Ebru D. Dedeoğlu

08 Aralık 2024

Ercan Kesal, geçmişin ve vicdanın rehberi ‘İsim, Şehir, Film, Roman’ı anlattı: Hakikat denilen şeyin gerçekle bir ilgisi yoktur

"Bulunduğun yere razı olmadan, merak ederek ve şaşırarak sürdürülecek bir ömürden yanayım ben. Modern hayat bütün bunlara set çekiyor. Korunaklı, muhafazalı ama hiçbir şey yapmadığınız, hiçbir risk almadığınız için de aslında size hiç “yaşamadığınız bir ömür” vaat ediliyor"

Ercan Kesal, Kronik Kitap’tan yayımlanan İsim, Şehir, Film, Roman adlı yeni kitabında, Yenal Bilgici’nin sorularına verdiği samimi cevaplarıyla okuru bir yolculuğa davet ediyor. Sadece bir kitap değil, hayata, geçmişe ve vicdana dair etkili bir rehber. Satırlar arasında uzaklara dalacak, çocukluğunuzun kokusunu, özlediğiniz şehirlerin dokusunu ve hiç unutamadığınız filmlerin büyüsünü bulacaksınız. “Kiminin boğazında bir yumru, kiminde özlem olan gurbetten, bizi değiştiren yolculuklardan” geçecek, hakikatin izini süreceksiniz.

"Bir insanın gerçek memleketi çocukluğudur" diyor Kesal. Ve o, memleketini bir eksiklik değil, bir tamamlanma duygusuyla taşıyanlardan. Kapadokya’da başlayan hikayesi, annesinden öğrendiği şefkatle, gazozhanenin şişelerinde köpüren hayalleri harmanlayarak büyümüş. Kesal’ın çalışma odasında, yüzlerce kitabın arasında gerçekleşen sohbetimiz, onun dünyasına bir pencere açmak gibiydi. Kitaplarının arasında konuşurken bile, “zaman burada bir yerde mühürlenmiş, beni bekliyor,” diyor. Eşi, tiyatro oyuncusu, sanatçı Nazan Kesal’in enfes kahvesi ve güllü lokumları eşliğinde, kalpten kalbe kurulan bu bağ, şifa veren bir anıya dönüştü benim için. Her cümlesi bir romanın girişi, her anısı bir filmin en güçlü sahnesi gibiydi. Kesal ile Kapadokya’nın büyülü atmosferinden Urla’da kurduğu sanat mabedine, zamanın bellekte bıraktığı izlerden Tarkovski’nin mühürlediği anlara kadar konuştuğumuz her konu, bir hakikati aramanın derin izdüşümleriydi.

- Yenal Bilgici ile Cebimdeki Ekmek Kırıntıları ve şimdi İsim, Şehir, Film, Roman. Müthiş bir okuma oldu benim için. Hayat dersi gibiydi. İlk olarak sormak istiyorum: “Belleğin yeri iyi ki beyin değil, kalp, yani vicdan” derken zaman ve vicdan arasında nasıl bir bağ kuruyorsunuz?

Bir örnekle açıklamaya çalışayım. Sinemada bir senaryo yazarken ya da bir film tasarlarken, ana kahramanın engelli bir birey olmasından çekiniriz. Çünkü seyirci her olayı o bireyin engeline yorar. Böylece kişinin derinliğine inemezsiniz, ruhunun karanlığına dalamazsınız. Hafızayla yani daha doğrusu belleğin yerinin beyin mi kalp mi olduğu meselesiyle ilgili de benzer bir yaklaşımım var. Belleğin yeri beyin olsaydı tüm “unutmaları” kolayca affederdik. Ama eğer unutmak ihanetse, vicdansızlıksa, bunun olay yeri olsa olsa kalptir. Ki zaten “zaman” dediğimiz şeyin bizde bıraktıkları hatırladıklarımızın içinde bir yerlerde -sonradan unutulmakla malül- durmuyor. Bence ruhumuza siniyor. Yani biz ne yaparsak yapalım, o artık hep var. Ve yaşamaya devam ediyor. Sirayet ediyor içimize. Bizim bundan sonra nasıl yaşayacağımız da biraz da ona bağlı. Değişip dönüşüyoruz çünkü, farkında olarak ya da olmayarak. O yüzden iyi ki belleğin evi kalp, beyin değil.

Ercan Kesal

- Marcel Proust, Kayıp Zamanın İzinde’de zamanın bellekte canlanışını en kıymetli keşif olarak görür. Siz, zamanla mücadele edilemeyeceğini söylerken belleğinizde hangi anılar en çok canlanıyor ve sizi en derinden etkiliyor?

Zaman geçip gidiyor. Zamanla nasıl baş ederim, onu nasıl yenerim çabasından vazgeçeli çok oldu hakikaten. Bunu ne zaman fark ettim ne zaman boş vermeye başladım çok da iyi hatırlamıyorum ancak bu çabadan vazgeçince, zamanın yakıcı, yıpratıcı, yorucu, tüketici, baskıcı yanından kurtuluyorsun. Zaman bizim icat ettiğimiz bir şey sonuçta. Masallarda arkadan bir canavar seslenir ve dönüp bakarsanız gerçekten canavar var olur. Bakmazsanız o canavar yok olur. Biliyorsunuz değil mi? Fakat sizi çok fazla taciz eder. Dönüp bakarsanız hakikaten o canavar vardır. İşte masaldaki gibi arkanıza bakmadan yürüyüp giderseniz canavar puf diye uçar. Ben de zamanı o canavara benzetiyorum. Sürekli arkadan bize bağırıyor. “Ben buradayım, bana bak!” diye, arkamıza dönmeden yürüyüp gitmemiz lazım. (Gülüyor…)

- En sevdiğim kitaplarınızdan Peri Gazozu’ndaki öykülerinizden, yani çocukluğunuzdan, masum yıllardan biraz konuşmak istiyorum. Nasıl bir yerde büyüdünüz? Çocukluğunuzu anlatır mısınız?

Tabii. Kapadokya'da büyüdüm. Peri bacalarının büyülü dünyasına, kalabalık bir ailenin ortasına doğdum. Amcaların, yengelerin, kuzenlerin, kardeş çocuklarının, büyük ninenin, onun evlatlarının falan olduğu büyük bir aile. Dört erkek kardeştik biz üstelik, kendimiz zaten yeterince kalabalıktık. Böyle bir ortamda, eski bir Avanos evinde doğdum.

- Annenizin işi zor olmuştur. Dört erkek çocuk, bir de eş…

Yazık kadına, bir de çok yaşlı bir babaanne tepesinde duruyor. (Gülüyor…) Cemelli Ebem! Babaannem sağlam bir Türkmen kadınıydı. O ailenin ortasına doğmuş olmak aslında kocaman bir sofraya doğmuş olmaktı benim için. Fakat bir taraftan da kimsenin kimseye dönüp bakacak halinin olmadığı bir ortam. Herkes çok telaşlı, kimi tarlaya gidiyor, kimi çamaşırla uğraşıyor, kimi yemek hazırlıyor. İşlerin hiç bitmediği bir çiftçi ailesi… Çocukken en çok hatırladığım, annemin beni “hadi kuzum” diyerek teşvik ettiği, akşam yaylımdan dönen büyük inek sürülerinin peşinden koşturarak dışkılarını toplamaktı. Çünkü onlar kışın müthiş yakacak olurdu. O gün ne kadar çok topladıysan anan o kadar çok takdir eder seni. (Gülüyor…) İneğin arkasında tezeği kim ilk gördü kavgası yapardık çocuklarla. Öyle bir çocukluktan başlayan, sonra da gazozculukla devam eden bir kasaba dünyası…

"Hayatımda iki büyülü mekân varmış demek ki; biri içine doğduğum coğrafya, diğeri de gazozhanemiz"

- Babanıza benziyor musunuz?

Babamın naifliği ve nazikliğinden daha çok annemin coşkun, yırtıcı ve ısrarcı tarafı bende daha çok tezahür etmiş. Elbette bütün babalar kahramandır yine de. Esnaf çocuğu olarak büyüdüm. Esnaflık çok şey öğretti bana. Hep bu örneği veririm. Bir devlet memurunun oğlu olsaydım, iyi bir okulda okur, babamın tayinleriyle sürekli okul değiştirir, ortaokulu, liseyi farklı bir kentte bitirmek durumunda kalırdım. Halbuki ben lise son sınıfa kadar kasabamda kaldım. Sonra Ankara, sonra İstanbul, İzmir ve İstanbul şeklinde devam etti. Hayatımda iki tane büyülü mekân varmış demek ki. Biri içine doğduğum coğrafya, diğeri de gazozhanemiz. Gazoz, çok büyülü bir şeydir. Yani hiçbir nesneye, hiçbir içeceğe benzemez. Köpürür, ferahlatır, tuhaf bir aroması vardır.

- Gazozların eski tadı yok ama…

Yok tabii çünkü suların eski tadı yok. Gazozu iyi ve unutulmaz yapan suyudur. Biz gazozumuzu imal ederken uzunca bir süre kaynak suyu kullandık. Daha sonra da artezyen suyu kullanmaya mecbur kaldık. Doğal kaynak suları tükeniyor ve gazozun tadı da bozuluyor haliyle. Ben Peri gazozlarıyla büyüdüm. Ve doktor olduktan birkaç sene sonra kasabaya Coca Cola ve Pepsi geldi. Kapadokya turistik bir dünyaya açıldı. Sanırım büyü de bozuldu.

- Çocukluğunuzda domatesi anlatma şekliniz, annenizin hatta annelerimizin sıcacık sevgisini hatırlattı bana. Bu sevgi, hayatınız boyunca sizi hangi düşüşlerde yeniden ayağa kaldırdı? Nasıl bir mücadele gücü verdi?

Anneme bir meseleyi sorduğumda bana direkt cevap vermek yerine hikâyeyle cevap vermesini örnek aldım kendime. Sorunun cevabını, muhatabının, o hikâyenin içinde bulmasını istedim. Çok enteresan, bu durumun bir psikoterapi yöntemi olduğunu da yıllar sonra öğrendim. (Gülüyor…)

"Hamuru açtıktan sonra kendi elini öpen bir insan olur mu, annem öperdi"

- Annenizin bu birikiminin kaynağı nedir?

Annem ümmi bir kadındı. Hayatında hiç okula gitmemiş, Avanos'tan dışarı çıkmamış bir kadın. Annemde olan bilgi değil, bilgelikti. Kadim bir bilgiye, kolektif bir bilgiye sahipti annem ve bu durum insiyaki olarak ortaya çıkıyordu. İçgüdüsü çok kuvvetliydi. Yani öğrenip de uyguladığı bir şey değildi. Annesinden, ninesinden akan bir şeydi sanki. Annemle olan ilişkim, annemin benimle kurduğu bu tuhaf rabıta. Annem; ağaca, kuşa, yerde bulduğu bir kâğıda, meyveye, dalından kopardığı bir çiçeğe dua okurdu. Onları öpüp konuşurdu. Şamandı bence de bunun farkında değildi. Düşünün, hamuru açtıktan sonra kendi elini öpen bir insan olur mu? Elini öperdi. Bileğini öperdi. Sanki bileğine teşekkür ediyordu. Bir de “çok istersen olur” derdi sürekli. Olmuyorsa "Yeterince istememişsin demek ki" derdi. Tükenmeyen bir hayat iştahı vardı. Yaşam oburu diyorum ona ve kendime.

"Bireyselleştik ve yalnızlaştık, yalnızlık zaten depresyondan başka bir şey değil"

- O zaman hemen etkilendiğim bir videonuzdan soru sormak istiyorum. Sanırım ekşi sözlüktü ve gençlere neden depresyona girmemeleri gerektiğini anlatıyordunuz. Hadi bize de anlatın. :) Anneniz ne derdi mesela şimdiki gençlere…

Gençlerin, çok fazla durup beklediklerini düşünüyorum. Çok fazla uyaranları var. Onları suçlamak da açıkçası bana iyi gelmiyor ama annemden örnek verecek olursam; annem etrafındaki dünyaya çok açık ve bu yüzden çok kalabalık bir kadındı. Her şeyi paylaşırdı. Tüm işleri komşularla ortak yaparlardı. Fırın yakmışsa o gün bütün mahalle evin bahçesinde toplanır beraber yemeklerini pişirirlerdi. Annemi hep halı dokurken hatırlarım mesela. Sağlam bir halı ustasıydı. Galiba bu toplumsallık, onun yarattığı aidiyet, yardımlaşma duygularının yok oluşu hepimizi çok yalnızlaştırdı. Bireyselleştik ve yalnızlaştık. Yalnızlık zaten depresyondan başka bir şey değil ki.

- Peki, zaman kavramına tekrar gelmek istiyorum. Tarkovski’nin Mühürlenmiş Zaman kitabından bahsedelim. Kendi hayatınızda zamanı mühürleyen bir an var mı? O anı bugün düşündüğünüzde size ne söylüyor?

Zamanı mühürlediğim anlar değil mi? Evet. Sinemayı bu yüzden seviyorum. Sinemayla olan ilişkim tam da böyle bir ilişki.

- Zamanla mücadele etmekten, didişmekten vazgeçmiştim, canavara bakmıyorum demiştiniz…

Evet zamanla mücadele etmekten, didişmekten, sürekli onu yeneceğime dair bir vehme kapılmaktan vazgeçtiğimi söyledim ama sonuçta o kadar sık hatırlatıyor ki kendisini… Mecburen bir çare arıyorsunuz. Ve zamandan yapılmış bir mozaik gibi sinema önünüzde duruyor. Fotoğrafa anların mühürlenmesi diyebiliriz ama aslında sinema tam da zamanın mühürlenmesidir. Çünkü her seferinde yeniden o zamana geri dönme, bir kez daha yeniden görerek öğrenme imkânı doğuyor. Yani tıptaki tabiriyle demonstrasyon yapma şansı veriyor. Ve oradan kendince sonuçlar çıkartmak... Dünya kalabalığı içerisinde yalnız olmadığını hissetmek... Sinema bu yüzden daha çok şifa vericidir. Ben oralarda iyileştiğimi düşünüyorum. Şu an bulunduğumuz çalışma odamı, kendime bir çeşit mabet gibi seçtiğimde de kendimi iyi hissediyorum. Yani kitaplarım yanımda olduğu zaman güvende hissediyorum kendimi. Çünkü zaman oralarda bir yerde durdurulmuş, saklanmış beni bekliyor gibi geliyor. İstediğim zaman dönebilirim oraya. Kitap okurken ya da bir filmi seyrederken aldığım duygu bu. Bu yüzden kameranın arkasında olmak, bir şeyler yazıyor olmak bir tarafıyla da şifa veren bir duygu.

"Kieślowski'yi kendime usta kabul ederim"

- Tarkovski’yi sevdiğinizi biliyorum. Sizi hem edebiyatta hem sinemada kimler etkiliyor?

Yabancılardan Kieślowski'yi kendime usta kabul ederim. Tarkovski'yi daha mistik buluyorum. Görüntülerle, resimle çok fazla hemhal olmuş, bir parça onun içinde kaybolmuş gibi de düşünürüm. Kieślowski ise daha bu dünyaya ait, daha somut, daha net, açık bir yerden konuşuyor, çekiyor. Başkalarının çok fazla merak etmediği ya da önemsemediği mevzuların içindeki o karanlığı, tuhaflığı bulup çıkartıyor. O hikayelerin sıradan kahramanlarının peşine düşüyor. Dekaloglar bu yüzden benim için bir şaheser. Bir taksi şoförünü nedensizce öldüren genç delikanlının bu işi yapmasının sırrını anlıyorsunuz filmin sonuna doğru. Ve o çocuğun o avukatla görüşme sebebi, konuşmayı kabul etme sebebinin hayatında ilk kez ona ismiyle hitap edilmesinden kaynaklandığını gördüğünüzde de, işte o sıradan insanın, o delikanlının eve döndüğünde ne yaşadığını, nasıl bir hengamenin, kaosun içinde bu hale geldiğini de kavrıyorsunuz.

- Abbas Kiyarüstemi’nin ölmeden önce dinlediği, Muhsin Namcû’nun “Bir ömür daha lazım” şarkısının sözleri, zamanı ve kederi müthiş bir hassasiyetle işliyor. Sizce bu an bir filme dönüştürülse, o anı nasıl tasarlardınız?

Kameranın yeri beni çok ilgilendiriyor. Bir meseleyi, bir durumu seyirciye gösterirken tercih ettiğiniz açı, dünyayla kurduğunuz ilişkiyi de tarif eder. Hareketli bir omuz kamerası mı kullanıyorsunuz? Gimbal dediğimiz kahramanı takip eden bir kamera mı yoksa statik mi? Tripotunuzu koyup kıpırdamadan çerçevedeki mevzuyu mu anlatmak istiyorsunuz? Beni tam olarak çarpan şey herhangi bir güvenlik kamerasındaki görüntüleri izler gibi bir dünya yaratabilmek. Güvenlik kamerası sakildir, çerçeveye bazen kahramanın kolu girer ve daha sonra ne yaptığını göremezsiniz, hatta merak edersiniz buradan sonrası ne oldu acaba? diye. Güvenlik kamerasının o dar, orantısız açısı bana bu çağın bakış açısı gibi geliyor. Çok sahici. Yaşadığımız çağın görüntülerini de bir güvenlik kamerasından bize sunulan görüntüler gibi takip ediyoruz. Artık dünyaya bakışımız bir güvenlik kamerası kadar. Onun açısı kadar şahit olabiliyoruz. Kiyarüstemi'nin videosunu izlediğimde de benzer bir duygu oluştu. O kaydı arkadaşı çekiyordu ve kamerayı hafif sağ tarafa doğru yerleştirmişti. Yandan görüyoruz Kiyarüstemi'yi. Bir hastane odası. Kamerayla zoom yaparak da Kiyarüstemi'ye yaklaşıp onun göz yaşlarını da seyirciye gösterebiliriz ama bu bana iyi gelmiyor. Abbas Kiyarüstemi'nin ağladığını biliyorum ve yan taraftan duygusunu görebiliyorum zaten. Bu benim için daha kıymetli bir detay...

- “Edebiyat ve sinema hayatıma farklı şekillerde dokundu,” derken biri sizi “ben”e, diğeri “öteki”ne daha çok yakınlaştırıyor gibi. Bu iki alan arasında dengenizi nasıl kuruyorsunuz?

İkisinin derdi de insan ve kişinin de muradı bu bilinmeyen, keşfedilmemiş, gizli kalan son adayı keşfetmek, onun derinliklerinde, karanlığında gezinmek. Birisi kelimelerle, diğeri resimle, görüntülerle yapıyor. Her ne kadar ikisi birbirinden ayrılıyor gibi gözükse de ikisinin de temel perspektifinin, senaryoda olduğunu biliyorum. Yani sinemadaki temel yapının da, filmlerdeki temel yapının da senaryo olduğunu biliyorum. Bu yüzden sinemaya senarist kimliğimle, edebiyatçı kimliğimle girebildim. Yoksa 48 yaşında kim ne yapsın beni kameranın önünde? Benden ne olabilirdi ki?

"Sinemadaki yolculuğumu edebiyata borçluyum"

- Çok başarılısınız ve hepimiz oyunculuğunuza hayranız…

Onu yaratan, biçimleyen edebiyattaki müktesebatım oldu. Bu yüzden biriktirdiğim tüm kelimeleri oraya taşıdım hep. Benim için çok kıymetlidir diyaloglardaki beklemeler, küçük şeyler, ııııı-lar, lapsuslar. Böyle konuşur, böyle yaşarız. Bu yüzden Kiyarüstemi cebinde açık bir ses kayıt cihazıyla Tahran pazarında geziyor, ki akşama ses toplayıp dinlemek için. Ya da Yılmaz Güney, Sürü filminin senaryosunu cezaevinde yazarken, “Abi ne getirelim, ne istiyorsun, hangi kitapları” denilince cevap olarak “Cıngırak, meleme sesi, çobanların bağırışını kasete kaydedin, onları getirin” diyor. O sesleri dinleyerek yazıyor Sürü’yü. Bu nedenle kelimelerle, seslerle, gırtlağımızdan çıkanlarla gördüklerimiz arasında bir uyum var, rasgele bir beraberlik olamaz. Ben sinemadaki yolculuğumu edebiyata borçluyum. Sinemada nerede takıldıysam hemen edebiyata sarılıyorum. İlhamı, yol arkadaşlığını, yardımı kitaplardan alıyorum. Sait Faik hikayesi okuyup da Çehov hikayesi okuyup da, “abi zorlanıyorum senaryoda” demenin bir alemi yok. Mutlaka sana bir katkısı olacaktır, yol gösterecektir.

- “Hakikat denilen şeyin gerçekle bir ilgisi yoktur.” Gerçek ile hakikat arasındaki farklılıklar nelerdir? Hakikatinizden ödün verdiğiniz ya da bu konuda zorlandığınız zamanlar oldu mu?

Gerçek denen şey, toplumun bize dayattıkları. Başka bir gerçeklik yokmuş gibi, kişisel dünyamıza dayatılan doğruların esiri olmak diğer anlamda. “Hayatın gerçeği” lafı vardır ya. Niye? İşte böyle, bunu yapacaksın, bu okulları bitireceksin. Kredi kartını zamanında ödeyeceksin vs. gibi. Bu dünyanın başka bir gerçekliği olmalı. Bize verilen süre o kadar cömert değil. Yani bu tuhaf ‘’gerçeğe’’ teslim edilecek kadar sıradan bir hayatımız olamaz. Bu bana çok insafsızca geliyor. Hakikat ise başka bir şey. Hakikat bizim kendimize ait bir yolculuk. Bize dayatılan bir şey değil. Biz o merhaleyi hemen elde edemeyebiliriz. O kadar kolay olsaydı, modern çağın gerçeği kadar sıradan olurdu. Ama değil. Bence hakikat, bir yolculuk ve sonuçta öldüğünüz zaman ne kadarına ulaştığınız, ne kadarına vakıf olduğunuzu da çok iyi bilmeden geçip gideceğiniz bir mevzu, merhale. Ben kendi hakikatimin elbette ki peşindeyim. Çünkü sürekli kendisiyle didişen bir adamım. Bunun hayırlı bir şey olduğunu hep söylerim. Ama en çok işime yarayan şey, var olan gerçeğin esiri değilim. O gerçeğin belki koşullarını yerine getirme konusunda dikkatliyim. Çünkü şöyle de bir tehlikesi var. Ben bu gerçeğin dışına düşeyim dediğin zaman münzevi olmak, yok sayılmak, özgürlüğünüzün elinden alınması ya da önünüze setlerin çekilmesi gibi bir tuhaflık var. Bunlara karşı da dikkatli bir adam oldum hep. Buralarda galiba kendi hakikatimden tavizler vermiş olabilirim diye düşünüyorum.

- Risk sever misiniz?

Risk alırım. Konfor alanını terk etmek konusunda pervasız birisiyim. Ama bu dünyanın biraz önce sözünü ettiğim gerçekleriyle ilgili bana dayatılan şeylere dair de temkinli bir adamım. Hukuki işlerden çekinirim mesela. Bir zamanlar politik bir hayatın içinde oldum. Hâlâ da muhalif olmaktan, itiraz etmekten, kendimi ifade etmekten, doğruyu söylemekten çekinmem. Ama kiramı, vergimi, kredi kartımı zamanında ödemeye de çok dikkat ederim. Bu konularda gol yemek istemem. Fazlasıyla hassasım, pimpirikliyimdir.

- “Herkes hayatı kendi bilinci kadar anlıyor,” Sizce birey, kendi bilincinin sınırlarını aşmak ve hakikate yaklaşmak için hangi zihinsel ya da ruhsal alışkanlıkları geliştirmelidir? Bu süreçte sanat, edebiyat ve felsefenin rolü nedir?

İnsan, kendine karşı dürüst olmalıdır. Samimiyet burada en büyük silah. Yüzleşmekten çekinmemeli. Yıpratıcı ya da yakıcı, acı verici sonuçlara katlanmalıdır, onlardan kaçınmamalıdır. Sanatın bu konudaki katkısı ne olur derseniz, sanat işte bunları yapmakla ilgili insana cesaret veriyor. Değişip dönüşmekten, haz alıyorsunuz. Yüzleşmekten çekinmiyorsunuz. Dünyayla kurduğunuz ilişkide sizi daha cesur kılıyor.

- Yaşar Kemal’in romanlarında keder, karakterlerin direnme gücünü besler. Sizce modern insanın kederden kaçışı, hayata karşı dayanıklılığını nasıl etkiliyor? Mutlu olma neden üzerimizde baskı oluşturuyor!

Bu nedenle dayanıksız modern dünyanın insanı. Üzülmekten çok korkuyor çünkü. Bu da onun hayata bulaşmasının önüne geçiyor. İştahlı bir hayat, doya doya, korkusuzca... Bulunduğun yere razı olmadan, merak ederek ve şaşırarak sürdürülecek bir ömürden yanayım ben. Modern hayat bütün bunlara set çekiyor. Korunaklı, muhafazalı ama hiçbir şey yapmadığınız, hiçbir risk almadığınız için de aslında size hiç “yaşamadığınız bir ömür” vaat ediliyor. Buna itiraz etmek, karşı çıkmak, değiştirmek ve bunu değiştirmeye zorlamak lazım tabii. Kişinin bu bilinci edinmesi ve onun üzerine gitmesi lazım.

"Yan yollara sapmak, tekrar ana yola bağlanmak, gitmek, ömür denen yolculuğu zenginleştirir"

- Yolculuklar genelde kaçış ya da varış arzusuyla başlar. Sizce hayat yolculuğumuz, insanın kendisiyle yaptığı en sert hesaplaşma mı?

Nasipse Adayız'daki kahraman için aynı şeyi söylüyordum. “Bu adam bile bile bu yola niye devam ediyor?” Üstelik başına gelecekleri kestirebilecek kadar da aklı başında, deneyimli biri. Fakat geriye dönmek, kişinin kendiyle yüzleşmesi, kendiyle karşılaşması o kadar zahmetli ki, sonunda aşağı düşeceğinizi bilseniz bile o koşmacaya, o yolculuğa razı oluyorsunuz. Daha kolaycı bir yöntem. Bu yüzden yolda olmak, bazen beklemek, durmak, kendine bakmak, geriye dönmek, yan yollara sapmak, tekrar ana yola bağlanmak, gitmek, ömür denen yolculuğu zenginleştiren de bir eylem. Doğrusu bu.

- Sizin memleket dediğiniz yer, bir yaradan ziyade bir tamamlanma hissi mi, yoksa hep bir eksiklik duygusu mu?

Gurbeti memleket yaptım kendime. Oscar Wilde demiş ki “Nereyi seversen orası senin dünyandır. “Acaba bu söz benim içinde geçerli mi? Bence “neresi dünyansa orayı seveceksin.” Bu benim için daha geçerli.

- Çok zorluk yaşadınız mı?

E tabi. Nasıl bir ailenin ortasına, hangi coğrafyada ve hangi koşullarda doğacağınız, sizin elinizde olan bir şey değil. Marcel Mauss'un bir tanımı vardır. İnsanları beşikte büyüyenler, beşikte büyümeyenler diye ikiye ayırır. Ben beşikte büyümeyenlerdenim. Çiftçi bir ailede kasabada büyüdüm. O yüzden kasabamı sevdim. Çünkü benim dünyam orasıydı. Ama sonra başka zorunluluklar çıktı. İzmir'i çok sevdim. Elbette İstanbul'a aşık oldum. Dünyamı sürekli değiştirdim. Kendimi yaşadığım yere adapte etme yeteneğim var sanki. Ya da oradan çalışıyor zihnim.

- Peki o kasaba ya da memleket sizin için bir tamamlanma hissi mi yoksa bir eksiklik duygusu mu?

Memleket benim için bir tamamlanma duygusu. Dönüp dolaştığımızda da hikâyenin sonuçta vardığı yer insanın gerçek memleketi çocukluğundan başkası değil. Yüzleştiğiniz yer orası. Çocukluğunuz. Ama çocukluğunuz nerede? Hangi coğrafyada geçmiş? Onlar nasıl, size ne yapmışlar deyince... Kapadokya. Bir Avanoslu şair vardı, rahmetli oldu. Uzun yıllar İsviçre'de yaşadı. Abdullah Rıza Ergüven. Çok etkilenirim Abdullah Abi’nin o şiirinden. “Dahasını aklım almıyor. Dahası kaos. Bir seni biliyorum üzerine bastığım toprak. Çocukluğum saklı Avanos.” Dönüp dönüp o yüzden oraya referans yapıyoruz ya sürekli. Başka ne olabilir ki?

"Daha yazacağımız, söyleyeceğimiz birçok şey var"

- “Aslında bütün hikâye buydu.” Esas hikayeniz bu kadar mı?

(Gülüyor…) Daha bitmedi hikâye. Daha yazacağımız, söyleyeceğimiz birçok şey var. Bence o umudu taşımak da iyi bir şey. Umudu taşımak da insanı çok besliyor. İnsana şifa veriyor, içindeki kederi alıyor. Daha dur bakalım. Aslında bütün hikâye bu derken, daha dur hikaye bitmedi de demek istiyorum.

- Daha hikâye bitemez Ercan Bey. :) Bitmesin lütfen. :) Son olarak Urla'yı soracağım. Urla'da bir yaşam sanat merkezi oluşturdunuz. Neler yapıyorsunuz? Biraz bize oradaki oluşumdan bahseder misiniz?

2021 yılında pandemiden çok kısa bir süre önce Urla'dan bir ev almıştık. Orayla uğraşırken pandemi çıktı. Ailece mecburen kaldık orada. Doğal yaşam bize çok iyi geldi. Böyle kendi halimizde yaşarken, duramadık ve Nazo “burada tiyatro salonu kuralım, insanlar gelsinler, hep beraber üretelim” dedi. Benim de aklıma Amerikalıların yaptığı tasarımlar geldi. Yani bir garajdan konser salonu, eski bir çiftlik evinden restoran, terk edilmiş bir depodan müthiş bir sinema salonu gibi oluşumlar. Bulduğumuz yer de bu tarzdı. Ufaktan başladık; tiyatro salonu olsun derken, bütün alanı sanat mekanlarıyla kuşattık. Yaşam merkezi oluşturduk. Şu anda Turizm Kültür Bakanlığı'nda özel tesis belgesini haiz, kendi içinde 11 odalı butik oteli, restoranı, kafesi, 600-650 kişilik açık hava tiyatrosu, tiyatro ve sinema salonları olan ayrıca, kütüphanesi, resim galerisi mevcut çok yönlü bir sanat kampüsü çıktı ortaya.

Ercan Kesal ve Nazan Kesal

Ebru D. Dedeoğlu kimdir?

Ebru D. Dedeoğlu, işletme-ekonomi bölümünden mezun oldu. Executive MBA alanında yüksek lisansını tamamladı. İktisat Bankası'nda MT olarak başladığı iş hayatını 13 yıl süresince portföy yönetim şirketlerinin pazarlama biriminde yönetici olarak tamamladı.

Bir yıllık Uzak Doğu serüveninden sonra hayatına yeni bir yön vererek yayıncılık hayatına adım attı ve Doğan Kitap pazarlama biriminde yeniden başladı.

Türkiye'nin çok sayıda yazarlarıyla bire bir geleneksel ve digital medya pazarlama stratejileri üzerine çalıştı.

Cumhuriyet'te Türk/yabancı yazarlarla söyleşiler yaptı. Oksijen gazetesinde de röportajları devam etmektedir.

Yeni yazarlar keşfetti. Doğan Kitap'ta uzun yıllar süren yayıncılık hayatından sonra Ajans Letra'yı kurdu.

Halen Ajans Letra'da çalışıyor ve yazarlara danışmanlık hizmeti veriyor. Aralık 2023'ten itibaren kitaplar, yazarlar, yayın hayatı üzerine T24'te söyleşi yapmaya başladı.