Doğan Akın

05 Ağustos 2013

Ergenekon ve Amistad: Hikâye ne?

12 Haziran 2007'de Trabzon'da jandarmaya yapılan bir ihbar üzerine Ümraniye'de bir eve yapılan baskınla başlayan Ergenekon sürecine ilşkin davada yerel mahkemede karar aşamasına gelindi.

12 Haziran 2007'de Trabzon'da jandarmaya yapılan bir ihbar üzerine Ümraniye'de bir eve yapılan baskınla başlayan Ergenekon sürecine ilşkin davada yerel mahkemede karar aşamasına gelindi. Binlerce sayfalık iddianameler ve dokümanları binlerce sayfa tutan dosyaların birleştirilmesiyle ortaya çıkan devasa bir davada gerçeği arıyoruz. Kamuoyunu ikiye bölen, iktidarıyla, muhalefetiyle iki tarafın da iyi bir sınav veremediği ve yargının tavrının sorgulandığı bir davada her mahallenin gözünü kırpmadan kıydığı, itip kaktığı, porsiyonlara ayırıp çarpıttğı "gerçek"ten söz ediyorum.

Peki bu mümkün mü?

Ergenekon davası, güncel gelişmelerin yanı sıra Türkiye'nin "geçmiş"le işinin bitmediğini gösteren bir hesaplaşmanın da aynası olarak bu soruyu önümüze koyuyor. Türkiye'de insanlar adaletle ilişkisini sadece adaletin hayali üzerinden kurabiliyorsa, bu sonucun üzerinde iktidardan muhalefete, yargıdan medyaya kadar herkes parmak izlerini bulabilir.

İnsanlar, içinde bulunduğu duruma karşı sorumluluk duymuyorsa, o durumu değiştiremez. Ergenekon davasını; seçilmişlere müdahale planlarından adil yargılanma haklarının ihlaline, tutuklama ezberinden yargıya müdahale belirtilerine uzanan her aşamada, bu ülkede bir daha yaşanmaması gereken bir süreç gibi de okumalıyız. Yaklaşık altı yıldır tanık olduklarımızı "rastlantının çevirdiği dolaplar"dan ibaret sayıp, "ne oluyorsa başka türlüsü olamadığı içindir" diyerek gözlerimizi gerçeklere kapatmak istemiyorsak yapmalıyız bunu.

Roland Barthes, "Mantık, birbiri dışında diller bulunduğunu varsayar" der. Evet, Ergenekon sürecine, bazı somut olgular, somut bulguların yanı sıra her kesim kendi çektiği sıkıntılardan, acılardan da baktı. Her mahalle kendi lisanında konuştu, hiçbir mahalle diğerini duymadı. Sonuç; Ergenekon sürecinde yargılananlar için "herkes suçlu" ve "hiç kimse suçlu değil" kutuplaşması oldu. Gerçeğin eğilip büküldüğü, mantığın bir su gibi bile sızamadığı tartışmalar yaşadık.

 

Tarihsellik talihsizliğe dönmesin

Evet, Ergenekon süreci, Türkiye açısından tarihi önemi olan bir davayı karşımıza koydu. Türkiye'de darbe ve müdahale eğilimleri, daha sonra başlayan ancak yerel mahkemede daha önce biten Balyoz'la birlikte ilk kez Ergenekon davasında sivil yargıda ele alınıyor. Ancak bu tarihsellik talihsizliğe dönüşmemeli. Tarihsel olanın gözümüze sıktığı ışık, diğer gerçekleri görmemizi engellememeli.

Peki nedir diğer gerçekler?

En başta yılları bulan tutukluluk süreleri. Bir mahkeme, yaklaşık beş yıl boyunca her ay tahliye talebini reddettiği insanlar hakkında beraat kararı verebilir mi? Beraat kararı vererek "neden yıllardır tahliye taleplerini reddettin" sorusuna muhatap olmayı göze alabilir mi? Bu gerçek; böylesine tarihsel bir davada daha hüküm verilmeden önce tutuklu yargılanan herkesin cezalandırılacağı gerçeğini ortaya koyuyorsa neyle karşı karşıyayız; yargıyla mı, önyargıyla mı?

Anayasa Mahkemesi, karar aşamasına gelinmeden hemen önce Ergenekon davasının da odağını oluşturan "terör" suçlarında tutukluluk sürelerini 10 yıla uzatan düzenlemeyi, "10 yıllık tutukluluk süresi, demokratik bir hukuk devletinde kabul edilemeyecek kadar uzun bir süredir. Tutuklama cezaya dönüşecek şekilde orantısız ve ölçüsüz uygulanamaz. Tutuklamadan sağlanacak yararla, kişi özgürlüğü arasında makul denge olmalıdır. Bu denge, 10 yıllık tutukluluk uygulamasıyla kişi özgürlüğü aleyhine bozulmuştur" gerekçesiyle Anayasa'ya aykırı bularak iptal etti. Ancak, yeni düzenleme için parlamentoya bir yıl süre tanındı, yani iptal edilen düzenlemenin bir yıl daha yürürlükte kalması sağlandı. Yüksek mahkeme "kamu düzenini ihlal edici sonuçlar doğuracağı" gerekçesiyle bir yıl süre öngördüğünü kayıtlara geçirdi. Bir başka deyişle, uzun tutukluluğu demokratik hukuk devleti ve kişi özgürlüğüne aykırı bulan mahkeme, "kamu düzeni için" eski düzene bir yıl daha göz yumdu.

Başka gerçekler de var. Örneğin, Ergenekon sürecinde açılan Oda TV davası kapsamında gazeteci Ahmet Şık ve Nedim Şener'in, yazdıkları kitaplar nedeniyle tam 376 gün tutuklanmaları. Ve bu tutuklamanın "açıklanması mümkün olmayan delillere" dayandırılması. Ve aylar sonra iddianame açıkandığında "açıklanması mümkün olmayan hiçbir delil"e rastlanmaması! Ve Başbakanı'ın, bu iki gazetecinin tahliye talepleri mahkemeler önündeyken "bombadan tesirli kitaplar olduğunu" öne sürebilmesi!

Evet, siyaset-yargı ilişkisinin alabildiğine sorunlu yaşandığı bir süreç de oldu Balyoz ve Ergenekon. Deniz Baykal ana muhalefet partisinin lideri olarak Ergenekon'un "avukatı", Başbakan Tayyip Erdoğan da "savcısı" olduğunu söyleyebildi örneğin.

İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi üyesi Oktay Kuban, Balyoz soruşturmasında “nöbetçi hâkim” olarak Çetin Doğan’ın da aralarında bulunduğu 19 kişiyi 1 Nisan 2010’da tahliye edince Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanı Nihat Ergün'ün neler söylediğini hatırlayın. Ergün, karardan üç gün sonra, 4 Nisan 2010'da, AKP Bursa İl Başkanlığı’nın toplantısında “Görüyoruz ki çeteler, sadece çete değilmiş, sadece çete ve avukatından oluşmuyormuş. Meğersem çetenin medyası, rektörü varmış. Maalesef çetenin nöbetçi hâkimi, savcısı oluyor” diyebilmişti.

Ceza Muhakemeleri Kanunu'ndaki soruşturma olanaklarından da yararlanmak üzere her şüphelinin "terör"le suçlanması, kendisini sürecin savcısı olarak gören Başbakan'ı da isyan ettirecek bir ölçüyle İlker Başbuğ'un Genelkurmay Başkanı olarak "terör örgütü lideri" addedilmesi, tanıklıkları talep edilen çok sayıda ismim mahkemeye getirilmemesi, tutukluluk koşulları da bu sürecin gerçekleri…

Hükümete müdahale hevesleriyle planların yapıldığı dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök'ün bile generallerin (Aytaç Yalman) kendisinden hükümete muhtıra vermesini talep ettiği bir sürecin sivil mahkemelerde yargılanması elbette tarihsel. Kimse, bazı generallerin seçimden çıkmış hükümeti görevden uzaklaştırma hayalleriyle hareket etmediğini öne sürmesin. Ama kimse de, bu tarihsel süreçte büyük hatalar da yapıldığını inkar etmesin.

Evet; çok hırpalanmış, çekiştirilmiş, itilip kakılmış, her cephede ayıklanmış gerçeği arıyoruz. Bu dava geçmişin acılarıyla bugün yargılanan insanlar üzerinden hesaplaşmanın değil, somut olgu ve olaylarla bizi adalete inandırmanın davası olacaksa eğer, sadece gerçeği arıyoruz. İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi ve sonrasında davanın gideceği Yargıtay'da görev yapan hakimler; bu gerçeği bulmalı ve yıllardır yargılanan insanlara, sanıkların yakınlarına, davanın her iki tarafında adalet arayanlara, velhasıl hepimize göstermeliler.

Bu mümkün olabilecek mi? Göreceğiz. Hükmü yargı mı, yoksa yine tarih mi verecek, göreceğiz.

 

O insanların hikâyeleri ne? 

Amistad, tarihsel bir yargılamanın filmidir. Steven Spielberg'ün yönettiği film, Batı Afrika'dan kaçırılan kölelerin gemilerle yapılan sevkıyatının Amerika'daki yargılamasını anlatır. 1839'da La Amistad adlı gemide isyan eden köleler bir süre sonra tekrar yakalanır ve ABD'de yargılanırlar. İlk yargılama sırasında hakimin ve jürinin köleleri serbest bırakma eğilimi üzerine İspanya Krallığı ile ilişkilerin bozulacağı ve "köle düzeninin katkıları" konusunda uyarılan Başkan (Martin Van Buren) jüriyi görevden alır ve davaya "kariyeri arkasında değil, önünde bulunan" genç bir hakim atar. Ancak sonuç değişmez, genç hakimin kararı da köleler için özgürlük olur. Dava temyiz edilp yüksek mahkemeye gidince savunma tarafından Joadson (Morgan Freeman), eski Başkan ve avukat olan, dava sırasında Temsilciler Meclisi'nde Massachusetts eyaletini temsil eden John Quincy Adams'tan (Antony Hopkins)  destek ister. Bu görüşme sırasında Joadsan ile Adams arasında şu konuşma geçer:

Joadson: Yürütme ve yargı kuvvetlerinin ayrı olduğu fikrine kapılmış olmaktan utanıyorum.

Adams: (Çiçek ve toprağı ima ederek elinde tuttuğu saksıyı kaldırır) Bunlar kadar ayrıdır, bunlar kadar ayrı!

Joadson: Bu davayla siz ilgileniyor olsaydınız ne yapardınız?

Adams: Ama ben ilgilenmiyorum. Bunun için Tanrı'ya şükürler ediyorum.

Joadson: Ya ilgileniyor olsaydınız?.. Ne yapardınız?

Adams: Avukat olduğum dönemde, yani uzun zaman önce, yani pek çok deneme ve yanılmanın ardından anladım ki, bir mahkemede en iyi hikâyeyi anlatan kişi kazanır. Avukatların aksine, size bu fikri bedava veriyorum!

Joadson: Teşekkürler, izninizle...

Adams: Bu arada onların hikâyesi nedir?

Joadson: Batı Afrikalı.

Adams: Hayır hikâyeleri ne? Bay Joadson, siz nerelisiniz?

Joadson: Georgia efendim.

Adams: Bu ne olduğunuzu özetler mi? Bir Georgialı, hikâyeniz bu mu? Hayır! Eskiden köleydiniz, hayatınızı köleliğin kaldırılmasına ve bu arada büyük zorlukları aşmaya adadınız. Sizin hikâyeniz bu değil mi?.. Onlar Afrikalı, tebrikler! Bilmediğiniz ve öğrenmek için en ufak çaba göstermediğiniz şey ise onların kim olduğu. Değil mi? (Yerdeki saksıyı gölgeden güneşe doğru itekler)

Evet, bütün bu tartışma ve toplumu ikiye bölen kutuplaşma içinde Ergenekon davasında yargılanan insanların hikâyeleri ne? Yargı, bu hikâyelerde saklı gerçeği ve adaleti, her şeyden önce bu ülkenin geleceğine borçlu…

 

Twitter: @DOGANAKINT24