Meslektaşlarımız Nedim Şener ve Ahmet Şık'ın, tam 375 gün sonra tahliye edilmesi ne anlama geliyor?
Soru, bir dizi cevabı bir çırpıda önünüze koyuyor. Ancak bu cevaplar arasında sadece “adaletin tecelli etmesi” bulunmuyor.
Evet; Şener ve Şık'ın özgürlüğüne kavuşması çok değerli. Ancak, iki meslektaşımızın gerekçesi aylarca açıklanmayan tutuklanmaları gibi, serbest bırakılmaları da Türkiye'de adaletin neden düştüğü yerde bulunduğunu gösteriyor.
Ahmet Şık henüz yayımlanmamış kitap çalışması “İmamın Ordusu”, Nedim Şener de yayımlanmış kitapları gerekçe gösterilerek Ergenekon terör örgütüne yardımla suçlandılar.
Peki bu suçlamanın dayanağı neydi?
Türkiye'yi hukuk devletinin çok uzaklarına savuran süreci hatırlayın. Geçen yıl 3 Mart'ta gözaltına alınan Şık ve Şener'e yöneltilen suçlamanın gerekçesi tam altı ay boyunca söylenmedi! Operasyonu yapan dönemin özel yetkili savcısı Zekeriya Öz, Ergenekon sürecinde ilk kez yazılı bir açıklama yapma ihtiyacı hissetmiş ve “tutuklama gerekçelerinin açıklanamayacağını” duyurmuştu. Öz'ün 7 Mart 2011'de yaptığı yazılı açıklamadaki şu satırları birlikte hatırlayalım ve bu ülke gerçek anlamda bir hukuk devleti olabilene kadar unutmayalım:
''Yürütülmekte olan soruşturma, bir kısım basın mensubunun gazetecilik görevleri, yazdıkları, yazacakları yazılar, kitapları ve ileri sürdükleri görüşlerle ilgili olmayıp 'Ergenekon' terör örgütü soruşturması kapsamında elde edilen ve soruşturmanın gizliliği nedeniyle bu aşamada açıklanması mümkün bulunmayan bir kısım delillerin değerlendirilmesi sonucu yapılması zorunlu hale gelen hukuksal bir işlemdir.”
Evet, Zekeriya Öz'ün “soruşturmanın gizliliği nedeniyle o aşamada açıklanmasının mümkün olmadığını duyurduğu deliller” aylar boyunca tutuklanan insanlara, avukatlarına, ailelerine söylenmedi. Ceza Muhakemesi Kanunu'nun delilleri tutuklulardan bile esirgeyen hükümleri ve özel yetkili savcıların Şık ve Şener olayındakine benzer uygulamaları Türkiye'nin neden bir hukuk devleti olamadığını tek başına kanıtlamaya yetip de artıyor.
Savunma hakkının böylesine ayaklar altına alınması Şener ve Şık'ı 375 gün özgürlüklerinden etti, ancak Türkiye'de adalet duygusuna ve Ergenekon sürecine çok daha büyük bir zarar verdi.
Zekeriya Öz'ün açıklamasında bir bölüm daha vardı ki, “basına gözdağı” mesajı taşıyan o bölümü hatırlatmadan geçmeyelim:
“Esasen Cumhuriyet Savcılığımızın hukuksal gereklilikler dışında herhangi bir amaç ve saikle hareket ettiğinin / edeceğinin kabulü ve kamuoyunun bu yönde asılsız değerlendirmelerle yönlendirilmeye çalışılması, büyük bir titizlik ve ciddiyetle yürüttüğümüz soruşturmaya zarar vereceği gibi adı geçen terör örgütünün hedef ve amaçlarına katkı sağlayacağı da açıktır. Bu istikametteki yayınlar tarafımızca özenle izlenmekte, hassasiyetle değerlendirilmektedir."
Ahmet Şık'ın sorgusundan notlar
Zekeriya Öz, Şener ve Şık'ın tutuklanmasının ve yukarıdaki açıklamanın ardından “özel yetkili savcılık” görevinden alındı.
Peki Savcı Öz, yukarıdaki açıklama dışında nasıl bir kayıt düşmüştü bu dosyaya. Onu da, Ahmet Şık'ın avukatı olarak sorguya katılan Akın Atalay'ın T24'te yayımlanan açıklamasından hatırlatalım.
“Ben savcıya, Ahmet Şık'ın Ertuğrul Mavioğlu ile 2009 yılında yazdığı iki ciltlik Ergenekon kitabından söz ettiğimde, haberi ve bilgisi olmadığını söyledi. Derhal dışarıdaki arkadaşlardan isteyip, odaya getirttik. Bir yandan sorulara devam ederken bir yandan da kitaba göz gezdirdi. Eğer çok iyi ve yetenekli bir aktör değilse, kitabı ilk kez gördüğüne ve duyduğuna kalıbımı basarım.
Sordum: 'Gerçekten mi ilk kez duydunuz ve ve gördünüz?'
Yanıtladı: 'Evet.'
Ve devamla şunları söyledi:
'Ya ben bu son gözaltı ve aramalarda kaç kişi ile ve kimlerle ilgili yakalama ve arama istenildiğini bilmiyorum. Ahmet Bey'in de ismi var mı, yok mu dikkat etmedim, biliyorsunuz emniyet bizden talep ediyor, biz de çoğu zaman olduğu gibi imzalayarak mahkemeye havale ediyoruz."
Devletin yenildiği ilk kitap yasaklama kararı
Şık ve Şener'in tutuklanmasının ikinci boyutunda yayınevi baskınları ve yayımlanmamış bir kitabı toplatma ve yasaklama girişimleri var. Unutmayalım ki Türkiye, 2011 yılında yayımlanmamış bir kitabı toplatma ve yasaklama girişimine sahne olan bir ülkenin de adıdır!
Ancak bu devlet, tarihinde ilk kez bir kitap yasağına anında yenik düştü. Aydın Engin T24'te “yasaklanan kitap çalışmasının kendi elinde olduğunu” açıklayarak içeriğini kamuoyuyla paylaştı. Hemen ardından Ahmet Şık'ın çalışması internet üzerinden milyonlara yayıldı. Yayıldı ancak, bu ülkenin Başbakanı bu davaya kaydını, “Bombadan tesirli kitaplar vardır” sözleriyle yapabildi!
Özel yetkili savcılığın “tutuklanma aşamasında açıklanmasının mümkün olmadığını duyurduğu deliller” eylül ayında tamamlanan iddianameye kadar kimselere söylenmedi. Açıklandığında görüldü ki, iki gazetecinin kitapları üzerinde odaklanan iddialardan başka bir “delil” iddianamede de yoktu!
İşte bu nedenle tahliye kararı, iki meslektaşımızı özgürlüğüne kavuştursa da adaleti düştüğü yerden ayağa kaldırmaya yetmiyor. “Ne değişti de tahliye için 11 duruşma beklendi, delil durumunda tahliyeyi gerektiren hangi gelişmeler yaşandı, sanıklara iddianamede yöneltilen suçların vasfı nasıl değişti” soruları meşrudur.
Şık ve Şener, Fethullah Gülen cemaatine muhalif çalışmalar da yapan iki gazeteci olarak tutuklandıklarında polisin tutumu da tartışılmıştı. Tahliye kararı, MİT olayından sonra, cemaatin arzusu dışında yargıda gelişen ikinci olay olarak değerlendirilecektir.
Tahliyeleri, “konjonktüre” bağlama eğilimleri de ekranlara yansıdı. Avrupa Birliği raporlarına da giren Şık ve Şener'in tahliyeleri, AKP-cemaat çekişmesinin yanı sıra tutukluluğa ilişkin yeni yasal düzenleme çalışmalarının da arifesine rastlıyor.
Nihayet bu süreç; gazetecilik adına Şener ve Şık'ın tutuklanmasını alkışlayan ve onlara karşı kışkırtma yapanlara da bir ömür yetecek utancı da içeriyor.
Tahliyeler önemli. Ancak Türkiye'de gazetecilik, araçsallaştırılmış bir hukuk anlayışının prangalarından kurtulabilecek mi?
Esas soru ve sorun bu!..