Doğan Akın

09 Nisan 2011

Rakel Dink: Bu ülkede kimse ÖZÜR dilemiyor!

19 Ocak 2007’de katledilen meslektaşımız Hrant Dink’in eşi Rakel Dink konuşmasını bitirdiğinde salonda gözyaşlarını tutabilen pek kimse kalmamıştı.

Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmenliği’ni sürdürürken 19 Ocak 2007’de katledilen meslektaşımız Hrant Dink’in eşi Rakel Dink konuşmasını bitirdiğinde salonda gözyaşlarını tutabilen pek kimse kalmamıştı. Bu ülkenin “Ermeni, Hristiyan ve Kürt” vatandaşlarına karşı tavrından “Ermeni, Hristiyan ve Kürt” olarak hiç fire vermeden büyük bir pay alan Rakel Dink, ihtimal salondaki vatandaşlarına derin bir utanç duygusu yaşatacağını hesap etmeden konuşmuştu.

Barış Girişimi’nin Bilgi Üniversitesi’nde düzenlediği  “Uluslararası Barış Konferansı”nın ikinci gün oturumları Uluslararası Hrant Dink Vakfı adına Rakel Dink’in açılış konuşmasıyla başladı.

“Ermeni, Hristiyan ve Kürt” olarak ayrımcılığa uğradığını, Müslüman olmayanları hedef alan Varlık Vergisi’ne, “Hayata Dönüş” katliamına değinirken hiç kimsenin özür dilemediğinden yakınırken, bir korkusunu dile getirdi Rakel Dink: Özür dilenmezse tekrar edecek!

Ermeni Protestan Kilisesi’nin Tuzla’da yoksul çocuklar için eşi Hrant Dink’in emeğiyle yaptığı yaz kampının devlet tarafından ellerinden alındıktan sonra harabeye döndüğünü anlatan Rakel Dink’in konuşması, birbirimize neler yaptığımızın, devletin vatandaşlarına nasıl davranabildiğinin üç boyutlu fotoğrafı gibiydi.

Rakel Dink’in konuşmasından alabildiğim notları, aşağıda özetleyerek aktarıyorum. Anayasa’nın “etnik kökeni ve inancı ne olursa olsun herkes kanun önünde eşittir” diyen hükmünü, “Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür” diyerek “vatandaşlık” karşısında diğer ayrımları sözüm ona reddeden taahhüdünü unutmadan okuyun. Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşı Rakel Dink anlatıyor:


‘Ermeni, Hristiyan ve Kürt olarak ayrımcılığa uğradım’


19 Ocak’ta birisi Agos’a bir not bırakmıştı.  “Başörtülüyüm, Kürdüm, Aleviyim ve kadınım, ben de aynı şekilde ayrımcılığa uğruyorum. İsmim önemli değil” diye bitirmiş.

Ben de Ermeniyim, Ermenice Ermeniliğimle, Kürtçe dilimle ve Hristiyan olmamla hem sosyal, hem siyasal yaşamda ayrımcılığa uğramış bir vatandaş olarak karşınızdayım.

Ermeni olarak şöyle bir cümle söyleyeyim, siz istediğiniz kadar çoğaltabilirsiniz. Babam 40 yıl kendi yaşadığı topraklar yüzünden mahkemelere gidip geldi ve hâlâ bitmedi o dava. Çok şey var söylenecek.

Bu yıl MEB ilköğretim okulları için Ermenice kitap yazdı. Ama o kitaplarda bile Ali topu atamadı hâlâ.

Kürtçe dili hâlâ siyasi yasaklı. Hristiyan olmam ayrı bir problem bu ülkede. Her gün Hristiyanlığa neler söylüyor insanlar, kimsenin kulağı duymuyor. Her gün televizyonlarda profesörler neler söylüyor, bu sıfatları nasıl almışlar anlamıyorum. İnsan hakları olarak düşünsünler, benim dinim için söylemiyorum.

Eski “varlık vergileri”ni söylemiyorum Hristiyan, Ermeni olmamızdan dolayı konulan. Onları da saymıyorum, herkes her şeyi biliyor.

Sosyal yaşamda zaten içeri itiyorlar seni ister istemez. Bir kişi çıkmışsa dışarı ister istemez, o da eşimdi, onu da kaldırdılar.

Bu ülkede böyle ortadan kaldırılacak, böyle dürüm yapılıp çöpe atılacak insanlar var, ne zaman bitecek?

Kusura bakmayın bir şeyler söylemeye çalışıyorum. Yaşam sorunlar dizisinden oluşur. Birini çözeriz başka bir sorun çıkar karşımıza. Önemli olan o sorunlardan nasıl çıkılacak? Herkes yaşlanamıyor bu ülkede maalesef, ama her yaşlanan da olgunlaşamıyor. Korkular, önyargılar, nefretler, güvensizlikler bizi her defasında daha da küçültüyor aslında. Bu korkularımız bizi hem yaradandan, hem de özümüzden uzaklaştırıyor. Kendimize söylediğimiz yalanlarla her gün kendimizden uzaklaşıyoruz.

Acı verici de, korkutucu da olsa değişim olmadan olgunlaşma olmaz. Karanlığın işlerini üzerimizden atıp ışığın silahlarını kuşanalım, diyor İncil.

 

‘Nereden geldiklerini öğrendiğimde ruhumu ateş sardı’


Küçük bir olayı Kürtçe anlatmak istiyorum. Almanya’ya gitmiştim. (…) İkinci kez gittiğimde yani bu ülke de bana ait değil, ben buraya da ait değilim, dedim. Ben kimim diye sordum, nerenin insanıyım diye sordum. Ben nasıl bileceğim kim olduğumu? Ben yardım etmeye çalıştım anne babama, anneniz babanız nereden geldi, nerede yaşıyorlardı, diye sordum.  Bunları öğrendiğimde ve duyduğumda bir ateş topu beni yakaladı. Sanki yerden bir ateş topu kalktı ve vücudumu, ruhumu bir ateş topu sardı. Bunların hepsi yazılıdır bir taraftan da.

Nasıl bu ruh halinden çıkacağım, diye sordum. Biri geldi bana, affetmezsen bu ruh halinden kurtulamazsın, dedi bana.

O genç kadın arkadaşım kendi yaşanmışlıklarından sonra huzuru affetmekte bulmuş. Şimdi bu arkadaşımız affetmeyle huzur buldu da; bu öfkeyi, kini, ateş gibi yakan üzüntüyü, insanın ruhunu hasta eden duyguları, bu duygulara sebep olanlar, bu çıkmaz yolları yaratan kesimler inkâr politikalarıyla mı huzur bulacaklar? Ne zamana kadar inkârlar gidilecek, böyle bu huzur gelmez.

2005’te “hainler” kelimesini kullanmışlardı ünlü Ermeni konferansında. Aynı salonda olmuş burada. Bunun için de “hainler” diyebilirler. Orada eşim çok güzel bir kelime konuşmuş. “İkiz ruhlar Türkler ve Ermeniler. Biri ameliyat masasındayken diğeri acı çekiyor.”

Gerçekten ancak birbirimizle şifa buluyoruz. Eşim bir ağaç hikâyesinden söz etmişti. O ağaçlar dikilseydi şimdi meyvesini yiyor olabilirdik. Bir abimizi ziyarete gitmiştik. Bahçesinde domates salatalık v.s. var, komşu bahçeden de sarkan bir meyve ağacı vardı. Konuşurken sordu eşim “Ahbarik, niye meyve ağacı dikmemişsin, ne güzel yerdik.” “ Yok” dedi, “ben meyve ağacı dikmem, çünkü nerede dikmişsek yiyemeden çıkarılmışız oradan!” Şimdi dikildi mi o ağaçlar?


‘Herkes her şeyi biliyor, kimse özür dilemiyor’


6-7 Eylül’ü herkes biliyor artık, Varlık Vergisi’ni herkes biliyor artık, inkâr da edilmiyor. Ama kimse kalkıp “Bunu yapmışız ya özür dileriz” demiyor.  Bunu demiyor hiç kimse. Bunu demedikçe ne oluyor biliyor musunuz? Tekrarlanıyor her şey.

Daha yeni Hayata Dönüş operasyonu yazılıyor. Her şeyi yapıp kameraya da çekmişler. Herhalde seyredip tatmin olmak için.  İşte kanıtları var. Ama kanıt silme, yalan rapor hazırlamada çok ustadır bu ülke. Kimse çıkıp “Hayata Dönüş” için özür diledi mi, ben duymadım.

301. madde kalktı mı? Ayrımcılık şüphe yaratıyor deniyor,  nefret yaratıyor deniyor, tepedekiler kaldırmıyor, hoşlarına gidiyor ülkenin böyle şiddette olması. Bir kelime oyunu yapıldı o kadar. Bugün Adalet Bakanı vicdanlı, izin vermiyor 301. madde soruşturmalarına. Ama yarın ne olacak? Kimse garanti verebilir mi, dava açılmayacak diye?

Geçen sene Dersim’e gittim. Bin yılların yaşanmışlığı olan bir yerdir. Baktım şöyle bir, bu kadar eski bir yerleşim yeri, 100 yıllık bir ağaç göremiyorum burada, dedim. Ne cevap aldım biliyor musunuz - kusura bakmayın ben bu kadar politik değildim - birkaç senede bir yakılıyor dağlar, dediler. Gerçi yine veriyor Allah, yine yeşildi, Allah insanlar kadar hain değil.

Devletlerin göçmen politikaları da mutsuz insan sayısını artırmaktan başka bir işe yaramıyor. İnsan gittiği yerde ne kadar başarılı da olsa, doğduğu yeri, atalarının yurdunu arar. İnsan kendi ağacıyla, yakınlarıyla mutlu olur.

İnsanlar mutlu olacağına, bereket yerine yakılan köylerle, silahla dehşet saçıyor. İnsanlar acı çekmek için yaratılmadılar. Bunları öğretmeliyiz, başarmak zorundayız. Çocuklarımıza borçluyuz. Yakılan yerlerdeki dehşetin çocukların yüreğinde bıraktığı izlerin cevaplarını kim nasıl verecek, merak ediyorum. İnsanlık adına merak ediyorum, onların yüreğindeki izler nasıl silinecek?


‘Kampımızı elimizden aldılar, şimdi harabe’


Tuzla’da bizim çocukluk kampımızı gidip görsünler.  Ermeni Proteston Kilisesi’nin malıydı orası. Yatılı okulun çocukları nefes alsın diye alınan bir araziydi. Boş bir arazi.  Sonra çocukların emeği ve bir ustayla yapıldı. Eşim de çalıştı orada, son bir bölümüne ben de yetiştim.  Güzel bir bina olmuştu. Çocuklar için orası bir cennetti. Üstelik yoksul çocuklar için, yaşadıkları bir aile yapısından sonra öyle bir yerde yaz geçirmek ne kadar ayrıcalıklıdır...

Maalesef beyannamede bu Tuzla kampı yokmuş. Peki, ben alırken niye demedin “hakkın yok almaya.” Senin kaymakamlığın, senin valiliğin, tapu dairen verdi. Ben başka yerden almadım onu.  Almazdı o zaman ya da hak etmeye çalışırdı. Senelerce barınma yeriydi, çocuklar gittiler. Ama “Sizin değildir” dediler. Ne oraya verilen parayı, ne oraya verilen emeği düşünmediler, gasp ettiler.

Şimdi gidip görün orayı, bir harabe. Bari kiliseden aldın, bir yaşlı barınma yeri yap hiç olmazsa, değerlendir. Kendi amacı doğrultusunda bir işe yarasın. Maalesef.

Adaletin bunları düzeltmesine maalesef cesaret ister. Adalet olmadan barışı düşünmek nasıl olur bilmiyorum. Adalet de kendiliğinden gelmez. Adalet suçluyu cezalandırmak kadar haklıya hakkını iade etmektir.


‘Hukuk devletiyim diye övünme’

 

Geciktirilen cezalar suçluyu cesaretlendirir. Ülkemizde katillerin halini görüyoruz; Sosyal, demokrat bir hukuk devletiyim diye övünme.

Rahibe Teresa şöyle demiş, önemli olan ne yaptığınız değil, yaptıklarınızla sevdiklerinize ne kattığınızdır. Büyükler karar versin sevgiyi nasıl vereceklerine?  


‘Çutağım size dokunmuştu’


İlişkiler her zaman onarmaya değerdir, çünkü yaşamın amacı sevmeyi öğrenmektir. Dünyaya geliş amacımız katkıda bulunmak, fark yaratmaktır. Önemli olan hayatta ne kadar katkıda bulunduğun.

Cenazeden sonra bana dediler ki, senden öfke, nefret, küfür bekliyorduk. Ben onu yapsam, zaten yapanlar bunu bekliyorlar. Benim onlardan ne farkım olacak, farkı nasıl yaratacağız, nasıl yolu sevgi yoluna dönüştüreceğiz, nasıl çıkmaza çıkış sağlayacağız? Ne mutlu barışı sağlayanlara, barış için çalışanlara.

Nasıl söylediğimizdir sorun.

İşte Çutağım* nasıl söyleme konusunda sizlere dokundu. Tarzıyla, sevgisiyle, dostluğuyla, vicdanıyla sizlere dokundu.

_____

Çutak: Yatılı okulda yöneticiler Hrant Dink’e  “Çutak”, Rakel Dink’e de “Taşnak” adını takıyor. Ermenice’de çutak “keman”, taşnak da “piyano” anlamına geliyor.