerle yüzleşmekten kaçınmamızdan, hata payımızı, suç payımızı inkârdan kaynaklanmıyor mu? Güç de olsa, statükonun ve iktidarların direnciyle de karşılaşsa yaraya neşter vurmaya, cerahati akıtmaya cesaret etmemiz gerekiyor. Yine edebiyata ve romana dönecek olursam, kendi alanımda yapmaya çalıştığım da bu farkındalığı yaratmak zaten.

Ebru D. Dedeoğlu kimdir?

Ebru D. Dedeoğlu, işletme-ekonomi bölümünden mezun oldu. Executive MBA alanında yüksek lisansını tamamladı. İktisat Bankası'nda MT olarak başladığı iş hayatını 13 yıl süresince portföy yönetim şirketlerinin pazarlama biriminde yönetici olarak tamamladı.

Bir yıllık Uzak Doğu serüveninden sonra hayatına yeni bir yön vererek yayıncılık hayatına adım attı ve Doğan Kitap pazarlama biriminde yeniden başladı.

Türkiye'nin çok sayıda yazarlarıyla bire bir geleneksel ve digital medya pazarlama stratejileri üzerine çalıştı.

Cumhuriyet'te Türk/yabancı yazarlarla söyleşiler yaptı. Oksijen gazetesinde de röportajları devam etmektedir.

Yeni yazarlar keşfetti. Doğan Kitap'ta uzun yıllar süren yayıncılık hayatından sonra Ajans Letra'yı kurdu.

Halen Ajans Letra'da çalışıyor ve yazarlara danışmanlık hizmeti veriyor. Aralık 2023'ten itibaren kitaplar, yazarlar, yayın hayatı üzerine T24'te söyleşi yapmaya başladı.