Doğan Akın

07 Ocak 2011

MASUM DEĞİLSİNİZ HİÇBİRİNİZ...

Türkiye, hem aflar ve indirimlerle delik deşik edilmiş infaz sistemi nedeniyle caydırıcı bir ceza...

Türkiye, hem aflar ve indirimlerle delik deşik edilmiş infaz sistemi nedeniyle caydırıcı bir ceza düzeni inşa edememe, hem de özellikle tutukluluk sürelerinin uzunluğu açısından sanık hakları sorununu aynı anda yaşıyor. AKP iktidarıyla sınırlanamayacak bu bozuk düzenin doğal sonucu, insanların adalete olan inancının tükenme noktasına gelmesi oldu.

Ceza Muhakemesi Kanunu'nun 31 Aralık 2010 gece yarısı yürürlüğe giren hükümleriyle çıkan kriz de, iki sorunu aynı anda içeriyor. Yıllardır bitmeyen yargılamalar nedeniyle hüküm giyeceği kesin olan katiller, tecavüzcüler, soyguncular salınırken “devlete ve anayasal düzene karşı suçlar”dan yargılanan çok sayıda kişinin tutukluluklarının 10 yıl sürmesinin yolu açılıyor.

Peki bu noktaya nasıl gelindi? 

Sorunun yanıtı, ortaya çıkan sonuçta bugünkü kriz nedeniyle birbirini suçlayan iki cephenin de parmak izleri olduğunu gösteriyor. 

Hükümet 2 yılla yola çıktı, 10 yıla ulaştı!

5271 sayılı Ceza Muhakemeleri Kanunu TBMM'de 4 Aralık 2004'te kabul edildi, 17 Aralık 2004'te yayımlanarak, tutukluluk hükümleri dışında, yürürlüğe girdi.

Yasa 2004 sonunda çıkmasına karşın, eski Tekirdağ Milletvekili Güneş Gürseler'in dün T24 için kaleme aldığı ayrıntılı analizde altını çizdiği üzere, hükümetin tasarısı 2003 sonunda parlamentoya sunuldu.

AKP Hükümeti bu tasarının gerekçesinde, Avrupa Birliği prensipleri doğrultusunda “sanık hakları” açısından yeni bir düzenleme yapma amacını dile getirdi. Söz konusu tasarıda, ağır cezayı gerektiren suçlar için bile tutukluluk süresi “en çok” iki yıl olarak düzenlenmiş, herhangi bir uzatma da öngörülmemişti.

Tuhaf bir sonuç olarak, bugün ortaya çıkan kaosun ilk adımı, o dönemde AB müktesebatına da yaklaşma bağlamında hazırlanan bu tasarının parlamentoya sevk edilmesiyle  oldu. Çünkü parlamentoya giren tasarıyla yasalaşan metin arasında iki temel nedenle bir benzerlik kalmadı. Birincisi; tasarının ilk halinde bulunmayan devlet güvenlik mahkemelerinin adı değiştirilerek adeta yeniden inşa edildiği yer TBMM oldu. İkincisi; “en çok” iki yıl olarak öngörülen tutukluluk süreleri  devlete ve anayasal düzene karşı suçlarda 10 yıla kadar, yani başlangıç noktasının tam beş katına kadar çıkarılabildi.

'Kabul eden-etmeyen' butonuyla yasalaştı

Hükümetin tasarısını TBMM'de bu hale getirenin de AKP grubu olması, iktidar partisinin kafa karışıklığını da göstermesi açısından ilginçtir. 

Sorun yasanın 102. maddesinde başlıyor. Ağır ceza mahkemelerinin görev alanlarına giren işlerde “esas” tutukluluk süresi 2 yıl olarak düzenlenirken, istisna olması gereken “uzatma” süresinin kötü bir Türkçeyle 3 yıl olarak tespit edilmesi dikkat çekiyor. 

Devlete, anayasal düzene ve milli savunmaya karşı işlenen suçlarda süreyi 10 yıla çıkaran 252. maddeye yapılan ekin yapılış biçimi de, Gürseler'in ifadesiyle, düzenlemenin kamuoyundan adeta nasıl kaçırıldığını gösteriyor. Söz konusu değişiklik önergesinin TBMM Genel Kurulu'na sunulurken nasıl ifadelendirildiğini belirtirsek bu nokta daha iyi anlaşılır. Bugün AKP Grup Başkanvekili olan Bekir Bozdağ ile arkadaşlarının imzasını taşıyan önerge, “250. maddenin birinci fıkrasının  (c) bendinde öngörülen suçlar bakımından kanunda öngörülen tutuklama süresi iki kat olarak uygulanır” ifadesiyle Genel Kurul'a sunuluyor. Kimin ne kadar anladığı kuşkulu olan bu önergeye hükümet katılıyor, “kabul edenler-etmeyenler” butonuna basıldıktan sonra düzenleme yasalaşıyor! 

10 yıl sınırlama değil, cevaz vermedir 

Başbakan Tayyip Erdoğan'a en yakın çalışan danışmanlardan Yalçın Akdoğan'ın, Yeni Şafak'ta “Yasin Doğan” adıyla dün yazdığı yazıda dile getirdiği “daha önce tutuklulukta hiçbir sınırlayıcı süre olmadığı, ilk kez bir sınırlama getirildiği” mealindeki görüş teorik olarak doğrudur. Ancak siz, yargılanan insanların hüküm giymeden önce tutuklu kalabilecekleri süreyi “10 yıl”a kadar çıkarırsanız, süreyi sınırlamaktan çok 10 yıla kadar yargısız infaza yasayla kapı aralamış olursunuz.

Adalet Bakanlığı duvara çarptı

Yasa çıktıktan tam 5 yıl sonra yürürlüğe giren tutukluluk düzenlemeleri karşısında genelde hükümetin, özel olarak da Adalet Bakanlığı'nın göz göre göre duvara çarptığı anlaşılıyor. Yürütme organı, 5 yıl önce inşa ettiği yeni düzen başlamadan önce hiçbir tedbir almadan bu sonucun doğmasını adeta izlemiş oldu. Çok sayıda davada Yargıtay'a gitmeden önce “temyiz” incelemesi yapabilecek istinaf (yeniden başlama) mahkemeleri, yasası yıllar önce çıkmasına rağmen hükümet tarafından hâlâ kurulmadı.

Bu noktada, Yargıtay Başkanı Hasan Gerçeker'in dün Radikal'de Murat Yetkin'e gösterdiği 2008 tarihli iki yazı önem taşıyor. Gerçeker, yüz binlerce dosyanın altından kalkamayan Yargıtay'da 6 yeni daire kurulması için bakanlığa gönderdikleri yazıya olumlu bir yanıt alamadıklarını belgesiyle ortaya koyuyor.

Yargı neden Anayasa'yı görmezden geldi?

Ancak Yargıtay'ın, 188 kişiyi, ceza mevzuatındaki ifadeyle “canavarca” hislerle, işkence yaparak öldürenlerin yargılandığı ana Hizbullah davasında bile hızlı hareket edememesi  yargıda da düşülen zaafı gösteriyor.

Diğer yandan Yargıtay'ın, 102. ve 252. maddelerde tartışma yaratan tutukluluk süreleriyle ilgili olarak “10 yıl” görüşünü açıklayarak bir içtihad oluşturması, Anayasa'nın 90. maddesinin dikkate alınmadığını gösteriyor.

1982 Anayasası'ndaki en önemli değişikliklerden birisi 2004 yılında yapıldı. Anayasa'nın 90. maddesine yapılan ekle, Türkiye'nin onayladığı ve taraf olduğu uluslararası anlaşma ve sözleşmeler “iç hukuk” metni haline getirildi. Mevcut yasalarla uluslararası metinlerin aynı konuda farklı hükümler içermesi durumunda “uluslararası anlaşma hükümlerinin esas alınacağı” da 90. maddeye yazıldı.

Türkiye Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin yargılama yetkisini tanıdığına ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne taraf olduğuna göre, tahliyeleri sağlayan yerel mahkemeler de, Yargıtay da Anayasa'yı dikkate almamış oldular. Zira Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi istisnai bir tedbir olarak gördüğü tutuklulukta “makul süre”nin aşılamayacağını hükme bağlıyor. Milliyet'te çarşamba günü yayımlanan yazısında yargıçların tutumunu eleştiren eski AİHM yargıcı Rıza Türmen'in verdiği bilgiye göre, AİHM tutuklulukta makul süreyi “2 yıl” olarak görüyor.

Yargıtay neden bu noktayı dikkate almadı, sorusu için akla gelen tek olasılık var; hiçbir hazırlık yapılmadan gelinen 31 Aralık 2010 tarihinde tutukluluk süresinde 10 yıl çıtası konmasıydı kamuoyunu daha da infiale sevk edecek şekilde binlerce kişi tahliye edilebilirdi. Bu görüşün ne kadar hukuki olduğu elbette tartışmalıdır.

Tutukluluk süreleri konusunda felsefi bir sorun da, geçmişte olduğu gibi bugünkü iktidara da hakim olan anlayışı tekrar önümüze koyuyor. Devlet azami tutukluluk sürelerini sadece kendisine karşı eylemlerde ve bazılarının suç olduğu bile tartışma götüren konularda öngörüyor. Şüphelilere karşı bu “kararlı ve ısrarlı” tutumun bireye ve topluma karşı işlenen suçlarda devlet (ve siyaset) tarafından terk edildiğini görüyoruz.

İşe iade davalarından haberdar mısınız? 

Peki toplumun adalete olan inancını, sadece bugün tartışılan konularla sınırlı sayabilir misiniz?

Ne yazık ki hayır!

İş Kanunu'nda  Yargıtay aşaması dahil en geç dört ay içinde bitirilmesi “emredici hükme” bağlanmış işe iade davalarını örnek verebiliriz. Bugüne kadar açılan binlerce dava içinde yerel mahkeme ve Yargıtay'da dört ayda sonuçlandırılmış tek adet işe iade davası bulunmuyor.

İşsiz kalan binlerce insana karşı bile kıpırdayamayan bir yargı... Yargıyla kavgalı bir iktidar, iktidarla kavgalı bir yargı... Ve adalete olan inancını çoktan yitirmiş bir toplum...

Türkiye, böyle bir ülkenin de adıdır.