17 Ocak 2011
Hrant olsa yargı yargılar, Uğur olsa Türk polisi yakalardı!
Ceza Muhakemeleri Kanunu'nun 31 Aralık 2010 gece yarısından itibaren yürürlüğe giren...
“Kokuşmuş bir şeyler var Türkiye'de...”
Ceza Muhakemeleri Kanunu'nun 31 Aralık 2010 gece yarısından itibaren yürürlüğe giren yeni tutukluluk sürelerine ilişkin hükümleriyle ortaya çıkan sonucun tek cümlelik özeti budur.
2004 sonunda yürürlüğe girmiş bir yasanın, “hazırlık” için yürürlüğü beş yıl sonraya bırakılan hükümleri hayata geçtiğinde karşılaştığımız görüntü, bir düzenin nasıl kokuştuğunun anlatıldığı Shakespeare'in Hamlet'inden önümüze bu ifadeyle tercüme oluyor:
Kokuşmuş bir şeyler var Türkiye'de...
Yeni tutukluluk süreleri yürürlüğe girdiğinde, aradan geçen beş yılda hükümetin hiçbir hazırlık yapmadığına tanık olduk. Adalet Bakanı Sadullah Ergin'i, “yargı da, siyaset de özür dilemeli” deme noktasına getiren de bu oldu; Türkiye göz göre göre duvara çarpmıştı!
Dahası, sözüm ona Avrupa Birliği ilkeleri doğrultusunda “sanık hakları” esas alınarak düzenlendiği öne sürülen yasada, “devlete karşı suçlar” söz konusu olduğunda tutukluluk sürelerinin10 yıla kadar uzayabileceği hükmü ne parlamentoda, ne siyasette, ne medyada tartışılmıştı.
Yargı hem gecikti, hem çelişti
Hizbullah sanıklarının tahliyesi, yargının içinde bulunduğu durumun da, tahminlerimizin ötesinde “vahim” olduğunu önümüze koyuyor. Ceza hukukundaki ifadesiyle “canavarca hislerle” 188 kişiyi katletmekle suçlanan sanıkların 10 yıl tutukluluktan sonra tahliye edilmeleri gerektiği hükmü karşısında yargının neredeyse kılını kıpırdatmadığını anlamış bulunuyoruz.
Yargıtay 6. Ceza Dairesi, yeni tutukluluk sürelerini dikkate alıp Eylül ayında harekete geçerek bütün dosyaları temizledi. Buna karşın Hizbullah davasına bakan 9. Ceza Dairesi Türkiye'yi ayağa kaldıran bu dosyayı sonuçlandıramamışsa, bu durumun “iki dairenin baktığı dosyalar aynı değil” diye yapılan savunma dışında bir açıklaması olmalı.
Yargıtay'ın Hizbullah sanıklarının tahliyesiyle ilgili olarak açıklaması gereken nokta bununla da sınırlı değil. Türkiye'nin yüksek yargıçları, Hizbullah davası ve diğer dosyalarda, Anayasa'nın 90. maddesini nasıl dikkate almadılar? Bu maddede 2004 yılında yapılan değişikliğe göre, Türkiye'nin taraf olduğu uluslararası sözleşmeler ile yasaların aynı konuda farklı hükümler içermesi durumunda uluslararası anlaşma hükümlerinin esas alınması gerekiyor.
Yargıtay 9. Ceza Dairesi, Türkiye'nin taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne (AİHS) göre yargılama yapan AİHM'nin “yerel mahkemelerin haklarında karar verdiği sanıklar hükümlü sayılır” kararını dikkate alarak, Hizbullah (ve durumu tartışmalı diğer sanıkların) artık “tutuklu” değil “hükümlü” olduklarına karar verebilirdi. Ankara'nın en güvenilir gazetecilerinden Gökçer Tahincioğlu'nun haberinden öğreniyoruz ki (Milliyet-15 Ocak 2011), Yargıtay 11. Ceza Dairesi, Anayasa'nın 90. maddesi uyarınca AİHM kararını esas alarak hiçbir tahliyeye onay vermemiş. Ancak 11. Ceza Dairesi'nin tutumu 9. Ceza Dairesi'ni ikna etmemiş!
Yargıtay, “devlete ve anayasal düzene karşı suçlar” kapsamında yargılananların tutukluluk sürelerinin “CMK'ya göre 10 yıla kadar uzayabileceği” yolundaki kararında da Anayasa'nın 90. maddesini dikkate almadı. Oysa, AİHS tutuklulukta “makul süre”nin aşılmaması gerektiğini kayıt altına alırken, AİHM bu süreyi iki yıl olarak öngörmüş bulunuyor. Yargıtay, CMK'nın “devlete karşı suçlar”da 10 yıl olarak öngördüğü sürenin AİHS hükümleri ile AİHM kararlarına aykırı olduğuna işaret ederek, bu belgelerin yasadan önce dikkate alınması gerektiğine hükmedebilirdi.
Başbakan Tayyip Erdoğan'ın da dile getirdiği çok sayıda davada hızlı hareket edebilen Yargıtay, gerek Hizbullah sanıklarının dosyasının sonuçlandırılmamasında, gerekse Anayasa'nın 90. maddesini dikkate almayarak cinayet ve tecavüz sanıklarının tahliyelerine “göz yummak” konusunda kamuoyunu tatmin eden gerekçeler ortaya koyamadı.
Yargıtay Başkanı Hasan Gerçeker'in, ortadan kaybolan Hizbullah sanıklarının tekrar tutuklanması gerektiği görüşlerine karşılık “Yargıtay'ın tutuklama kararı veremeyeceği” açıklamasının hemen ardından Yargıtay 9. Ceza Dairesi'nin “yakalama kararı” çıkarması da, 6., 9. ve 11. ceza daireleri arasındaki yorum farklarının ortaya koyduğu uyumsuzluğun hangi düzeylere vardığını gösteriyor.
Polis firarı izledi mi?
Halaylar eşliğindeki tahliyeleri “her gün karakola imza vermeleri” şartına bağlanarak, “denetimli serbestlik” esasları uyarınca salıverilen Hizbullah sanıklarının ortadan kaybolmasına gelince...
Eğer polis, 188 kişiyi katletmekle suçlanan ve ilk günden itibaren haklarında “bıraktınız bari kaçırmayın” uyarıları yapılan kişilerin izini gerçekten kaybetmişse bunun tek açıklaması olabilir; Hizbullah sanıkları ilan edilmeyen bir afla ve organize bir plan çerçevesinde serbest bırakıldı!
Hizbullah davasının 10 yılı aşkın sürede bitirilememesini izleyen tahliye süreci, siyasetten yargıya ve emniyete uzanan üç boyutlu bir Türkiye fotoğrafı koyuyor önümüze. Kanun devleti bile olmakta zorlanan, caydıramadığı suçlulara karşı aciz, ama ifade özgürlüğüne karşı ceberrut, vatandaşının adalete olan inancını tüketmiş bir Türkiye...
Ne diyelim?
Misal, Uğur Kaymaz olsaydı kaçırmazdı polisimiz, zaten kaçırmadı. 12 yaşında çocuğu Kızıltepe'deki evinin bahçesinde “terörist” diye ölüme mıhladı.
Hrant Dink olsaydı misal, tez elden yargılardı yargımız. Öyle yaptı zaten, Hrant'a fikirleri için “mahkûmiyet” dedi, Uğur çocuğun katillerine ise “beraat..”
Kokuşmuş bir şeyler var Türkiye'de...