Ebru D. Dedeoğlu Abdurrahman Keskiner ile birlikte
Yeşilçam'ın unutulmaz filmlerinin yapımcısı, sinema tarihimizin en önemli isimlerinden Abdurrahman Keskiner'in yeni kitabı "Prodüktör" Alfa Yayınları'ndan yayımlandı. Ali Can Sekmeç tarafından yazılan kitap, Yeşilçam gerçeğini, Yılmaz Güney'li yılları, dönemin starlarını ve duayen Keskiner'in unutulmaz başarılarını anlatıyor. Adeta Yeşilçam tarihini okuduğumuz kitap dünden bugüne sinemamızın gelişimini ve dönemin psikolojisini gözler önüne seriyor.
Apo Ağabey, Apo Baba, Apo Dayı… Say say bitmez. Herkesin severek bahsettiği, zeki, ketum ve güvenilir bir koca çınar. Çok sevdiğim Arzu Okay sayesinde buluştuğumuz Keskiner'le bol bilgili, bol lezzetli bazen hüzünlü bazen de kahkaha dolu bir sohbet gerçekleştirdik. Ders niteliğinde altın öğütleriyle kendisinden çok şey öğrendiğim muhabbetimizde "Duyduklarımı değil, bizzat yaşadıklarımı anlattım" diyen Keskiner ile kitabı üzerinden sinemaya ilk girişini, Yılmaz Güney'i ve başarılarla dolu yapımcılık hayatını konuştuk. Tabii arada gizli köşelerde kalmış konuları da irdelemeden geçmedik. Bazıları aramızda çoğu röpörtajımızda. Buyrun sohbetimize…
Abdurrahman Keskiner
- Apo Abicim, izninizle size abi demek istiyorum. Kitabınızı büyük bir merakla okudum. Yeşilçam'da duyduklarınızı değil bizzat yaşadıklarınızı dile getirmişsiniz. İlk olarak sormak istiyorum Osmaniye'de çiftçilikle uğraşırken İstanbul'a nasıl geldiniz?
1961-62 döneminde Osmaniye'de özel bir lisede okurken, yaramazlığımdan dolayı mektepten atıldım, İstanbul'a ablamların yanına geldim. Lise son sınıfın ikinci dönemini İstanbul Beyoğlu Lisesi'nde okumaya devam ettim. Şimdiki adıyla Beyoğlu Atatürk Erkek Lisesi'nde. Lise bitince de Osmaniye'ye geri döndüm. Askerlik, ardından da öğretmenlik yaptım.
- Ve hayatınızın dönüm noktası. Osmaniye'de film çekmeye gelen Yılmaz Güney'le tanışıyorsunuz…
Evet. 1965 yılında Yılmaz Güney'le tanıştım. Osmaniye'ye Dağların Oğlu filmini çekmeye gelmişti. Başrollerde Nebahat Çehre, Erol Taş oynuyordu. Yılmaz, abim Arif Keskiner'in arkadaşıydı. 20 gün onlara yardım ettim.
Abdurrahman Keskiner Yılmaz Güney'le 'Dağların Oğlu' filminin çekimlerinde
- Kitabınız Yeşilçam'dan kimler geldi kimler geçti diye başlıyor. O yıllara dönecek olursak, Yeşilçam'da filmler nasıl yapılıyordu? İşleyiş nasıldı?
O dönemde, bölge işletmecilerinin istedikleri oyunculara göre filmler yapılıyordu.
- Bölge işletmecisi ne demek?
Sinema dağıtım şirketlerinin adı Bölge İşletmecisi olarak geçiyordu. Türkiye'de beş tane bölge vardı. Adana, İzmir, Samsun, İstanbul ve Ankara. Adana bölgesi en büyük bölge. 24 vilayet ve kazasını kapsıyordu. Ancak bu bölgelerin içerisinde en önemli ve sözü geçerli olan Adana bölgesi idi. En çok parayı veren de Adana'ydı. İşletmeciler, film işletmecileri, kimin filmi iş yapıyorsa İstanbul'a gelip onun filminin yapılmasını istiyorlardı.
- Peki film oyuncuları nasıl seçiliyordu?
O dönemde kadın ya da erkek star sistemi mevcuttu. Yani Türkan Şoray, Hülya Koçyiğit, Yılmaz Güney, Ayhan Işık, Cüneyt Arkın, İzzet Günay gibi. Starların yanında oynayan oyuncuların ismi önemli değildi. Çünkü Cüneyt Arkın ya da Türkan Şoray filmi satıyorsun. Türkan Şoray'ın yanındaki adam kimseyi alakadar etmiyor. Anlatabildim mi? Şimdiki gibi ajanslar yok o zaman. Aklına yatan ya da beğendiğin oyuncu varsa hikâyeye uyar deyip, çağırıp oynatıyorsun. Sistem böyle işliyordu.
Hayır. Şöyle Ebru: piyasada 5-6 kişi senaryo yazıyordu. İşte kimler var? Safa Ünal, Erdoğan Tünaş, Bülent Oran. Bu isimlerin haricinde komedi senaryosu yazanlar da vardı. Senaristler, tür bazında ayrılıyordu. Bu isimler içinde en hızlı üreten Safa Önal ve Erdoğan Tünaş'dı.
"Safa Önal bir yaptığı filmi farklı isimlerle tekrar satıyordu"
- Safa Önal yazdığı 395 adet senaryo ile Guinness Rekorlar Kitabı'na girmiş…
Çünkü Safa Önal bir yaptığı filmi ikinci defa farklı isimlerle tekrar satıyordu.
- Gerçekten mi?
Seninle bir anımı paylaşayım. Ne kadar gerçek anla!
Safa Önal'la İbrahim Tatlıses'in başrolde olduğu Zeynep adlı filmin senaryosu için çalışacağız. İbrahim Tatlıses'i çağırdım. Dedim ki, "Beğendiğiniz hikâyeyi çekelim." Onlar da "Baba biz hikâyeyi bulduk, tamam" dediler. Safa Önal'a "Bunu yaz kardeş, biz on beş gün sonra çekime başlıyoruz" dedim, "Tamam" dedi. Safa Abi'den uzun süre haber gelmedi. Evine gittim. Kapıyı açtı "Ağabey neredesin? Hani bizim senaryo nerede?" Dedi ki "öğleden sonra sana getiriyorum senaryoyu." Yerin dibine girdim adama karşı tabii. Özür diledim. Neyse öğleden sonra senaryo teslim edildi. Senaryoyu oyunculara vermek için ciltlendirdim. Tüm oyuncular birkaç gün sonra gelip "Abi, biz bu filmi oynadık, Kadir İnanır-İsyan filmi bu" dediler. Aynı senaryoyu bize vermiş Safa. Tabii Safa Abi'ye bir daha ulaşamadım. Ben de yönetmeni çağırdım. Amcaları hala, halaları dayı, kadınları erkek, erkekleri kadın yaptık. Ve filmi çektik.
- Safa Önal bir yorum yapmadı mı?
Safa Abi sonra kayboldu zaten. Aylarca gözükmedi gözüme hiç.
"Altta dönen tüm üçkağıtları biliyorum"
- Hakkınızda yapılan tüm yorumlarda, sinemadaki yerinizin başka olduğu söyleniyor. Sizi diğer kişilerden ayıran, başka yapan özellikleriniz nedir?
Ben sinemaya Yılmaz Güney'in menajeri olarak girdim. Bu nedenle altta dönen tüm üçkâğıtları biliyorum. Engelleri tek tek dürüstlüğümle aştım. Prodüksiyonu karşılayacak param olmadan asla film çekmedim. Nakit çalıştım. Bu nedenle de herkesin güvenini kazandım, kimi çağırsam, başkalarıyla çalışıyor olsa bile işi bırakıp bana gelir. Güven her şeyden önce gelir. Sırf maddi güven değil, sözünün eri olmalı insan. Yanlış yapmadık kimseye. Ana babası olmayanın babasıyım, abisi olmayanın abisiyim, dayısı olmayanın dayısıyım. İyi ki de böyle yaşadım. Arkama baktığımda ne güzel dostlar biriktirmişim diyorum. Bu çok önemli.
"Yeşilçam'da herkes Matild Manukyan'ın kardeşi Ferdinand'a kırdırırdı senedini"
- Altta dönen üçkâğıtlar derken, sektör senet sistemi ile çalışıyordu değil mi?
Tabii tabii, sektör vadeli senetlerle dönüyordu. Nakit kimsede yoktu. Yeşilçam'da herkes Matild Manukyan'ın kardeşi Ferdinand'a kırdırırdı senedini. Yeşilçam'da başka senet kıranlar da vardı ancak yüksek faiz alıyorlardı ve legal değillerdi. Ferdinand Manukyan ise belgeli resmi bankerdi. Onun için de Yeşilçam'da herkesin çekleri Ferdinand'a giderdi. Ferdinand da kimin senedinin ödeneceğini, kimin ödenmeyeceğini bilirdi. İstihbarat gibi çalışırdı.
- Türk sinemasının en önemli isimlerinden Yılmaz Güney'le yollarınız kesişiyor ve sinema yolculuğunuz başlıyor. Osmaniye'den İstanbul'a ikinci gelişinizde Yılmaz Güney ile yollarınız tekrar nasıl kesişti?
Pamukları toplattırıp Osmaniye'den İstanbul'a kısa bir tatil için gelmiştim. Tam dönmeye hazırlanırken Şişli otobüs durağında Yılmaz Güney'in Osmaniyeli şoförüyle karşılaştım. "Hoşgelmişin" diyerek beni Yılmaz Abi'nin civarda bulunan film setine götürdü. Yılmaz beni görünce, "Bir yere gitme kardeş. Nebahat'ı da alalım akşam yemeğe çıkalım" dedi. Akşam Nebahat, Yılmaz, ben yemeğe çıktık. Sohbet sohbeti açınca "Osmaniye'ye gitme. Burada benimle çalış, ayda 500 lira veririm, senin gibi bir adama ihtiyacım var, kimseye güvenemiyoruz burada" dedi. Düşündüm, ertesi gün de kabul ettim. Ve böylece çalışmaya başladık.
"Her zaman için en büyük aşkı Nebahat Çehre oldu"
- 500 TL iyi para mıydı o zaman?
İyi para. Baş öğretmenlikte 310 lira maaşım vardı.
Yılmaz Güney, Can ve kızı Elif'le
- Yılmaz Güney'le altı yıllık çalışma sürecince en güvendiği isim olmuşsunuz. Adeta sağ kolusunuz. Karmaşık, yaratıcı bir kişilik olan Yılmaz Güney gerçekten kimdi? Zor yanlarıyla nasıl başa çıktınız?
Yılmaz Güney sinema için doğmuş bir adamdı. Tüm dünyası, hayatı sinemaydı. Hikâyeyi yazan, senaryosunu hazırlayan, yönetmenliğini yapan bir adamdı. Tüm düzeni buydu. Tabii arada aşkları da vardı. Benden önceki dönemde Feri Cansel'le birlikteydi. Ancak her zaman için en büyük aşkı Nebahat Çehre oldu. İlk yanında çalışmaya başladığımda hayatında kızının annesi Can vardı. Yılmaz beni Can'la tanıştırıp, "Bundan sonra ne istiyorsan Abdurrahman'dan isteyeceksin" demişti. Tüm arka plan işlerle ilgileniyordum. Çalışmaya başladıktan bir hafta sonra Yılmaz bana noterden umumi vekâletname verdi. Bu umumi vekâletnamenin içerisinde aklınıza ne geliyorsa vardı. Film anlaşmaları, pazarlamaları her şey bana aitti. Bu dönemde bir de Yılmaz'ın kumarı var. En kötü olayı. Yılmaz'ın en büyük felaketi kumarı çok sevmesiydi. Kumar oynamasına karışmamı istemiyordu.
Nebahat Çehre, Yılmaz Güney, kameraman Ali Uğur ve Abdurrahman Keskiner nikâh sonrasında (Hilton Oteli 1967)
"Yılmaz Güney 'Apo her şeyime karışıyorsun, kabul, ama kumarıma karışma' dedi bir gün"
- Gece uykularınızdan uyanıp Yılmaz Güney'i kumar masalarından topluyormuşsunuz?
Tabii. "Apo her şeyime karışıyorsun, kabul, ama kumarıma karışma" dedi bir gün. Ben de "Kumara karışmayayım da, senetleri ödüyorum, para yok, nasıl ödeyeceğiz? Ummadık yerde senet imzalıyorsun" dedim. Bu konuda sert atışmalarımız da vardı Yılmaz'la. Yılmaz ayrıca araba ve hız yapmayı da severdi. Üç tane arabamız var. Üç arabada da çok zarar ettik.
- Arabayla hız yapmayı sever miydi? Kitapta birden fazla arabanın takla attığı kazalar var…
Çok severdi. Adana'da iki defa, bir defa da Nebahat'la Antep'te takla attı. Sürekli tamirciye arabayı götürüyordum. Bir gün, tamircide arabayı yaptırdım. Ertesi gün Yılmaz yine kaza geçirmiş, takla atmış. Arabayı tamirciye geri götürdüm. "Yahu abi ne yaptınız arabaya" dedi. "Yapmamışsın arabayı, böyle vermişsin" dedim. Adam da, "Yahu abi böyle şey olur mu? Bir ayda üç defa araba yaptırılır mı" dedi. Beraber güldük. Yapılacak bir şey yoktu. Tamir ettirdim tekrar.
- Peki Yılmaz Güney nasıl bir adamdı?
Bonkör bir adamdı. Dışarıya karşı çok bonkördü.
"Herhalde gerçek hayatta kavgalarla rol denemesi yapıyordu"
- Peki o kavgacı ve şiddet seven tarafı nereden kaynaklanıyordu?
Filmlerde hep kabadayı rolünü oynuyordu. Sürekli kavga eden iyi adam rolündeydi. Herhalde gerçek hayatta kavgalarla rol denemesi yapıyordu.
Türkan Şoray ve Abdurrahman Keskiner 'Namus Borcu' filminin Toprakkale çekimleri sırasında (1973)
"Benim için zor olan, silahı istediği zaman vermememdi; hırçınlaşıyordu"
- Sizin için zor olmuyor muydu?
Benim için zor olan, silahı istediği zaman vermememdi. Hırçınlaşıyordu. Birlikte çalıştığımız altı yıl boyunca Yılmaz'a asla üzerinde silah taşıttırmadım, hep ben taşıdım. Aramızda gizli bir anlaşma vardı. O içtiği zaman ben içmezdim. Benim içtiğimde de o içmezdi.
'Eşrefpaşalı' filminin seti (1966)
- Yılmaz Güney'i üç kelimeyle özetleseniz ne dersiniz onun için?
İyi insandı. Sinema için doğmuştu, sinema için öldü. Allah rahmet eylesin.
- Filmlerde çalıştığı kişilere yarattığı travmaların bir açıklaması olabilir mi?
Çektiği sahnelerin gerçek olmasını isterdi.
- Bir çocuğa ağlamıyor diye tokat attığı olay doğru mu?
Silifke'de Eşkıya Celladı'nı çekiyorduk. Adana'dan gelen yeğeni oynuyor filmde. Bir sahnede çocuğun ağlayarak koşması gerekiyor. Ancak ağlayamadı. Yılmaz "Ağla" dedi. "Nasıl ağlayayım dayı" dedi. Yılmaz ona 2-3 tane tokat attı. "Şimdi git koşarak gel buraya" dedi. Çocuk ağlıyor tabii. Yılmaz istediğini almış, başarmıştı.
"Fatoş yanımızdan gider gitmez 'Nebahat ne yapıyor?' diye sordu"
- Ya sevdiği kadınlara yaşattığı travmalar? Özellikle Nebahat Çehre'ye…
Ebru, Yılmaz'la Nebahat'ın aşkı çok farklıydı. Affedersin kedi köpek gibi mi diyeyim, başka bir şey mi bilemiyorum. Birbirini çok seven, tutkuyla bağlı iki insandı. Çok seviyorlardı birbirlerini. Ölümünden önce Cannes'da Yılmaz'la buluştuğumuzda, bir ara Fatoş yanımızdan gider gitmez "Nebahat ne yapıyor?" diye sordu. Sonra da "Oğlum, kızın bizde çok emeği var. Hakkını ödeyemeyiz, ne olursa olsun Nebahat'a sahip çık" dedi.
- Engebeli, travmalı ilişkiymiş anladığım. Neden ayrıldılar peki?
Nebahat, ben, Yılmaz Siverekliler Gecesi'ne gittik. Oradan da bir kulübe. Atışmaya başladılar. Nebahat çekti gitti. Ben de arkasından gittim. Yılmaz bir hışımla arabayı aldı ve karşıdan karşıya geçerken arabayla Nebahat'e çarptı. Korkutmak istedi. Hemen İlkyardım Hastanesi'ne götürdük. Yılmaz bir hafta başında bekledi. Aralarındaki aşk başka bir şeydi. Ardından resmi olarak boşandılar. Ayrıldıktan sonra Yılmaz askere gitti, Sivas'a. Bir gün telefon etti, "Nebahat buraya gelecek, al gel" dedi. Beraber Sivas'a gittik. Ayrılsalar da aşkları asla bitmedi.
- Nebahat Hanım da çağırınca hemen gitti mi?
Seviyor. Diyecek hiçbir şey yok. Aşkta her şey mübah.
- Siz neden yollarınızı ayırdınız Güney'le?
Atıştık. Başkalarının yanında beni rencide etti. Bunu kaldıramadım. Hayat işte.
Abdurrahman Keskiner, Nihat Ziyalan, Nebahat Çehre ve Yılmaz Güneyle askerlik şubesi önünde
Yeşilçam'ın Don Kişot'u ve senaryosuz filmler!
- Yılmaz Güney'den ayrıldıktan sonra birçok önemli filme imza attınız. O dönem için kült olan Don Kişot filminden bahsetmek istiyorum. Don Kişot'u Münir Özkul, Sancho Panza'yı Sami Hazinses'in canlandırdığı film. Gelibolu'da bir yel değirmeni bulup işe başladığınız filmin yolculuğunu anlatır mısınız?
1971 yılında üçüncü filmim Donkişot: Sahte Şövalye oldu. Bugün düşünüyorum da "Bu filmi nasıl yaptım" diyorum. O yıllarda Türk sinemasında bir avantür filmler, bir de komedi filmleri çok iş yapıyordu. Melih Gülgen Nasreddin Hoca'yı çekmişti. Bir film Anadolu'da bir bölgede büyük iş yapmışsa yapımcıdan yine onu istiyorlardı. O günlerde benden de bir komedi filmi çekmemi istediler. Fotoromanlar çeken bir yönetmen vardı, Artun Yeres yazıhaneme sürekli gelip gidiyor, burada çalışıyordu. Artun bir gün bana, "Abi, sen de Donkişot filmi yapsana," dedi. Gittim bir kitapçıya Don Kişot kitabı aldım. Deli bir İspanyol şövalyesi ile uşağını anlatıyordu. Okumaya başladım.O gün yazıhaneme Kayserili sinemacı Üveyiz Molu uğradı. Beni kitapla görünce saklamaya çalıştım. "Ne o, gizli saklı kitap mı okuyorsun" dedi. Ben de kitabı çıkarıp gösterdim. "Don Kişot'u okuyorum" deyince bana gülerek, "Ne o donla monla ne işin var" dedi. "Bunu film yapacağım," dedim. "Kim anlar bundan" deyip gitti. Kitabı okuyup bitirdim. Komedi filmi olurdu. Artun'u yanıma çağırdım. "Al bunun senaryosunu yaz bakalım" dedim. O senaryoyu yazarken, ben bölge satışlarına giriştim. Artun senaryoyu bitirdikten sonra Türk sinemasının en hızlı film çeken yönetmeni Semih Evin'i yazıhaneme davet ettim. Semih Abi senaryosuz film çekmekle ün yapmış, pratik bir yönetmendi. Çektiği filmlerdeki diyalogları küçük kâğıtlara ya da içtiği sigaranın paket kâğıdına yazar, kurguda bunları başarıyla uygulardı. Hakkında çok komik hikâyeler anlatılırdı. Fakat film çekmekte çok mahir bir yönetmendi. Yazıhaneme gelince senaryoyu uzatıp "Semih Abi bu filmi çek" dedim. Aldı, hızlıca senaryoya baktı. Sonra da"Tamam çekerim" dedi. Ve başladık.
- Nasıl? Senaryosuz mu çekiliyordu film?
Önce kafasında hikâyeyi çekiyordu Semih Abi.
- Oyuncular kafasındaki plana nasıl uyuyor?
Yılmaz da öyle çekiyordu. Her şey kafasındaydı. Senaryo yoktu.
- Ya diyaloglar?
Dublajda konuşturuluyordu.
- Türk sinema tarihinin önemli filmlerinin yapımcısısınız. Yılmaz Güney ile Şerif Gören'in yönettiği "Umut", Atıf Yılmaz'ın "Selvi Boylum Al Yazmalım" ve Yavuz Turgul'un "Muhsin Bey" , "Hazal" ve niceleri… Hepsinde emeğiniz, katkınız büyük. Selvi Boylum Al Yazmalım'ın jeneriğinde isminiz dahi geçmiyor. Neden?
Haklısın, ismim geçmiyor. Umut Film olarak 1977 yılını üçü müzikal, biri avantür olmak üzere dört prodüksiyonla kapatmıştım. Abim Arif Keskiner, Kırgız yazar Cengiz Aytmatov'un bir filmini Atıf Yılmaz'la çekecekti. Senaryoyu Ali Özgentürk'le birlikte yazmışlardı. Benim işlerim bittiği için filme yardım etmeye karar verdim. Bir çeşit yürütücü yapımcılıktı benimki. Abim Arif Keskiner'in bu filmi kendisine çektiğini sanıyordum. Meğerse Atıf Yılmaz'la ortak olmuşlar. Bundan haberim yoktu. Bunu bilsem tüm işimi gücümü bırakıp 55 gün Osmaniye'de kalmazdım. Yapımcısı olduğum filmlerde dahi bu kadar uzun sette kalmadım. Dağ köylerinden evlere varıncaya kadar tüm mekânları ben ayarladım. Selvi Boylum Al Yazmalım'da emeğim çoktur. Bir kuruş para almadan çalıştım. Buna rağmen her nedense jeneriğe adımı koymadılar.
Muhsin Bey filmi öncesi Şener Şen, Uğur Yücel ve Abdurrahman Keskiner (Tarabya, 1986)
- Peki Yeşilçam'ın büyülü dünyasında asla affetmeyeceğim dediğiniz birisi oldu mu?
Yok hiç olmadı. Ben kinci biri değilim ki. En yakın arkadaşım Tanju Gürsu'nun yaptıklarına rağmen küsmedim. Hayat kısa, küsmeye gerek yok.
- Yılmaz Güney'le en son Paris'teki buluşmanızda "Apo gardaş bunca paraya ne oldu" sorusuna vediğiniz cevap çok etkili ve üzücü. Neden bunca para uçtu gitti?
Cannes'dayız. Üç saate yakın sohbet ettik. Bir ara yalnız kaldığımızda Nebahat'ı sordu. Sonra sessizleşti, dalıp bir yerlere gitti, bana dönüp "Apo, bu kadar çok para kazandık gardaş, bu paraya ne oldu, nereye gitti bu para" dedi. Cevabını çok iyi bildiği bir soruyu, bunca yıl sonra neden bana sorma ihtiyacı duymuştu anlamadım. "Günah mı çıkarmak istiyor" diye düşündüm. Eğer günah çıkarmak istiyorsa, bu yükün altından kalkamazdı. Çünkü parayı da, hayatı da har vurup harman savurmuştu. Kendimi toparlayıp "Senin hiç paran oldu mu" diye sordum. "Çok para kazandık ama hep borçlu yaşadık. Hâlâ da etrafa bir sürü borcun var" diye ekledim. O hâlâ kendine sorması gereken soruyu bana soruyordu: "Peki ne oldu bu paralara gardaş" Tutamadım kendimi. "Önce otomobillere verdiğin paraları bir düşün. Elindeki paraların ne kadarı, kaç film parası bunlara gitti. 120 bin liraya araba aldık, 40 bin liraya sattık. 80 bin liraya aldık, 30 bin liraya sattık. 50 bin liraya aldık, 20 bin liraya sattık. Bunların her biri o zamanki parayla ikişer film parasıydı. Bir römork aldın bir film parasının yarısına. Terzi Mualla Hanım'a çektiğin filmlerden hiç para almadın. Bir de kumarda kaybettiğin paraları düşün. Tüm paranı kumarhane sahipleri aldı. Sen çalıştın, onlar yedi" dedim. Sonra da gözlerinin içine bakıp "Şimdi sen söyle, senin hiç paran oldu mu" diye sordum. Karşımdaki Yılmaz Güney, eski Yılmaz Güney değildi. Sözlerim karşısında sustu, yutkundu, dalıp gitti. Hiçbir şey söyleyemedi.
- O görüşmenizde "Yol" filmi ile ilgili öznel eleştirinizi söylüyorsunuz. Cevabı neydi?
Cannes'da Yılmaz Güney'le sohbet ederken Yol filmini kastederek, "Kürdistan yazısını koymasaydın da Türkiye'de rahatça sinemalara çıksaydı olmaz mıydı" diye sormuştum. Yılmaz da bana, "Apo, ben bunu koymaya mecburdum" diye cevap vermişti. "Niye mecbursun ki? Bunun yönetmeni sensin. Kim neye karışabilir" dediğimde, "Apo, orası çok karışık. Ne sen sor, ne de ben anlatayım. Zaten anlatması da pek güç" demişti. Çaresizdi. Onu ilk kez bu kadar çaresiz görmüştüm. Belli ki bir şeylere mecbur bırakılmış, Kürtçülüğe zorlanmıştı. Hissettiğim, bundan çok da memnun olmadığıydı. Zaten benim tanıdığım Yılmaz Güney bu değildi. Üstelik Yol, Cannes'da Türk sineması adına yarışmış ve kazanmıştı. Evet, o Kürt'tü. Kürt asıllıydı ama asla Kürtçü değildi. Onunla omuz omuza çalıştığım yıllarda ne Kürtçülüğünü gördüm, ne de duydum. Arkadaşlarımız arasında Kürt İdris vardı, Kürt Ahmet vardı, Mersinli Kürt İsmail vardı ama sohbetlerimizde Kürtçülük lafı hiç geçmezdi. Sonuçta bu insanlar kabadayılık düzeninin bir parçasıydı. Öyle siyasi konuşmaların, ayrışmaların içinde olmazlardı. Oturdukları masalarda her zaman ben de vardım. Ayrıca çektiğimiz hiçbir filmde de Kürtçülük olmamıştı.
'Yılanı Öldürseler' filminin kurgu çalışması. Soldan sağa: Kamera asistanı Erkan Güner, Türkan Şoray, Güneş Karabuda, Abidin Dino, Abdurrahman Keskiner, Zülfü Livaneli ve kurgucu Lennart Arvidsson (Stockholm 1982)
- Sinema camiası her dönem duygusal vahşilikleri içinde barındırıyor. Herkesin ünlü ve fark edilmek istediği bu dünyada öğütleriniz altın niteliğinde. Genç sinemacıları ya da bu yolda yürümek isteyenlere ne önerirsiniz?
Öncelikle sinemayı ve tarihini iyi bilmeleri gerektiğini düşünüyorum. Dünya sinemasını takip etsinler. Bizim zamanımızda takip etme şansımız yoktu. Şimdiki gençler çok şanslı. Düşün, Cannes Film Festivali'nde standımız bile yoktu. İlk defa 1982 yılında Türkiye adına ben stand tuttum. Şimdi Kültür Bakanlığı yapıyor benim yaptığım işi. Para, filmlerin yurt dışı haklarının satışında. Ödül aldığım ilk filmim Hazal'ın yurt dışı satışlarından önemli miktarlar kazandım. Yılanı Öldürseler filmine de fazla para yatırmamın sebebi yurt dışı şansının olduğunu düşünmemdi.
- Para kazanabildiniz mi?
Hayır battı, 1982 yılında 22 milyon TL zarar ettim.
- Televizyonun en önemli dizilerinden Hanımın Çitliği'nin yapımcısısınız. TV'deki ilk yolculuğunuz. Nasıl karar verdiniz ve önemli bir ilki başardınız?
Yapılan dizileri izledikçe benim de bu alanda çalışmam gerektiğine karar verdim. Çekilen diziler genellikle bir edebi esere dayanıyordu. Ben de bu yoldan gitmeye karar verdim. Aklımda Orhan Kemal vardı. Eserlerinin hepsi de birbirinden güzeldi. Sonunda Vukuat Var ve devamı sayılan Hanımın Çiftliği romanlarını seçtim. Bir sürü engeller çıktı, ancak sonucu hepimizi çok mutlu etti. Ve bugün bile hatırlanan, herkesin çok sevdiği, dizi tarihine altın harflerle yazılan bir dizi çektik.
- Keşke bunu da yapsaydım dediğiniz bir şey kaldı mı?
Yok hayır. İş hayatımda sadece Züğürt Ağa filmini kıskandım. Ama iyi bir kıskanma bu. Keşke ben çekseydim duygusunda bir kıskanma. Bunun üzerine de Muhsin Bey'in yapımcısı oldum.
- Muhsin Bey filmine nasıl karar verdiniz?
Züğürt Ağa filminden sonra düşündüm. Ne yapmam gerekiyordu? Filmin ana beyni Ertem Eğilmez'e gittim. Her gece, her gün Ertem Eğilmez'in yanında oldum. İkna ettim ve sonunda da Muhsin Bey'i çektim.
- Yavuz Turgul ile anlaştınız mı?
Anlaşılmayacak bir şey yok. Ne istiyorsa verdim.
- Peki Uğur Yücel nasıl kadroya dahil oldu? Onu da siz keşfetmişsiniz.
Taksim'de "Taksim Sanatevi" vardı. Uğur Yücel, Bergen'in alt kadrosunda tek kişilik gösteri yapıyordu. İbrahim Tatlıses'i ya da şiveli türkücüleri taklit ediyordu. Yavuz'la Şener'i, Uğur'u dinlemeye götürdüm. Beğendiler ve "Aradığımız adam bu" dediler. Uğur'u çağırdım yazıhaneye. Anlattım. "Abi, o zaman 10 gün Urfa'ya gideyim, bir şive öğreneyim, öyle başlayalım" dedi. On gün sonra geldi. Senaryoyu hep beraber çalıştılar ve filme başladık.
- Dikkatimi çeken bir ayrıntı da kitapta özel hayatınıza dair hiçbir ayrıntı yok. Merak ediyorum bu pırıltılı dünyada âşık olduğunuz bir kadın olmadı mı?
Yok hiç olmadı. Yeşilçam'dan hiç kimseyle ilişkiye girmedim.
- Uzaktan da olsa etkilendiğiniz bir kadın yok muydu?
Hep güzel kadınlarla beraberdim. Ama onların abisi, babası, amcası oldum. Bir de, insanın tüm zayıflıklarını, acılarını bilirsen ona farklı gözle bakamazsın. Bakmamalısın.
Yılmaz Güney, Fatoş Güney, Nebahat Çehre... Yılmaz hafta sonu İmralı'dan izinli çıkıyor. Nebahat'ın Bebek'te çalıştığını duyuyor. Akşam, Kürt İdrislerle birlikte Bebek gazinosuna gidiyorlar. Nebahat'la görüşüyorlar. Sahneye çıkıyor, sarılıyorlar. Sonra, Fatoş bu olayı duyuyor. Ve hemen Kürt İdris'i arıyor. Diyor ki," İdris Abi ben sana inanıyorum, böyle böyle bir şey oldu mu?" "Yok bacım, nereden çıkarıyorlar bu işi? Elin uydurması, sen bunlara inanma" diyor. "Tamam abi ben seni anlıyorum zaten" diyor ama anlıyor ki öyle bir olay var. Büyük aşktı. |
Ebru D. Dedeoğlu kimdir? Ebru D. Dedeoğlu, işletme-ekonomi bölümünden mezun oldu. Executive MBA alanında yüksek lisansını tamamladı. İktisat Bankası'nda MT olarak başladığı iş hayatını 13 yıl süresince portföy yönetim şirketlerinin pazarlama biriminde yönetici olarak tamamladı. Bir yıllık Uzak Doğu serüveninden sonra hayatına yeni bir yön vererek yayıncılık hayatına adım attı ve Doğan Kitap pazarlama biriminde yeniden başladı. Türkiye'nin çok sayıda yazarlarıyla birebir geleneksel ve digital medya pazarlama stratejileri üzerine çalıştı. Yeni yazarlar keşfetti. Doğan Kitap'ta uzun yıllar süren yayıncılık hayatından sonra Ajans Letra'yı kurdu. Halen Ajans Letra'da çalışıyor ve yazarlara danışmanlık hizmeti veriyor. Aralık 2023'ten itibaren kitaplar, yazarlar, yayın hayatı üzerine T24'te söyleşi yapmaya başladı. |