Seçimlere sayılı günler kala Ramazan Bayramı’nın da sona ermesi ile adaylar kampanyaların en hızlı dönemine girmiş bulunuyorlar. Yenilenen seçimlerde en kritik nokta elbetteki sandığa gitmeyen seçmenler. İstanbul’da katılımın bir önceki seçimde %88 iken bu seçimde %83’e düşmesi, 1,7 milyon seçmenin sandığa gitmemesi elbette seçim sonuçları üzerinde önemli bir etken oldu.
Oy vermek hak mı görev mi?
31 Ağustos 2018 tarihinde yazdığım bir yazıda “Seçmen Küser mi? Evet” başlıklı bir yazı kaleme almış ve küskünlüğe giden yol ayırımının temelinde “Oy vermek hak mıdır, yoksa ödev mi?” sorusunun önemli olduğunu söyleyerek seçmenleri oy vermeye mecbur hissettirmenin ana küskünlük kaynaklardan biri olacağını söylemiş, çözüm olarak da “Seni duyuyorum, anlıyorum” mesajını vererek, doğru bir iletişim kurulması ve seçmende motivasyon yaratacak bir çalışma içerisine girilerek yeni bir umut yaratma olduğunu öngörmüştüm.
AKP’nin bu seçim yaptığı en büyük hatalardan biri, her ne olursa olsun seçmeninin sandığa giderek kendine oy vereceğini düşünmesi oldu. Yani seçmenin oy vermesinin görev olduğu düşüncesi büyük bir yanılgıydı. Sandık analizlerinden sandığa gitmeyen seçmen grupları arasında en büyük grubun AKP seçmeni olduğunu biliyoruz. AKP’li seçmenler duydukları memnuniyetsizliği başka bir partiye oy vererek değil ama sandığa gitmeyerek gösterdiklerini söyleyebiliriz. Bu davranışı açıklamak için, içinde bulunduğumuz ekonomik krizden, seçmenlerin yaşadığı darboğazdan tutun, AKP’nin seçmenle olan o eski yakınlığının kalmamasına kadar birçok neden sayabiliriz. Şimdi Binali Yıldırım’ın kampanyasının da öncelikli olarak bu seçmen grubunu sandığa götürmeye çalışacağını tahmin etmek çok da zor değil.
Gücünü yakınlık politikalarından alan AKP seçmenle yabancılaşıyor…
Kampanyaların saha çalışmalarına ve söylemlerine bakıldığında AKP’nin yeni seçmene ulaşmaya çalışmadığını, kendi seçmenine ulaşmaya çalıştığını söylemek mümkün. Özellikle Ramazan ayında sosyal medyada paylaşılan fotoğraflarla sadece muhafazakarlık mesajı değil, sınıfsal birlikteliğin devam ettiği mesajı verilmeye çalışılıyordu. Çünkü AKP’nin eski seçim kampanyalarına baktığımızda seçmene sunulan dünyanın çıkış noktasının sadece muhafazarlık değil, aynı zamanda “ezilmiş sınıfın iktidarı” olgusu olduğunu görüyoruz. Seçmenlerin AKP adaylarına oy vermelerinin tek nedeni adayların dindar olmaları değil, bir dönemin dışlanan sınıfının bugün iktidar olmasıydı. Bu anlamda din bu yaşam tarzının ortak referansı olarak karşımıza çıkıyordu. Oysa, bugün artık bu hikayenin kırıldığını görebiliyoruz. İçlerinden çıktıkları seçmen grupları hala kentsel dönüşüm, kent yoksulluğu ile mücadele verirken AKP adayları yaşam şekilleri açısından artık çok farklı noktadalar. Aynı hikayenin bir parçası değiller. Dolayısı ile eskiden olduğu gibi bu seçmen gruplarını anlayamıyor, onlara umut olabilecek bir vizyon sunamıyorlar. Gecekondu mahallelerinde yer sofralarında çekilen fotoğraflar da bu noktada “hala aynıyız” mesajı verilmeye çalışılsa da bu kopukluğun kısa sureli bir sosyal medya çalışması ile giderilebilecek bir boyutta olduğunu düşünmüyorum.
İmamoğlu’nun bu anlamda avantajlı olduğu daha aday olmadan yapılan araştırmalarda görülüyordu. Çünkü seçmenin aradığı tek özellik adayın muhafazakar olması değil, ama kullandığı söylemler ve kültürel kodlar itibari ile seçmeni anlayabilecek, onlara saygı duyacak ve bu anlamda yakınlık kurabilecek niteliklere sahip olmasıydı. Bu açıdan baktığımızda da İmamoğlu’nun hem aile geçmişi hem Beylikdüzü Belediye Başkanı iken yaptığı çalışmalar itibari ile sağ seçmene ters gelmeyeceği tahmin edilebiliyordu. Özellikle yoksul mahallelerdeki pazar gezmeleri ile başlayan seçim kampanyasının odağında da yine bu seçmen grubu ve onlara yönelik vaatleri vardı.
Vaatler açısından değerlendirecek olursak Türk seçmen davranışlarının en çok Latin Amerika seçmen davranışları ile benzerlik gösterdiğini söyleyebiliriz. Özellikle ekonomik kriz dönemlerinde seçmenin daha içine kapanmacı bir davranış gösterdiğini buradaki örneklerden biliyoruz. Bu nedenle ekonomik kriz dönemlerinde büyük, dev projeler değil, küçük ama seçmenin hayatını kolaylaştıracak projelerin daha etkili olduğunu da biliyoruz. İmamoğlu’nun işte tam bu noktada yaşamı ucuzlatacak, kolaylaştıracak, insan odaklı projeler ile seçmen karşısına çıkması karşılık buldu. Ücretsiz su, süt vs, kreş, ulaşım indirimleri vs seçmenin ilgisini çekmekle kalmadı kendi sorunlarına hakim bir aday görmesine neden oldu. Diğer tarafta ise makro siyasetten gelmiş ve daha önce yaptığı bakanlıklar nedeni ile hep daha büyük projelere imza atmış Yıldırım bu noktada seçmenle mesafeli kaldı. Dönem dev değil, insan projeleri dönemiydi çünkü. Kampanyaların 2. Döneminde bu hatadan geri dönebilmek için her ne kadar Yıldırım’ın vaatleri mikro boyutlara indirilmiş olsa da kalan kısıtlı günde hem bunları seçmene anlatmak zor hem de kampanyaların bu dönemi seçmenlerin vaatlere göre oy verme dönemi olduğunu düşünmüyorum.
“Ekrem Abi” “eski Başbakan’a” karşı avantajlı
Yakınlık politikası AKP’nin kurulduğu günden itibaren en başarılı olduğu noktalardan biriydi. Seçmenle iç içe olmak, birebir sorunlarını dinlemek, seçmenlerin onlara ulaşması vs. Mahalle örgütlenme modeli en başarılı çalışan partiydi. Oysa zaman içerisinde bu ilişkilerde yıpranma oldu. Adayların da seçmenlerle birebir iletişimde başarılı oldukları bilinen bir gerçekti. Oysa yukarıda vizyon, umut sunmadıklarını söylemiştik ama belki daha da önemlisi aynı dili de kullanmıyorlar artık. Seçmenle yakınlık kuramıyorlar. Bu noktada özellikle makro siyasetten gelmiş, Başbakanlık, Meclis Başkanlığı gibi çok önemli pozisyonlarda bulunmuş bir aday ile yakınlaşmak da kolay değil elbette. Aradaki koruma görevlileri, karşılama protokolleri bir yana, adayın üstlendiği tüm bu büyük makro görevler bile psikolojik olarak bariyer seçmenin kafasında. “Eski Başbakan” ünvanı seçmenin konuşacağı konuları seçmesinde bile bir kriter olabiliyor. “Eski Başbakan ile konuşmak” her an raslanılabilir bir durum değil ne de olsa… Oysa, İmamoğlu’nun hem yerel yönetimden gelmesi nedeni ile insanlarla sürekli birlikte olma pratiğinin olması hem de kullandığı kucaklayıcı dil, seçmenle girdiği ilişki vs çok kısa sürede yakınlaşmasına neden oldu. “Ekrem Abi” diye seslenilebilecek, rahatlıkla konuşulabilecek bir figür olarak şekillendi seçmenlerin kafasında.
Başka bir açıdan balacak olursak Eski Başbakan yaşanılan tüm krizlerin muhatabı olabilirken, Ekrem Abi’nin yerel yönetici olması, onun İstanbul odaklı olabilmesini de sağladı. Gündemini yerelde tutabildi ve seçmenlere İstanbul özelinde umut yaratabildi.
Değerler üzerinden kampanya
Bayram süresince adayların farklı coğrafyalara yaptıkları geziler bize adayların vermek istedikleri mesaj ve hedeflenen seçmen grupları açısından birçok ipucu verdi. 90’larda siyasal iletişimde sosyo demografilerden üzerinden iletişime ağırlık verilirken, bugün artık değerler üzerinden iletişim yapılmasına ağırlık veriliyor. Seçmenlerin değerlerini doğru tanımlayarak, mesajları bu değerler üzerinden vermek başarının en temel anahtarlarından biri. Bu açıdan baktığımız zaman rakip adayın kazanmasını yermek için yaratılan “Pontus” polemiğinin kime daha fazla zarar verdiğini anlamak için sadece İmamoğlu’nun Karadeniz gezisinde mitinglere katılan seçmenlerin çeşitliliğini ve ortak kızgınlıklarını okumak yeterli olacaktır. İstanbul’daki Karadeniz seçmenin ağırlığı sadece seçmen sayısı olarak değil, kanaat oluşturmadaki etkileri açısından da önemi bilinen bir gerçek. AKP’nin 39 ilçe belediye başkan adayının neredeyse yarısının Karadenizli olması bir rastlantı değil elbette. “Dış güçler adayı destekliyor” algısı yaratmak için çıkarılmaya çalışan bu polemik, Karadenizli seçmenin değerlerini okunamadığının anlatmakla kalmıyor, aynı zamanda bu seçmenden ne kadar uzaklaşıldığını bir kez daha göstererek kampanyaya zarar veriyor.
“Öğrenilmiş Çaresizlik” kalktı ama saha yorgunluğu devam....
“Sahada yorgunluk var” sözünü ilk kez 7 Haziran seçimleri öncesinde Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan duymuştuk. Saha çalışmalarında son derece başarılı olan AKP teşkilatları o gün bugündür bu yorgunluğu bir türlü atamadı. Yorgunluk elbette mecazi olarak kullanılan bir kavram. Teşkilat kendini motive hissedemediği dönemlerde, seçmenin sorularına verecek net cevapları olmadığı zamanlarda saha çalışması yapmakta, seçmenle bir araya gelmekten çekinir. İçinde bulunduğumuz ekonomik kriz, seçmenlerin ana derdinin yoksullukla mücadele olduğu bir dönemde AKP’nin geleceğe yönelik bir vizyon, somut hedefler koyamıyor olması ve umut yaratacak söylemler üretemiyor olması teşkilattakilerin de çalışma coşkusu yaratamamasına neden oluyor olmalı ki saha çalışmalarının da gözle görünür bir düşüş gözlemleniyor. Azmi Ekinci’nin geçtiğimiz günlerde yayınlanan röportajında yaptığı öz eleştiriler de teşkilattaki değişikliğin etkilerinin görülmesi açısından bize ipuçları veriyor.
CHP açısından baktığımız zaman ise hem seçmen hem de örgüt açısından “Öğrenilmiş Çaresizlik” duygusunun ortadan kalktığını ve doğru mesajlarla seçmenle kurulan iletişimin ne denli başarılı geri dönüşler yapıldığının görülmüş olmasının heyecanı içinde çalışma yapan farklı gruplar görmek mümkün. Bu çalışmalarda hiç şüphesiz İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu’nun örgüt motivasyonunu yaratma ve çalışma programı yapılmasındaki katkısı yüksek. 31 Mart gecesi başta İstanbul olmak üzere Ankara, Antalya, Adana gibi büyükşehirlerin kazanılmış olması da “Öğrenilmiş Çaresizlik” duygusunun kalmasında en büyük etken elbette. Çalışıldığı zaman kazanıldığını gören örgütün motivasyonunun yükselmesi de son derece doğal bir sonuç.
Son olarak da AKP’nin seçimin yenilenmesine ilişkin yaratmaya çalıştığı “Seçimi Çaldılar” söylemi de YSK’nin yenilenme kararında bu kelimelerin geçmiyor olması, çalmaya ilişkin hiçbir somut delilin olmaması ve üstüne üstlük konu ile ilgili kimsenin ceza almamış olmasından dolayı teşkilat seçmene durumu açıklamakta zorluk çekiyor. Saha teşkilatlarına kullanmaları için bu konuyla ilgili broşürler vs basılmış olsa da konuyla ilgili sorulan sorulara verilecek basit cevapların olmaması AKP teşkilatını sahada zor durumda bırakırken CHP örgütleri “Haklı Davalarını” sahada anlatmak için motivasyon duyuyorlar.
Dolayısı ile yorgunluk yaşayan bir teşkilat ile motivasyonunun en yüksek seviyeye çıkarmış bir örgütün yürüttüğü saha çalışmasının başarısı da elbette farklı olacağı aşikar.
SONUÇ olarak,
Seçime sayılı günler kala adaylar kampanyaların son dönemecine girdi. İki aday arasındaki farkın çok düşük olması kampanyaları daha da kritik hala getiriyor olsa da yukarıda bahsettiğimiz problemlerin bir kısmı bu kadar kısa sürede, kampanya iletişimi ile çözülebilecek nitelikte değil. Yıldırım’ın konumlandırılmasının doğru yapılamaması, söylemlerinin doğru oturtulamaması kısaca kampanya stratejisinin doğru yapılamaması 31 Mart yenilginin en büyük sebebiydi. Sandığa gitmeyen seçmen bu dönemeçte en kritik seçmen grubunu oluşturuyor ve tüm partiler bu seçmenlere yoğunlaşmış olsa da unutulmaması gereken bunun “Yeni” değil “Yenilenen” bir seçim olduğu. Dolayısı ile seçmen adayları ve kampanyaları 0’dan değil, kaldıkları yerden değerlendirecek.